‘Nusayrilik’ üzerine

‘Nusayrilik’ üzerine

Tarihçi Murat Bardakçı, Suriye nedeniyle gündeme gelen konulardan biri olan Türk aleviliği ile Suriye aleviliği karşılaştırması hakkında bugünkü yazısında, iki inanç sistemi arasında hiçbir alaka olmadığını belirtti.

Bardakçı, Habertürk’teki yazısında, Suriye savaşı bağlamında konuşan ‘ekran bülbüllerinin’ bilgisizliğini eleştirdi ve Nusayrî inancının en belirgin özelliklerini şöyle anlattı:

İdlib meselesi gündeme gelip de yaşanması muhtemel hadiseler yüzünden kaygılar artarken, yapılan yorumlarda sık sık “Alevîlik”ten bahsediliyor. Bazı yazarlarımız ve ekran bülbüllerimiz Suriye, daha doğrusu Beşşar Esed ile aramızın bozulmasının sebebini Ankara’nın “mezhepçi politika” izlemesine, bizim hükümetin Sünnî ama Esed ile etrafının Alevî olmasına bağlıyorlar…

“Suriye Aleviliği” denen inanç sisteminin isminin doğrusu “Nusayrîlik”tir ve Türk Aleviliği ile hiçbir alâkası yoktur!

Nusayrîlik, dokuzuncu asırda Basra’da dünyaya gelen Muhammed bin Nusayr tarafından kurulmuştur; İslâmiyet’in eski devirlerindeki “Batınî” düşüncenin, “Sâbiîlik”in ve o zamanın diğer inançlarından etkilenmiş bambaşka bir sistemdir. Bu inanca “Alevî” adının verilmesi ise çok daha sonraları, Birinci Dünya Savaşı senelerindedir ve bu isim savaş sonrasında işgal ettikleri Suriye’yi birkaç devlete bölmek isteyen Fransızlar’ın kurmayı arzuladıkları devletlerden biri olan Lazkiye merkezli yönetime koydukları isimdir. Suriye Alevîliği’ni Türk Alevîliğinden ayırmak isteyen Fransızlar bu yüzden “Nusayrî” sözünün karşılığı olarak “Arap Alevîliği”, “Suriye Alevîliği” yahut “Akdeniz Alevîliği”; Türkiye’deki az sayıda Nusayrî için de “Çukurova Alevîsi” ifadelerini kullanmışlar, kavram sonradan sadece “Alevî” hâline gelmiştir.

DÜNYADAN YILDIZLARA YÜKSELMEK

Aslında, “Türk Alevîliği ile Suriye Alevîliği arasında farklar mevcuttur” demek bile gayet yanlıştır, zira bu iki inanç sistemi birnbirlerinden tamamen farklıdırlar ve aralarında hiçbir benzerlik, bağlantı, ilham, etkileşme vesaire yoktur.

Meselâ, günümüzün bu bahislerdeki önemli kaynaklarından olan İslâm Ansiklopedisi, Nusayrîliğin ana kitabının Hasîbî tarafından kaleme alınan ve on altı “sûre”den meydana gelen “Kitâbü’l-Mecmû” olduğunu, inancın mahiyetini ve temel özelliğini eserin “Şehâdet” adını taşıyan on birinci sûresinde geçen “Ben Nusayrî dininden, Cündübî görüşünden, Cünbülânî tarikatından, Hasîbî mezhebinden, Cillî görüşünden, Meymûnî fıkhından olduğuma şehâdet ederim” ifadesinin gösterdiğini yazar.

Nusayrîliğin bambaşka ve kendine mahsus bir inanç sistemi olduğuna dâir bir iki misal daha vereyim:

İslâm’ın reddettiği “tenasüh”, yani “öldükten sonra başka bir bedende tekrar dünyaya gelme” inancı Nusayrîlik’te mevcuttur ve temel inançlardandır. Nusayrî itikadına göre ruh bedenden ayrılır ama dünyaya başka bir bedende tekrar gelir. Bu yeniden doğuş ölen kişinin inancına ve nasıl bir hayat sürdüğüne bağlıdır. Mü’min olan bir Nusayrî inancının sırlarını bilerek ve onların gerektirdiği şekilde hayat sürdüğü takdirde dünyada yedi defa doğar ve nihayet yıldızlara yükselir. Ama hayatlarında inkâr ve kötülük içerisinde olanlar köpek, deve, katır yahut koyun olarak doğarlar; hattâ pis kabul edilen hayvanların yahut haşerelerin bedenlerine de girerler! Böyle kötü ruhlar dünyaya defalarca hayvan olarak gelip gidecekler ve ortaya çıkacağına inanılan Mehdî tarafından insan şekline getirilip öldürüleceklerdir.

Aynı “tenasüh” inancı, Lübnan merkezli Dürzîler’de de vardır…

Seneler önce, annesi Nusayrî, babası da Dürzî olan Lübnanlı bir arkadaşımın büyükannesinin cenazesine katılmak için Şuf Dağları’ndaki köyüne gittiğimde, bu inancın Nusayrîler ve Dürzîler arasında hâlâ güçlü bir şekilde devam ettiğini bizzat görmüştüm…

Nusayrî ve Dürzî şeyhleri geldiler, cenazenin bulunduğu odaya girdiler ama içeriye merhumenin ailesinden yahut taziye için orada bulunanlardan kimseyi almadılar; dualarını kendi başlarına ettiler, ilâhiler mırıldandılar, cenaze apar topar defnedildi ve şeyhler çıkıp gittiler!

Derken etrafı öyle bir neş’e sardı ki, sanki ölü evinde değil, düğünde idiniz!

Arkadaşım gördüklerimin bana pek bir tuhaf geldiğini farketmiş olacak ki, izahat verme lüzumunu hissetti ve “Biz ölenin arkasından pek ağlamayız, zira nasıl olsa ruhunun dünyaya çok yakında tekrar döneceğini biliriz” dedi. Sonra biraz ilerimizde duran hamile kuzenini gösterdi, doğacak yeğeninin kız olduğunu öğrendiklerini ve büyükannesinin “yıldız” ve “melek” olmadan önce dünyaya belki de bu bebeğin bedeninde geleceğini anlattı!

BİZDEKİ DERT ÖYLE BİR DERT Kİ!

Suriye Alevîliği, yani Nusayrîlik işte böylesine karmaşık bir sistemdir, üstelik Nusayrîlik hakkında şimdiye kadar birhayli çalışma yapılmış olmasına rağmen hâlâ kapalı bir kutudur ve pek çok hususiyeti bilinmez…

Mesele işte budur: Bir tarafta temelinde İslâmiyet ile İslâmiyet öncesi Türk inançlarını eski tâbiriyle “mezcettiği”, yani biraraya getirerek kendine mahsus bir şekil verdiği apaçık belli olan bize ait, bizim olan Türk Alevîliği vardır; diğer tarafta ise ismi artık aynı olmasına rağmen esası tamamen farklı bir inanç sistemi!

Peki ama, apayrı bir “din” olan Nusayrî inancını Fransız mâmûlâtı “Alevî” sözüne kanarak bizim Alevîlik ile aynı zanneden köşe ve ekran allâmelerimize ne diyeceğiz?

Haddizâtında söylenmesi gereken çok söz var ama hemen her konuda yorum yapmaya, etrafa yalan-yanlış malûmat kırıntıları saçmaya ve birbirinden kıymetli olduğuna inandıkları tuhaf fikirleri ile milleti yanlış yolda irşâda merak salan bu zevât öyle bir çene ve kalem ishaline uğramıştır ki, dertlerinin devâsı söz ile mümkün değildir!

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *