Hatıralarım – 9. Bölüm

Hatıralarım – 9. Bölüm

Yıllar sonra, hatta yaşamının son zamanlarıydı, kadın-erkek ilişkileri konusu konuşuluyordu bir ortamda. Ben, o günlerde aramızda geçen o konuşmayı hatırlattım ve böyle bir şeyin nasıl olabileceğini sordum. Unutmamıştı ve cevabı çok güzeldi. Onore olmuştum doğrusu.

ANNEME ZİYARET VE AYDEMİR İHTİLALİ

Annemle benim aram yavaş yavaş düzelmeye başlamıştı ama annem Ercümend’e hala kızgındı. Hep öyle olmaz mı! Kimse kendi yakınlarına bahane bulmaz. Annem de öyle yapıyor, bana kızsa da karşı tarafı affedemiyordu. Bilirsiniz, kimse benim yoğurdum ekşi demez. Ona göre ben sütten çıkmış ak kaşıktım. Sanki birileri beni zorla götürmüştü. 

Annemi ilk ziyaretimi yalnız yapmıştım. Önce “Bugün burada kal” dedi. Epey özlediği belliydi. Ama sonra birden vazgeçti, “Arkandan birileri gelirse sinirlenirim, iyisi mi sen gene git” dedi. 

İkinci gidişimde, gece kaldım. Ama sabaha karşı öyle bir gürültüyle uyandık ki neye uğradığımızı şaşırdık. Uçaklar sanki çatıların hemen üstünden geçiyor, camlar şangırdıyordu. Hemen radyoyu açtık. İhtilal oluyordu. Ama kim, neyi, ne için yapıyordu her şey karmakarışıktı. Beklemeye başladık. O zamanlar ihtilalin başarılı sonuçlanması demek, radyo yayını yapan radyoevlerini ele geçirmek demekti. Belli ki Aydemir Paşa bunda başarılı olamamıştı. Yayınlardaki karmaşadan bu anlaşılıyordu.

Sabahın ilk ışıkları ile ortalık sakinlemeye başlamıştı ki bizim evin kapısı çalındı. Gelen Ercümend’ti. Merak etmiş evde duramamıştı. Kapıyı Tandoğan açtı, açmasıyla birlikte içeri hızlıca girip “Seninki gelmiş, git bak” dedi. Ben kapıya koştum. ‘Hayırdır niye geldin’ der gibi yüzüne bakınca, Ercümend, “Bizim oralarda bazı binaların camları kırıldı, öyle yakından geçti ki uçaklar. Evde duramadım merak ettim, endişelendim” diyordu. Ben hazırlanıp çıkmak için içeri girdim. Annem “Çağır gelsin, nereye gidiyorsun bu kargaşada” dedi.

Böylece Ercümend’i içeri buyur ettim. Ortalığın sakinleşmesini beklemeye başladık. Derken sokağa çıkma yasağı ilan edildi. İşin nereye varacağını merak ederken de öğlen oldu. Ercümend namaz için izin istedi ve namaza durdu. İşte o zaman annemin yüreğindeki buzlar çözülmeye başladı. Namaz dedin mi annemde akan sular dururdu. 

Mecburen, sokağa çıkma yasağı bitene kadar orada kaldık. Muhtemelen önceki geceden uykusuz olan Ercümend, kanepenin üzerinde uyuya kalmıştı. Annemin onun üzerini örttüğünü görmüş ve çok şaşırmıştım. Bu ihtilal, Ercümend ile annemin barışmasına vesile olmuştu. Tarih 20 Mayıs 1963’tü.

Artık, annemlere gidip gelmeye başlamıştık. Ama annem bizim evimize hiç gelmedi. Bu arada babam Niğde’de görev yapıyor, Ankara’ya da sık sık gelip gidiyordu. Tandoğan o sıralar ODTÜ’de talebe, Melek de Ankara Kız Lisesi’nde okuyordu.

Okullar tatil olur olmaz annem çocuklarla Niğde’ye, babamın yanına giderken bize Emek mahallesindeki evlerinde kalmamız için bir teklifte bulundular. Biz de evde kırık dökük ne varsa dağıtıp annemlerin evine yerleştik. Dağıttık dediysem, eşyamız öyle çok falan değildi zaten. İki somyayı bir yerlere sıkıştırdık. Koltukları da sattık.

Yaz bitmiş annemler dönmüşlerdi. Babam bizim okullarımız bitene kadar onlarla birlikte kalmamızı önerdi. Biz de bunu uygun bulup kabul ettik. Ercümend zaten işini Kızılay’da oldukça büyük ama tek odadan ibaret bir işyerine taşımıştı. Bütün günü geç vakitlere kadar burada geçiyordu. Artık her türlü toplantı da burada yapılıyordu. Ne zaman uğrasam içerinin kalabalığından dolayı bir türlü içeri girmek mümkün olmuyor, diyeceğimi kapıda deyip gidiyordum.

Bu günlerde ilk çocuğumuz Ayşe dünyaya geldi. Kısa bir süre sonra da aynı binanın bahçe katı boşaldı ve biz oraya geçtik. Sabah yukarı çıkıyorduk, akşam yatmaya kendi evimize iniyorduk Ayşe ile. Ercümend geç gelmeye başlamıştı. Bürosunun dışında da görüşmeler yapıyor, Hizbüt Tahrir ile çalışmaları da yoğun bir şekilde devam ediyordu.

Babam Aksaray’a atanmıştı, annemler de oraya taşınacaktı. O güne kadar hep birlikte geçiyordu vaktimiz. Annem bu ayrılığa çok üzüldü. Küçük kardeşim Melek onlarla gidecek, liseye orada devam edecekti. Tandoğan bizim yanımızda kalıp okuluna devam edecekti. Aksaray’a ailecek gittik. Onları yerleştirip geri dönerken Ayşe’yi anneme bırakmak zorunda kalmıştık. Annem ona o kadar bağlanmıştı ki ayrılamıyordu bir türlü. Bizim hayatımızın da bir türlü istikrar bulduğu yoktu. Bu yüzden ne yapıp ne yapamayacağımızı kestiremiyorduk. 

Emek mahallesi altmış beşinci sokaktaydı evimiz. Küçük ama yemyeşil bir bahçeye bakıyordu. İki odası ve uzunca bir salonu olan, zemini mozaik bu daireyi soba ile ısıtıyorduk. O yıllarda kalorifer lükstü. Ama bizim evimizin çok güzel bir özelliği vardı. Dairemiz bahçe tarafından gelen güneş ışığını bolca aldığından kış bize geç gelirdi. Burada aşağı yukarı beş yılımız geçti. Ama ne yıllardı o yıllar. Doğrusu hatırladıkça hem gülümser, hem garip bir hüzün ile içimin burkulduğunu hissederim hep. Bu evde acı tatlı pek çok şey yaşadık. Ercümend’in, mahpusane öncekiler ve mahpusane sonrakiler diye ikiye ayırdığı beş çocuğumuzdan ilk ikisi bu binada dünyaya geldi. Askerlik, kaçaklık, hapishane, mahkemeler, polisler, baskınlar, aranmalar… Sırası geldikçe hepsini anlatmaya çalışacağım.

Özkan, gündüz işinde, gece toplantılarda idi genellikle. Geceleri eve gelmekte gecikirdi. Buna alışmıştım. Ama bir gece, saat üç olmuş hala yoktu. O zamanlar cep telefonunun adını bilmezken evlerdeki sabit telefonlara bile alışık değildik. Ben artık her an bir polisin kapıyı çalıp bir kaza haberi vereceği evhamıyla beklemeye başlamıştım. Bu saate kalmasının başka bir nedeni olamazdı bana göre. Neler olup bittiğinden haberim yoktu o günlerde. Bir gün gelip de polisin başka bir sebeple kapımızı çalacağını nereden bilebilirdim ki!.. 

ÖMER NASUHİ BİLMEN KONUSU

Evet saat üçte Ercümend’in kapıyı yavaşça açıp içeri girdiğini duydum. O kadar rahatlamıştım ki söylenecek gücüm bile kalmamıştı. Sadece, “Neredeydin, çok endişelendim” diyebildim. O da, konuşmaya daldığını, vaktin nasıl geçtiğini anlamadığını söyledi. Evine gidip sohbet ettiği kişi de Ömer Nasuhi Bilmen’miş. O da o zamanlar bize çok yakın bir yerde oturuyormuş.

Özkan, kendinden yaşça büyük ya da küçük demeden herkesle sohbetler yapıyor, tartışmalara giriyordu. Daha sonra, saatler boyu konuştuğu Ömer Nasuhi Bilmen’in, kendisini dinledikten sonra “Bak ne güzel konuşuyorsun, hukuk da okuyormuşsun, senden iyi bir avukat olur. Bırak bu işleri” tavsiyesinde bulunduğunu gülümseyerek hatırlıyordu. Çok ilgisini çeken bu sözleri sonraları da gerektiğinde etrafındakilere anlatırdı.

Ömer Nasuhi Bilmen bir Kur’an meali yazmıştı. Kur’an’ın öğretisinden bihaber olması mümkün olmayan biriydi. Yukarıdaki tavsiyesinin tek nedeni, egemen güçlere karşı hissettiği sorumluluk idi Özkan’a göre. Yani laikliğin karşısında durmanın, Allah’ın kanunlarını savunmanın nelere malolacağının farkındaydı herkes gibi Sayın Bilmen de.

Bu arada Ercümend benim zorumla Hukuk fakültesinin imtihanlarına girmek için arada bir evde ders çalışmaya kalıyor, bir yandan da söyleniyordu “Ben hukukçu olarak asla çalışmam, bu hukuk beni ilgilendirmiyor” diye. 

ASKERLİK DÖNEMİ

Hukuk fakültesindeki derslerin ihmali sonucu askerlik tecili yapılamadı ve Ercümend ansızın askere gitmek zorunda kaldı. Askerliğin ani çıkışı bizi hazırlıksız yakalamıştı. İşyerini apar topar evin bir odasına taşımıştık. Oturup konuştuk. Ben işle ilgilenecektim, abonelerden peşin alınmış ücretlerin karşılığı iş olarak ödenmeli, yapılan anlaşmalar yerine getirilmeliydi. 

Ercümend hemen görev yeri olan Uşak’ın Karahallı kasabası, Karbasan köyüne gitti ve orada öğretmenliğe başladı. Askerliğini yedek subay öğretmen olarak yaptı. Birinci yıl Karbasan köyünde, ikinci kış döneminde de Ankara’nın Mamak semtinde, Köstence ilkokulunda devam etti öğretmenliğe. Son üç aylık askerlik görevini de Amasya’da yapmıştı. 

O kadar ani yakalanmıştık ki bu duruma, ben işi ele almaya kararlıydım ama neresinden başlayacağımı bir türlü kestiremiyordum. 

Gazeteleri sıraya dizdim, abonelerin istedikleri konular belli, demek ki başlayabilirim artık dedim ve başladım. Okuyorum, bir yandan da kesiyorum haberleri. Hangi gazeteden olduklarını belirten damgaları da basıyorum. Gazeteler birkaç gün birikmiş. Kestiğim kupürlerde tarih yok, ya unuttum ya da gerek görmedim, geçmiş gün pek hatırlamıyorum sebebini. 

Erkek kardeşim Tandoğan da benimle kalıyordu. Yaptığım işlere bir göz attı ve “Abla bunların tarihleri yok” dedi. Ben ne yapacağımı şaşırmış bir halde öylece kalakaldım. Beraberce serdik kesik gazeteleri yerlere, kesik parçaları yerlerine yerleştirip tarih saptamaya uğraşıyoruz. Kardeşim söyleniyor; “Abla hiç mi görmedin nasıl yapıldığını, tarihsiz olur mu bu iş?” diye. “Ben nereden bileyim” diye kendimi savunmaya çalışırken kapı çalındı. Ercümend olacakları tahmin etmiş gibi hafta sonunu fırsat bilip yardıma gelmişti. Nasıl sevinmiştik anlatamam. Zamanın kazandırdığı deneyimini kullanarak çabucak halletmişti işleri. Ben de bu arada işin nasıl yapılması gerektiğini yeniden gözden geçirmiş, neyi nasıl yapacağımı iyice öğrenmiştim. Ercümend de ertesi gün, askerlik yaptığı köyüne geri dönmüştü.

Ercümend, köylüyle kaynaştığına dair mektuplar yazıyor, yaptıklarını, yapacaklarını büyük bir heyecan ile bana anlatıyordu bu mektuplarda. Bu arada istekleri de hiç bitmiyor, kurabiyeler, çemenler sipariş ediyordu. Ben de onca işin arasında onları da yapıp yolluyordum.

Ercümend, Uşak’ta geçen günlerini bir söyleşisinde şöyle anlatmıştı:

“Öğretmenlik yaptığım Uşak’ın Karbasan köyünde içme suyu tesisleri yaptırmış, köye iki şerefeli minare yaptırmış, yüz bin menengiç ağacına şam fıstığı aşılatmıştım. Halktan topladığım 600 küsur lirayla, köyle kasaba arasında telefon hattı çektirdim. Gittim Uşak’tan, Jandarma Komutanlığı’ndan, Karayolları’ndan araba aldım. Banaz Orman İdaresi’nden tanesi bir liraya 600 tane telefon direği aldım. 7,5 km. tutuyor. Bütün halkı çalıştırdım. Kısa sürede direkleri diktirdim. Fincanları takıldı, teli çekildi ve konuşuldu efendim! 

Dedim ki, ‘Bağla valiyi!’ Jandarma’dan tabi. Maisson telefon.

‘Hocam neredesiniz?’ diyor vali, ‘Uçakta mı?’

‘Hayır’ dedim, ‘Bilin bakalım neredeyim?’

‘Karahallı’da mı?’

‘Hayır’

Vali Musa Eralp. Sonra Ordu’dan CHP senatörü oldu adam. Dedim ‘Neredeyim?’

‘Vallahi bilemedim, nerdesin?’ dedi. 

‘Karbasan’dan arıyorum’ dedim.

‘Yahu nasıl olur?’ dedi. Sonra bütün şube müdürlerini toplamış, gelmiş. Sene 1964. Uşak’ın Karahallı kasabasının Karbasan köyü. Şaşırdı adam, halkın karşısında konuştu. CHP’li ama samimi bir adamdı. ‘Cumhuriyet hükümetinin 45 yılda yapamadığını, siz altı ayda yaptınız’ dedi. 

Sekiz kilometre karayolu yaptırdım. İçme suyunun künklerini demir borularla değiştirdim. Sulama suyu kanalları açtırdım. Eski yazı yeni yazı okuma-yazma kursları açtım köyde. Cuma günleri okul bitince hadi bütün öğrenciler camiye!.. 

Köylü de şaşırdı. Köy eskiden bir medrese köyüymüş. 1650 talebe okurmuş. Son hocası, Menemen artığı bir hoca. Ne yaptıysa artık asılmadan kalmış. Asım Hoca. Hilafetin ilgasından beri 45 sene köyden kasabaya inmemiş. Minderde otura otura bacakları vücudunu çekmiyor. Koltuk değnekleri yaptırdım, adamı da yürüttüm! 

Bir acayip adamdı. Elinde bir asa. Kasabada Sanat Okulu öğretmeni bana tornadan çekmiş ucuna demir, üstüne de mikadan çok güzel bir başlık yaptırmış. Bu asayı ona vermiştim. Kaymakam’a (sonradan İstanbul vali muavini oldu) muhtar diyormuş ki (muhtar da saf, Hüseyin ağa) ‘Ya bu adam nereden geldi, Allah gönderdi Kaymakam Bey!’ diyormuş.”

MAYIS-HAZİRAN AYLARI

O yıl böyle sonlanırken ben rahatsızlanmıştım. Bana yardım olsun diye Tandoğan ile, Ercümend’in Tahrir’den arkadaşı Cevat, okunmuş hazır gazeteleri kesip antetli kağıtlara yapıştırmışlardı. Ne yazık ki bu sefer de Cevat işi berbat etmişti. Kestiği haberlerin arka sayfalardaki devamları yoktu. Daha sonra bu eksiklikleri de Tandoğan’la birlikte biz tamamlamıştık. “Yahu bu adamlar gazete okumayı bilmiyor mu, bu nasıl iş!” diye gülüyordu Tandoğan. Allah’tan Ercümend yine imdadımıza yetişmişti. Köy okulları erken tatile girmiş, o da hemen çıkıp gelmişti. 

Son günlerin işleri birikmiş olduğundan gece gündüz çalışıp düze çıkmaya gayret ediyorduk. Büyük kızım Ayşe’yi ayağımda sallarken bir yandan da gazete kesiyordum. Ercümend hem gazeteleri okuyor hem de yerlerine yapıştırdığı kupürleri zarflara koyarak postaya hazırlıyordu. Çoğu kez gece, sabaha yaklaşırken bitirebiliyorduk işleri. Aksi gibi Ayşe de o günlerde bizdeydi. Çocukla ilgilenebilmek için ayrıca çaba gösteriyordum. 

Ercümend yokken ben tek başıma koca kış bu işi yapmıştım. Hem evimin işini yapıyor hem de ajansın işlerini günü gününe yetiştiriyordum. Yetiştirmek için de kırk sekiz saat uyku uyumadan çalıştığım günler oluyordu. 

İkinci sene Ankara Mamak’ta, Köstence ilkokulunda idi askerlik görevi Ercümend’in. Hem öğretmenlik yapıyor, hem de önüne gelene hiç ayırt etmeden İslam’ı anlatıyordu. Karşı taraf da boş durmuyor, olayı mahkeme kapılarına taşıyordu. Karşı taraf dediğim de, aynı okulda ders verdikleri, beraber resim çektirdikleri öğretmen arkadaşlarıydı. Vatan-millet sevgisi adına yapıyorlardı bu işi! Biz hep bunu yaparız aslında! Kendimizi sorgulamak yerine, başkasını suçlamak hep daha kolayımıza gider… İşin içine bir de vatan-millet-Sakarya coşkusu karıştı mı değmeyin havamıza! Böylece vicdanımız da rahatlar, kime ne zarar verdiğimiz umurumuzda bile olmaz! Suçlamalar da komikti doğrusu. Kız talebelere ‘başınızı örtün’ demiş, Müslümanların namaz kılıp oruç tutmaları gerektiğini öğretmiş talebelerine. Kız talebeler de sanki dünden hazırmış gibi başlarına örtüler örterek gelmişler okula. Olay bu yüzden daha da bir büyümüştü. Bu olup bitenin adı da ‘talebeleri yoldan çıkarıyor, kızlara başlarını örttürüyor’ olmuştu.

O yılın 2 Kasımında ikinci çocuğumuz Ömer dünyaya gelmişti. Babası 10 Kasım’da okuldaki törenlere katılmadığı için de ayrıca bir suç dosyası açılmıştı hakkında. Ömer’in bu günlerde hayata merhaba demesi mazeret oluşturmuş ve bu dosyanın kapanma nedeni olmuştu.

O kış da öylece gelip geçti. 1965 bitmiş 1966’ya girmiştik.

Artık bir şeyler yoluna girmeye başlamıştı. Ya da ben öyle olmasını umuyormuşum meğerse. Kısa bir süre sonra, sanırım bu süre altı ay falan, tekrar bir hareketlilik gelmişti hayatımıza. 

Ercümend ikinci eğitim yılının sonunda Amasya’daki üç aylık askerlik eğitimini de tamamlayıp döndü, böylece askerlik bitmiş oldu. O dönemde isteyen yedek subaylar öğretmenlik şeklinde askerlik görevini yerine getirebiliyordu. İki eğitim yılı öğretmenliğin sonunda, üç aylık bir askerlik eğitimi ile birlikte askerlik tamamlanıyordu. Öyle böyle o yılı da bitirdik. Ben hayatımız normale döndü diye umarken, asıl serüven bundan sonra başlıyormuş. 

Askerlik dönüşü işi Emek mahallesi sekizinci caddede küçük bir dükkana taşıdı. Bu sırada, kardeşi Erol ile halasının oğlu Hüseyin yanında çalışıyorlardı. Ercümend işten çok davasına adamıştı kendini. Basın Haber Ajansı rölantide sürüp gidiyordu.

HİZBÜT TAHRİR DÖNEMİ

Hizbüt Tahrir ile olan çalışmalar bundan sonra hız kazandı. Artık Ercümend’i aradıysan bul. Gündüz biraz işinde, biraz arkadaşlarıyla. Gece hep onlarla. Geceleri halkalar halinde toplanan müslümanlar, İslami kavramları, İslam’ın siyasi boyutunu dersler halinde inceliyorlar, öğreniyorlar. Bu çalışmalar çok gizliydi. Bir gün geldi bu yetmedi, birikimlerini beyannameler haline getirip dağıtmaya başladılar. 

Artık hayatımızı, yeniden tanımaya başladığımız yepyeni bir İslam anlayışı ile yaşamaya, şekillendirmeye çalışıyorduk. Bu anlayışa o kadar yabancılaşmış bir toplumda vebalı muamelesi görmenin ne demek olduğunu tahmin edersiniz. Bu, Müslüman olmanın, dinini yaşamaya çalışmanın sonucu ne yazık ki. Bu dinin ilk geldiği günlerde de, altmışlı yıllarda da, iki binli yıllarda da pek bir şey değişmedi inananlar açısından. Daha ne kadar böyle süreceğini de sadece bu dinin tek sahibi olan Yaratan bilir. 

Ben de hâlâ Ercümend’e direniyorum bu hayat tarzını seçmek ve yaşamak konusundaki bazı konularda. Doğruluğundan emin olmakta şaşkınlık yaşıyorum. Rahmetli anacığım bile babamın memuriyeti süresince o camianın düzenlediği etkinliklere katılmamakta, başını açmamakta, ibadetlerini asla aksatmamakta gösterdiği direnci, bu konularda gösteremiyordu. Ercümend eve girdiğinde ‘selamünaleyküm’ derdi hep. Annem ise, “Burası Arabistan mı?” diye söylenirdi her duyuşunda, canım annem benim. 

Zaman zaman anlatacağım bu ve bunun gibi olaylar, bizlerin kafasındaki din anlayışının ne hale geldiğine ayna olacaktır. Araplara karşı içimizde oluşturulan güvensizlik bir türlü yakamızı bırakmıyordu. Sanki bu din onlarınmış da, bizi bu konuda zorluyorlarmış gibi bir his bilinçaltımızı zorluyordu. Bunun üstesinden gelmek kolay olmuyordu. Bu ülkenin insanında genelde bu bilinçaltı kargaşası vardı. ‘Ne Arab’ın yüzü ne Şam’ın şekeri’ deyimi içimize işlemişti bir kere. 

Benim dışarıdan sezinlediğim kadarıyla olay gittikçe ivme kazanmaya başlamıştı. Genelde Tahrir’in Arap diye bildiğim Türkiye’deki temsilcileri Annan ve Cevat geliyordu evimize. Antreye açılan kapısından, aynı zamanda işyeri olarak kullandığımız odaya girip bekliyorlar, sonra da hep birlikte çıkıp gidiyorlardı. Bu odanın bir de salon ile bağlantısını sağlayan buzlu camdan yapılmış büyük bir kapısı vardı. Bu kapı genelde kapalı dururdu. Açıldığı zaman salon ile oda bütünleşirdi. Pek çok konuşmalara ben de böylece şahit oluyordum.

Genellikle yemek hazırlar içeri verirdim. Yer giderlerdi. Yine böyle bir gündü, onlar oturuyordu. Ömer yeni yürüyor, toplu ve çok sevimli bir çocuk. Bacakları kalsiyum ve D vitamini eksikliğinden eğrileşmeye başladı, toplu bebeklerde bu oluyor genellikle, kemikler ağırlığı çekemiyor. Ben bir yandan yemek hazırlıyorum, Ömer de salonda koşturuyor. Birden nasıl olduysa gidip sobaya yapıştı ve burnunun ucu yandı. Bende de sabır taştı. Başladım söylenmeye, “Bu nasıl Müslümanlık, bu nasıl dava adamlığı, bir çocuğa sahip çıkamadınız. Ben bunlarla tek başıma baş etmek zorunda mıyım!” falan filan. “Yenge çok haklı” deyip hemen Ömer’i alıp Hacettepe hastanesine götürdüler. Adamakıllı muayeneden geçen Ömer, bir sevgi ve ilgi ile kucaklanıp eve teslim edildi. Hacettepe hastanesinde de bir doktor arkadaşlarının olduğunu, onun da Ulus gazetesinin önemli kişilerinden birinin evlatlığıyla evlendiğini biliyordum. Yani Ömer emin ellerde bakılmış, kemikleri için de D vitamini verilmişti. 

BOHÇACI HANIM

Günler böyle geçip gidiyor, her gün biraz daha hız kazanıyordu bu hareket. Aralarında bir de Türk doçent vardı. Bu arkadaş Fen fakültesinde astronomi doçentiymiş. Daha doğrusu toplumun her kesiminden insan vardı aralarında. Bu isimlerin bir ikisi dışındakileri ben her şey açığa çıktıktan sonra duydum. Daha doğrusu, hapishanenin kapısında beklerken tanışıyorduk aileleriyle. 

Doçentin ailesiyle, olaylar patlak vermeden kısa bir süre önce tanışmıştım. Bir gece, başka bir iki aile ile birlikte, onların bize de yakın olan evlerine gitmiştik. Daha sonra onlar da bize gelmişlerdi. Bize geldikleri gün, İstanbul’dan bir bayan misafirimiz daha vardı. Onun şerefine toplanmıştık. Neredeyse yüz kilonun üstünde bir bayandı misafirimiz. Bize iltifatlar yağdırıyor, kocalarımızın kıymetini bilmemiz gerektiğini, onlara zorluk çıkarmak yerine, işlerini kolaylaştırmamızın bizi sevap sahibi yapacağını, böyle eşlere sahip olduğumuz için ne kadar şanslı olduğumuzu anlattı durdu gece boyu. O gece misafirimiz olmuştu İstanbullu bu bayan. Kim sorarsa, tebliğ yapmak için bohçacılık yaptığını söylüyordu. Aslında gerçek mesleği oymuş. Bizden diye bildiğimiz bu hanımı, kendi odamızda yatırarak ikramlamıştık. Mesleği değil de daha sonraki hâli beni şaşırtmıştı. İşin doğrusu o günlerde bir şeylere şaşırmaktan başka da işim kalmamıştı sanki.

Tam bu kargaşa sırasında gecenin bir vakti telefon çalmaya başladı. Hayırdır inşallah diyerek açtım. Yine o hanımdı. Kısa bir süre önce bize o sözleri söyleyen sanki o değildi. Şimdi de övdüğü Tahrircileri yerin dibine batırıyor, saçma sapan şeylerle suçluyordu. Güya evlatlığını evlenme vaadiyle kandırmışlar da kız bunalıma girmişmiş. Bahçedeki ağaca kendini asarken yakalamış, kurtarmış. Esip yağdı. Ben yine şaşkın şaşkın dinleyip telefonu kapattım. Ercümend gelince de o gerginlikle ben onu sorguya çekmeye başladım bu neyin nesi diye? “Yok öyle bir şey hanım, sakin ol. Sanırım birileri bu kadını kullanıyor” dedi.

Yıllar sonra bu hanımla, komşumuz olan MSP İstanbul milletvekili ali Oğuz Bey’in evinde karşılaştık. Yine bohçacıydı. Beni belki tanıdı belki de tanımadı bilmiyorum. Evin hanımına sorduğumda onlara hep gelip gittiğini öğrendim. Bu şaşkınlık günlerimden birinde, akşam üstü Ercümend eve geldi. Tavukçuluk Enstitüsü’nde ziraat mühendisi olan bir çocukluk arkadaşı vardı, hemen toplanıp onlara gidip kalmamız gerektiğini, arandıklarını söyledi.

Ben gitmemek için direniyor, “Hepinizi biliyorlardır. Sanki oraya gelemeyecekler mi?” diyordum.

Ercümend, “Ben de biliyorum ama ortak karar aldık. (Tahrircileri kastederek) Burayı kendi ülkeleri sanıyorlar, buradaki şartları bilmiyorlar” diyordu. Çaresiz kalkıp gittik. Ev sahibi hanımların bu işlerde hep terslediklerini bildiğim için bu gidiş bana çok zor gelmişti. Nitekim de öyle olmuştu. 

İki gün sonra eve döndük. Olan biten bir şey yoktu. Ortalık da sakin görünüyordu. Hayat olağan biçimiyle devam etmeye başladı tekrar. 

Yine bu günlerde, gittikleri bir evdeki yaşam biçiminden etkilenmiş olacaklar ki, bana da o evin hanımının yaptığı gibi yapmam için bir teklif getirmişti Ercümend. Gittikleri ailede, hanım ilahiyatçı bey de mühendismiş. Hanım, eşi evde yokken kapıyı kimseye açmazmış, gelen kendi babası veya erkek kardeşi olsa bile. Ercümend benim de böyle yapmamın doğru olacağını dile getiriyordu. Ben, bir bu eksikti der gibi bakıp, sonra da, “Hiç de bile böyle bir şey yapamam, benim babam, senin baban, kardeşlerimiz gelecek ben de kapıyı açmayacağım öyle mi? Asla bunu benden bekleme.” diye şaşkınlığımı ve tepkimi kesin bir biçimde ortaya koymuştum.

Ayaktaydı, döndü bana baktı, “Biliyordum bu cevabı alacağımı” dedi ve gitti. Bu konuya kendisinin de pek aklı yatmamış olmalı ki bir daha tekrarlamadı. Bu işin böyle olması gerektiğini aklı ile kabul edip kalbi ile de mutmain olsaydı, ısrarı sürdürürdü. Bu konuşmamızdan epey sonra bir akşam üzeri kapı çalındı. Açtığımda Ercümend’in çok sevdiği dayısının, eşi ve iki oğlu karşımdaydı. Anneleri çok hastaydı, hastaneden çıkarmış bize getirmişlerdi. Hemen kanepeye yer hazırlayıp yengeyi yatırdık. Hal hatır ettikten sonra ben mutfağa geçip akşam yemeği hazırlarken Ercümend de geldi. Onları görünce sevindi. “Ne iyi ettiniz de bize geldiniz” dedi. O arada ben, “Keşke içeri almasaydım. Yanlış yaptım, günaha girdim değil mi?” dedim. Hemen gardını aldı. “Teybin de hiçbir şeyi silmiyor” dedi gülerek. 

Yıllar sonra, hatta yaşamının son zamanlarıydı, kadın-erkek ilişkileri konusu konuşuluyordu bir ortamda. Ben, o günlerde aramızda geçen o konuşmayı hatırlattım ve böyle bir şeyin nasıl olabileceğini sordum. Unutmamıştı ve cevabı çok güzeldi. Onore olmuştum doğrusu. Bana, “İyi ki de o gün öyle davrandın, yoksa çok büyük bir yanlış yapacaktık” demişti. Hatasını kabul etmekte tereddüt etmezdi. Haklıya hakkını er geç vererek karşı tarafı mağdur etmezdi. Kendi egosu ile baş etmeyi ona, hayatını adadığı İslam öğretmişti. 

POLİSLERİN İLK GELİŞLERİ VE KAÇAKLIK DÖNEMİ

Arkadaşlara yaptığımız iki günlük ziyaretten sonra aradan çok geçmedi bir gece yarısı kapı çalındı, erkek kardeşim yanımızda kalıyordu. Kapıya gitti ve meşhur “Kim o” sorusunu sordu. Cevap “Telgraf” idi. O saatte gelen telgraf çok önemlidir. Bu kelimeyi duyup da kapıyı açmamak olmaz. Kapı açılır açılmaz, hatırladığım kadarıyla beş tane sivil polis eve daldı. Ben salondaki divanda yatıyorum. Yanımda Ömer uyuyor. O gün doktora gitmişim, oldukça rahatsızım. Kolay kolay doktora hastaneye gitmem yoksa. Epeydir takip ediliyormuşuz meğerse. Benden sonra doktorun muayenehanesine gidip benim ve rahatsızlığım ile ilgili bilgi almışlar. İçeri girdiklerinde bana yerimden kakmamamı söylediler.

Ercümend o gün eve gelmedi. Bunu bekliyormuş anlaşılan. Gelenler hemen işlerini yapmaya koyuldular. Her yeri karıştırıyorlar, birbirleri ile konuşuyorlardı. Ben yatağımda oturmuş şaşkınlıkla sadece seyrediyordum olan biteni. Onlar bizden daha telaşlıydılar. Bir ara baktım sandalyelere astıkları birbirlerinin pardesülerinin ceplerini arıyorlar. “Beyler onlar bizim değil, sizin arkadaşlarınızın” dediğimde onlar buna güldüler, ben de gülümseyebildim ancak. Bu arada benim Osmanlıca ders ve şiir kitaplarım var kütüphanenin bir rafında. Hepsi de eski yazı diye adlandırdığımız harekesiz Arap harfleri ile yazılmış. Baktım ki onları bulmuşlar bir kenara yığıyorlar. Aralarında konuşuyorlar bir yandan da, “Eski yazı ne bulursanız getirin dediler” diye. Onlar da eski yazı ne bulurlarsa topluyorlardı. 

Ben dayanamadım, baktım kitaplarım gidiyor, “Beyler onlar benim ders kitaplarım, şiirlerim, size yaramaz” dedim gülerek. İçlerinden birisi gelişi güzel iki kitap seçip getirdi önüme, okumamı istedi. Ben başladım şiirleri okumaya. Onları almadılar, ayırdılar. Yani benim kitaplarım bana kaldı.

Ercümend Özkan nerede diye sık sık sorduklarında aldıkları ‘bilmiyoruz’ cevabının doğruluğuna inanmamak için bir sebep yoktu. Diğer taraftan onların okuyamadıkları yazıyı benim okurken yalana başvurmadığım halimden, tavrımdan belliydi. Açıkçası ne biz gerginlik yaratmıştık ne de onlar. 

Bu arada Ömer uyanmıştı. Yüzükoyun yatmış, kollarını yastığın üzerine koyup şaşkın şaşkın etrafına bakınıyordu. O aralar bir huy edinmişti. Kime kızarsa sağ elinin işaret parmağını kaldırıp karşısındakini tehdit ederdi. Gördüğü yabancılara da küçücük parmağını sallıyordu. Biz bu işaretin ‘görüşürüz’ anlamına geldiğini biliyoruz da onun kafasında bu işaretin ne ifade ettiğini bilmek mümkün değildi o zaman. Bizi taklit ettiği belliydi ama yerli yerinde yapıyordu bu hareketi. Oradakilerin de ilgisini çekmiş, kendini sevdirmişti. 

Vakit sabahın alacakaranlığına döndüğünde bizim evdeki işleri bitmişti. Giderken, yerlere indirdikleri kitapları gösterip, ortalığı dağıttıkları için bir de özür dilemişti birkaçı. Hepsi değil. Samimiyetten uzak sığ bir ifadeyle, kendi tarzlarıyla dilemişlerdi bu özrü, ama dilemişlerdi. İki tanesi vardı aralarında. Bunların birini daha sonra hiç görmedim. İyi ki de görmedim, yüz kilonun üstünde gözleri kanlı ve korkunç bakışlı biriydi. Diğerini daha sonra birkaç defa daha gördüm. Ercümend’i Kayseri lisesinden tanıdığını öğrenmiştim. Bu tanışıklığı kullanarak dost görünme çabalarına girmişti. Aksaray’da yaşayan ailemin yanına gitmiş, babamla görüşmüştü. Kızım Ayşe o zamanlar annem ile babamın yanında kalıyordu, henüz dört yaşında idi. Onunla sohbet ettiğini, bana kızımdan selam getirdiğini söyleyerek yakınlık kurmaya çalışıyordu. Böylece bilgi toplamak gibi bir hevese kapılmıştı. Ama ne bende ona yarayacak bilgi vardı ne de onun tezgahına gelecek kadar acizdim. 

Kaçaklar bilgi saklama konusunda son derece titiz davranıyorlardı zaten. Nerede olduklarını ne yaptıklarını sadece kendileri biliyorlardı. Birçok şeyi biz, haklarında basında çıkan yazılardan öğreniyorduk. 

Ercümend ara sıra eve uğramayı ihmal etmezdi. Gecenin geç saatlerinde gelir, yine geç saatlerde giderdi. Ömer’in henüz konuşamadığı zamanlardı, onunla oynar, doyasıya severdi. 

Gece eve geldiği günlerden bir günün sabahı, kardeşim günlük gazetelerle kapıdan girdi. Oldukça heyecanlıydı ama sakin olmaya çalışıyordu. İlk defa o gün Ercümend’in resmini bulup basmıştı bir gazete. Daha önce benden çok istediler resimlerini ama ben vermemiştim. Hatta Oktay Ekşi yeni gazeteciliğe başladığını, Ercümend Özkan’la röportaj yaparsa gazetecilik kariyerinde önemli bir adım olacağını söyleyerek benden onun yerini söylememi ısrarla rica ediyor, resim istiyordu. Ben de ısrarla bu gibi teklifleri reddediyordum. Oktay Ekşi, o günlerde yayın hayatına başlayan Yeni Gazete’de yazmaya başlamıştı. Beni ikna etmek için de, basının üstünde durduğu ve güncelleştirdiği Koçero olayını örnek veriyordu. 

Koçero kimilerine göre bir halk kahramanı idi, kimilerine göre de dağlarda saklanan bir eşkıya. Tam da bu günlerde bir gazeteci, gizlendiği yerde bulup onunla uzunca bir söyleşi yapmış ama yerini kendinden başka kimsenin bilmesine izin vermemişti. Oktay Bey bunu hatırlatarak benden randevu sağlamamı bekliyordu. Kendisinin de aynı şekilde, söyleşi kahramanının yerini gizli tutacağına dair sözler veriyordu.

Ben ise ısrarla olayların dışında kalmayı yeğliyordum, bu işler beni aşardı. Doğrusu boyumun ölçüsünün hep farkındayımdır Allah’a şükür ki. Zaten kaçakların yerlerini gerçekten de bilmiyordum. Bilmek de istemiyordum işin aslını sorarsanız.

Benim ısrarla direnmeme rağmen, Köstence ilkokulunda öğretmenlik yaparken öğretmen arkadaşlarıyla çektirdiği resimleri onlar basına vermişlerdi çoktan.

İşte o resimlerin basında ilk çıktığı gün, kardeşim bir cip dolusu emniyet görevlisinin kapıda olduğunu, her an zili çalıp içeriye girebileceklerini söyledi ve eve bırakmak için aldığı gazetelerin şüphe çekmesin diye bir kısmını bırakıp birkaçını yanına alıp, çıkıp okuluna gitti. 

Ercümend de o gün evdeydi. Ben bir an soğukkanlılığımı kaybeder gibi oldum, saklanmasını söylüyordum Ercümend’e. O da “Peki nereye, somyanın altına girmemi mi bekliyorsun benden” diye gülümsedi. Ben de hemen toparlanıp, savunmaya geçtim. “Tabii ki hayır. Divan altlarında saklanırken değil de onların karşılarına kendin gibi çıkmanı yeğlerim. Bunu sen de gayet iyi biliyorsun. Beni tanıyorsan, hayatıma aldığım kişilerin fareler gibi değil arslanlar gibi olmalarının tercihim olduğunu çoktan anlamış olmalısın.” diye hem söyleniyor hem de ortalığa yeni bir düzen vermeye uğraşıyordum. Yemek masasını dışarıdan bakanların göremeyeceği bir yere, salonun kuytu bir köşesine çekip orada Tandoğan’ın getirdiği günlük gazeteleri okuyabilmesi için yer hazırlıyordum. O zamanki evimizin eşyası bir iki somyalı divan, oldukça zengin bir kütüphane, yemek masası ve sandalyelerden ibaretti. 

Ercümend gazeteleri yaymış okumaya başlamıştı bile. Ben de hemen, hiçbir şey olmamış gibi camları açıp temizlik yapmaya başladım. Yaşlı kapıcılarımız karı koca, açık pencerenin önünde beliriverdiler. Hem içeri bakıyor hem de beni lafa tutuyorlardı. Ortada bir sorun yokmuş gibi davranmak pek kolay olmamıştı. Ama sanırım başarmıştım. Biraz sonra yaşlı karı koca, evde kimse olmadığından emin olarak apartmanın ön tarafına doğru gittiler. Galiba her şeyin normal olduğuna, gündelik yaşam dışında bir belirti olmadığına dair yaşlı çiftten aldıkları bilgi ve ortamın sükuneti, evde bir kaçağın olmasının mümkün görünmediği intibaını vermiş olmalı ki, kapıdaki misafirlerimiz içeri girmekten vazgeçip geldikleri gibi gitmişlerdi.

Baştan beri dikkatimi çeken, ailemize karşı olan davranış biçimleriydi. Verilen görev neyse o kadarını yerine getirdiler bizimle ilgilenen emniyet mensupları. Asla saygısızca kırıp döken, saygısızca sözler sarf eden birileri olmadı o günlerde karşımıza çıkanlar. Hani bir söz vardır akılsız dost ve akıllı düşman ile ilgili, işte olay tam da bu gerçeği yansıtıyordu. Karşımızdakiler dost değildi ama akıllı ve seviyeli kişilerdi. Onları tepemizde hissetmenin psikolojik baskısının dışında bir şey yaşamadık bu süre zarfında. Hissettiğimiz bu baskıya direnmeye çalışırken bir de hayatımızda olup biten değişikliklerin nelere mal olacağı korkusu sarardı beni. Arada bir, bizi nelerin beklediğine dair endişeler de buna eklenince nefes almakta zorlanırdım bazı zamanlar. 

Gündüzleri aklımdan geçenler geceleri rüyalarıma giriyor, kurulan darağaçlarına doğru giden Ercümend’in arkasından bakıp, “Sizin karşınızda ağlamayacağım” diye dik durmaya çalışıyordum kararı infaz etmeye çalışanlara karşı.

Genç insan yarınını bilmek ve emniyete almak kaygısını yaşar hep. Henüz İslami bilincimin kısır olduğu günlerdi o günler. Sadece Allah’a güvenmem gerektiğini bildiğim halde, evhamlarımdan endişelerimden sıyrılıp tam olarak teslim olmayı beceremiyordum bir türlü. Ama endişelerim ile sadece kendi kendime yaşamayı, bunları kimselere hissettirmemeyi başarabilmiştim. Başarabilmiştim de, az kalsın bu yüzden başım derde girecekmiş haberim olmadan.

O soğukkanlı görüntüm birilerini rahatsız etmiş anlaşılan. Bir gün kardeşim Tandoğan, “Abla ne yapıyorsun Allah aşkına, adamlar seni sorup duruyorlar, ablan neden bu kadar rahat ve fütursuz davranıyor? Neye güveniyor, beklediği bir şey mi var? diye sorup duruyorlar. Olan biteni ciddiye alsan iyi olur.” diye beni uyarmıştı. Ben bu konuşma üzerine bir an düşündüm. Sadece duygularımı baskı altında tutmaya çalışırken biraz abartmışım bu işi demek ki. Fazlaca kaygısız görünmüşüm gözetleyenlerimizin gözlerine. “Neyse sen merak etme ben hallederim” dedim. Kendim gibi olmanın dışında görünmek bana göre olmadı hiç. Hayatım boyunca hiç mi hiç rol yapma taraftarı olmadım. Bunun için evden dışarı az çıkıp gözlerden uzak kalmayı yeğledim daha sonraları. Benim yapım buydu. Hissettiklerimi etraftan saklamak gibi bir huya sahibim oldum olası. Değişemiyorum. Elimde değil. 

Bu arada, bazen eve uğramayı ihmal etmeyen Ercümend son derece iyi görünüyordu. Benim yaşadığım korkuları o da yaşıyordu mutlaka, ama o benden farklı olarak, inancına teslim olmayı ve bu teslimiyetin kendine verdiği güveni yaşamayı çok daha iyi biliyordu. 

Hepimiz çok gergindik o günlerde. Hafta geçmiyordu ki kapımıza bir sivil görevli gelmesin. 

Kayınbiraderimin evi birkaç bina aşağıda idi. Basın Haber Ajansı da Emek sekizinci cadde üzerindeki dükkanda devam ediyordu, başına da kayınbiraderim Erol Özkan gelmişti. Mucur’daki evini Ankara’ya taşımış, gelir gelmez de bu işlerin içine girivermişlerdi. Bir akşam kardeşim ile onlara gittik. Daha çaylarımızı içemeden iki sivil görevli kapıyı çaldı. Tandoğan ile Erol abi kapıya çıktılar. Gelenlerden biri Kayseri’den tanıdıklarıydı. Yıllar önce lise çağlarında Ercümend’den yediği yumrukları unutmayan arkadaştı bu arkadaş. 

Daha önce Erol abiyi götürmüşler, “Abin nerede” diye sıkıştırmaya başladıklarında, “Ben nereden bileyim, siz benden daha iyi bilirsiniz. Telefonları dinliyorsunuz ya” şeklinde bir cevap vererek kafa tutmaya kalkınca, okkalı bir tokat yemişti.

Bu sefer onu değil Tandoğan’ı götürmeye niyetliydi polis. Çünkü aklı başında birini getirmesini söylemişlerdi yukarıdan. “Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor, sen gel” diyordu polis. Yapacak bir şey yoktu ve Tandoğan onunla birlikte gitti. Sabaha karşı geldiğinde, “Ağzım dilim kurudu, bir yudum su vermediler. Sorgu odasının kapısında saatlerce bekledim. Ne çağıran oldu ne ilgilenen. Sonunda birkaç şey sorup yolladılar.” Psikolojik baskının en geçerlilerinden biriydi ikide bir aileden birini alıp götürmek. 

Kapıda bacada siviller, selam sabah vermeye korkan ve vebalıdan kaçarcasına uzak duran eş dost akraba. Üstüne üstlük dava arkadaşı diye bildiklerimizin en yakınları ile yaşananlar ara sıra adamakıllı bedbinleşme dönemleri yaşamama neden oluyordu. 

Devam edecek…

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *