Dünyanın vicdanı ya geç uyanıyor ya da hiç uyanmıyor

Dünyanın vicdanı ya geç uyanıyor ya da hiç uyanmıyor

Mesela Esed rejiminin işlediği suçlardan sonra herhangi siyasi veya askerî bir yetkilinin mahkemeye çıkarılmasını veya adalet sorgusuna çekilmesini bekleyen biri var mı?

Arakan’dan Guta’ya suçlular, kurbanlar ve geciken adalet

İlyas Harfuş

Myanmar’daki Arakan’dan Suriye’nin farklı bölgelerine kadar; bu ikisinin öncesinde de eski Yugoslavya ve Ruanda’da yaşanan kıyımların hatırası, hafızalarda hala diri. Kurbanların kimlikleri, dinleri, mezhepleri ve etnik bağlılıkları farklı farklı. Ancak suçlunun kimliği, hep aynı. Öldürücü silahlardan ve kurbanları ile muhaliflerine ya da kendi kimliğinden başka bir kimlik taşıyanlara işkence etmekten başka bir varlığı ve meşruiyeti olmayan çirkin bir yüz.

Bu kıyımların dehşeti karşısında dünyanın vicdanı ya geç uyanıyor ya da hiç uyanmıyor. Mesela Esed rejiminin işlediği suçlardan sonra herhangi siyasi veya askerî bir yetkilinin mahkemeye çıkarılmasını veya adalet sorgusuna çekilmesini bekleyen biri var mı? Hele de bu rejimin ve başındakinin geçtiğimiz yedi yıl boyunca Suriye’de işlenen kıyım ve yıkımın doğrudan sorumlusu olmasına rağmen iktidarda kalacağı artık kesinleşirken böyle bir ihtimal var mı gerçekten?

Birtakım raporlar çıktı; sorumluların ve kıdemli subayların isimleri ortalıkta dolaştı. Bunlar, Suriye’nin farklı bölgelerinde bu kıyımların yapılması doğrultusunda emir verenler. Aralarında düzenli aralıklarla ve güpegündüz Rus ve uluslararası yetkililerle buluşanlar da var.

Suriye söz konusu olunca dünya, yalnızca adaleti gerçekleştirmemekle kalmıyor; bu günahın daha da beterini işleyerek işlediği onca suça göz yumup rejimin kalmasını sağlıyor. Üstelik buna bir son verilmesi için pek çok fırsat da ele geçmişti. Bu fırsatların en önemlisi de 2013 yılı Ağustos ayında Guta’da kimyasal silah kullanımıydı. Hem de Barack Obama’nın tehdit ettiği o meşhur ‘kırmızıçizgi’ye rağmen.

Bundan dolayıdır ki uluslararası birçok yetkilinin Suriye’nin geleceğine ve Beşşar Esed’in bu gelecekteki rolüne ilişkin yaptığı son açıklamalar garipseniyor. Hele iki tanesi var ki Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ile Amerikan Dışişleri Bakanı James Mattis’in dilinden döküldü. Bu ikisi, herhangi bir siyasi çözümün gölgesinde Suriye’nin Beşşar Esed’in eline kalmaması gerektiği yönünde çağrıda bulundu. Mattis, ‘Suriye halkının Esed’in direksiyonda olmadığı bir hükümet seçmesi için ABD’nin elinden geleni yapmaya hazır olduğunu’ ifade etti. Fransız Cumhurbaşkanı ise ‘Esed iktidarda kalmışken Suriye’de durumun normale dönmesinin çok büyük bir hata olacağına’ dikkat çekti. Macron soruyor: Binlerce kişinin mülteci olmasının müsebbibi kim? Halkına karşı kıyım yapan kim?

Herhangi bir Suriyeliyi dürüst ve ciddi olduğuna inandıramamış olsa da güzel bir konuşma. Bu açıklamaları yapan Fransız Cumhurbaşkanı, Suriye rejiminin hamisi Rusya ile işbirliği içerisinde Doğu Guta’ya yardım kafilesinin gönderilmesini emreden ilk Batılı yetkilidir. Bu emrin ardından Rejim ve avenesi, geçtiğimiz Temmuz ayında oradaki muhalifleri kovmuştu.

Mevcut Amerikan yönetimine gelince, o da Suriye’de DEAŞ’a karşı savaşta işbirliğine yardımcı olacak bir çıkış ve Amerikan güçlerini Suriye’den olabildiğince az kayıpla çıkarmak için Rusya ile işbirliği yapıyor. Bu da Başkan Donald Trump’ı Suriye politikasından ötürü bir hedef haline getirdi.

Bu, işin Suriye ayağı. Bunun bir de on binlerce kurbanın verildiği ve yaklaşık bir milyon insanın da komşu Bangladeş’e kaçmasına sebep olan kıyıma karşı mücadele veren Rohingyaların yaşadığı Myanmar ayağı var. Dünya bu suça dur demek için de kılını kıpırdatmadı. Elbette oradan buradan bu insanların haklarının acı bir şekilde ihlal edildiğini dillendiren birtakım sesler yükseldi. Bu seslerin çoğu, her gece ekranlara yansıyan trajik görüntülere karşı tepkilerden ibaretti. Ancak bu görüntüler/filmler biter bitmez sesler kesiliyor; dikkatler, daha az veya fazla trajik olan başka bir sahneye ya da suça kayıyor. Sesler de gürültü çıkardığıyla kalıyor. Dünya kendinden utanıp da harekete geçmeye karar verdiğinde ise olan olmuş biten bitmiş oluyor. Suç unsurları tamamlanmış; suçlular ya da en azından çoğu, cezadan yırtmış.

Çeşitli alanlarda insanî çalışmalar ve icatlar yapanlar için bir referans kabul edilen Nobel Ödülü’nden sorumlu olanlar bile, Myanmar Devlet Başkanı Ang San Su Çi’den bu ödülü geri almak için bir sebep görmediler. Ang San Su Çi, bir zamanlar ülkesindeki ordunun baskıcı davranışlarına karşı verilen mücadelenin sembol ismi olarak görülüyordu. Rohingyaların başına gelen bu trajedi hakkında sunulan son raporlar, kendisini bu ihlalleri engellemek için manevi otoritesini kullanmamakla suçlasa da değişen bir şey olmadı. Kıyımların sebepleri hakkında asılsız bahaneler ileri sürdü, ülkesinin ordusuna yöneltilen suçlamaları reddetti ve sorumluların belirlenmesi için yapılacak bağımsız soruşturmaların yürütülmesine engel oldu.

Uluslararası rapor, Myanmar Devlet Başkanı’na ek olarak Myanmar ordusundaki 6 kıdemli subay hakkında da kınama kararı çıkardı. Bu karar ile onların, Rohingyaların maruz kaldığı katliamlardan doğrudan sorumlu olduklarına hüküm vererek onları dünyanın en büyük insan hakları ihlalcisi olmakla niteledi. Rapor, uluslararası ceza mahkemesine çıkarılmaları yönündeki karar ile sona eriyor. Ancak raporun en çirkin yanı, Myanmar ordusunun işlediği korkunç şiddet eylemlerinin on yıllardır beklenen bir şey olduğuna işaret etmesiydi. Demek ki on yıllardır bundan kaçınmak mümkünmüş. Öyleyse uluslararası toplum, bu büyüklükte böylesi suçlara seyirci kalındığına karar verip bunun dini ve kimliği sebebiyle tüm bir halkı katletmek olduğunu kabul ettiğinde aslında kendisini kınamış oluyor. Trajedi üstüne trajedi. Gözlerimizin önünde birçok yerde yürütülen etnik temizlik siyasetini hatıra getiriyor. Tıpkı Sırpların Bosna’da yaptığı gibi. Ya da Esed rejiminin bölgelerin demografik haritalarını yeniden oluşturmak için sistematik olarak yaptığı etnik temizlikler ve bu rejimin ait olduğu azınlığın konumunu yüceltmekle Suriye’nin şehirlerinde yaptıkları gibi.

Herhangi bir suçta geç gelen adalet, kurbanların işine yaramaz. Bunun tarihteki en yakın örneği, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin geçen yıl eski Yugoslavya davasında ‘Bosna Kasabı’ olarak bilinen Ratko Mladiç hakkında müebbet hapis kararı vermesidir. 1995 yılındaki Srebrenitsa Katliamı’nda 7 bin Boşnak Müslüman’ı katledip Sarayevo şehrini kuşatarak 10 binden fazla insanın ölümüne sebep olduktan sonra… Mahkeme Mladiç’ten önce de Bosna Sırp Cumhuriyeti olarak bilinen yapının başkanı olan Radovan Karadziç hakkında 40 yıl hapis cezasına hükmetmişti. Bu hükümler ne işe yaradı? Kurbanların hayatını geri verdi mi? Hakkında konuştuğumuz ve gözlerimizin önünde işlenmeye devam eden suçları engelleyebildi mi peki?

Böylesi tutumlar, ayıbı ortadan kaldırmak ve vicdanları rahatlatmak kabilinden şeyler gibi duruyor. Üstelik mahkemelerin kurulması da devletin veya ilgili rejimin rızasına ve BM Güvenlik Konseyi’nin kararına kalmış. Myanmar hükümeti ve ordusuna karşı böyle bir kararın çıkarılması da zor görünüyor zira Çin onun yanında. Sırbistan vakasında arananların adalete teslim edilmesi için AB’nin baskıları yardımcı bir etken olmuştu ama Myanmar vakasında Hükümet, suçlamaları reddetti. Bu da demek oluyor ki suçlanan subaylara erişmenin bir yolu olmayacak.

Buna benzer bir durum Suriye sahnesinde de tekrarlanıyor. Bu noktada ‘veto’ yalnızca suçlulara ulaşmayı engellemekle kalmıyor. Bu tekrarlanan veto (yani Rusya), Suriye rejimi hakkında uluslararası kınamanın çıkmasına bile engel oluyor. Adaletin gerçekleşmesi işte böyle siyasete ve çıkarlara bağlı. İnsanlar da bu siyaset ve çıkarların önceliği sebebiyle herhangi bir sorgulama olmaksızın öylece kurban gidiyor.

Şarku’l Avsat

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *