Yuvarlak Masa: Türkiye’de Yeni Dönem ve Müslümanlar-I.Bölüm

Yuvarlak Masa: Türkiye’de Yeni Dönem ve Müslümanlar-I.Bölüm

Bu yeni dönemde neler olacak, Türkiye’yi nasıl bir gelecek bekliyor, Müslümanları, İslami düşünceyi nasıl bir gelecek beklediği ve ilgili konuları konuştuk…

TÜRKİYE’DE YENİ DÖNEM VE MÜSLÜMANLAR

İktibas dergisi olarak, 24 Haziran seçimleri sonrasında Türkiye’nin nasıl bir sisteme geçtiği, bu yeni dönemde Müslümanları nasıl bir geleceğin beklediği, ‘yeni’ denilen şartların neler olabileceği ve buna İslamcılığın cevabının ne olması gerektiği konularında bir yuvarlak masa toplantısı düzenledik. Yazarlarımızdan Mehmed Durmuş, Kürşad Atalar, Hüseyin Alan, Mustafa Bozacıoğlu, Mustafa Atav ve Bünyamin Zeran’ın katıldığı ve hoş bir atmosferde gerçekleşen sohbeti, iki bölüm halinde yayına hazırladık. Yeni dönemin çok yönlü bir değerlendirmesini bulacağınız sohbetimizi beğeni ile okuyacağınızı düşünüyoruz…

I.Bölüm

Mehmed Durmuş: Bismillahirrahmanirrahim. 

Değerli arkadaşlar; yeni dönemde neler oluyor, Türkiye nasıl bir sisteme geçti, bugün bunları konuşmak üzere toplanmış bulunuyoruz. 

Gördüğümüz, bildiğimiz kadarıyla Türkiye başkanlık sistemine geçti; Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi olarak da adlandırılıyor. Türkiye parlamenter sistem denilen yönetim tarzını terk etti, başkanlık ve cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi denilen yeni bir sistemi benimsedi. 

Bu yeni dönemde neler olacak, Türkiye’yi nasıl bir gelecek bekliyor, Müslümanları, İslami düşünceyi nasıl bir gelecek bekliyor, bunları konuşalım. 

‘Yeni dönem’ derken neyi kastediyoruz? Belki bunun biraz içini doldurmak gerekir, neler söylemek istersiniz? 

Hüseyin Alan: Bismillah.

Ben tarihi perspektifle giriş yapayım, böylece konuyu kendi bağlamında konuşmuş oluruz. Yeni Türkiye tanımı eskisine gönderme yaptığına göre eski hal ne, yeni hal ne olacak rahat kavranabilir. Yenilikte bir amaç ve bir hedef olmalı, buna uygun olarak da, yenilenmesi gereken bir eski Türkiye olmalı. 

Yeni Türkiye telaffuzu, Özal’dan bu yana yakın tarihte hafızalarda yer etti. 90’larda Graham Fuller’e ait ‘yeni Türkiye’ isimli kitabın tercümesi, 2001’de Kemal Derviş, İsmail Cem ve Hüsamettin Özkan’ın ‘Yeni Türkiye Partisi’ni kurmaları, Ahmet Davutoğlu’nun sıklıkla yeni Türkiye’den bahsetmesi ve son seçimlerde Devlet Bahçeli’nin ‘yeni sistemle cumhuriyetin üçüncü evresine geçiyoruz’ ifadesi ilk akla gelenlerden. 

Osmanlı parçalanıp bugünkü sınırlarda kurulan cumhuriyet, yeniliğin sürekli tekrar edilip, refere edildiği devre. Oysa Türkiye Cumhuriyeti 23 Nisan 1920’de ilk yeni olarak kuruluyor. 29 Ekim 1923 daha önce kurulmuş olan cumhuriyetin hem ilanı hem devamıdır ama ikincisinde nitelik değişiyor. 

1920’de toplanan birinci Meclis, bütün unsurlarıyla olmasa da bir İslami cumhuriyet kuruyor. 1920 ile 1923 Nisan’ı-Mayıs’ı arasında vazife yapıyor. ‘Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’ namıyla 23 maddelik bir kanun çıkartıyor, kapatılana kadar da bunlara ilaveler yapıyor. Bu bir Anayasa değildir. Anayasa lafı 1924’te vazifeye başlayan ikinci meclisle birlikte kullanılacak. 

Teşkilat-ı Esasiye, yeni kurulan devleti teşkilatlandırmakla ilgili kanunlar demek. Dolayısıyla devletin yönetim biçimi, yapısı, işleyişi ve dayanağı itibarıyla kuruluşunu belirliyor. Birinci meclisin üyeleri Batıda gelişen laik nitelikli cumhuriyeti, ulus devletin ve ulus toplumunun oluşumunu biliyorlar çünkü hepsi aynı zamanda hem medrese okumuş, hem Osmanlının Batılı eğitim veren modern okullarında yahut Batıda eğitim görmüş, hem de birkaç lisan bilen insanlar. Entelektüel birikimleri çok iyi ve ne yaptıklarının farkındalar. Teşkilat-ı Esasiye kanunlarından da anlaşılacağı üzere bunlar bir İslam cumhuriyeti teşkilatlandırıyorlar. Bu özellikler sonraki değişimleri anlamak için önemli.

Benzetmek caizse ilk meclis Hazreti Muhammed’in Medine’deki ‘Medine Sözleşmesiyle’ yaptığını yapıyor. Medine sözleşmesi İslami devletin kuruluş esaslarını belirleyen bir tüzük, Müslüman milletin şeri hükümlere dayalı siyasi hükümranlığını tescil eden bir anlaşmadır biliyorsunuz. O vesika da bir anayasa değildir. Kısaca değinip geçersek, anayasa, laik ulus-devletler kurulurken ortaya çıkmış bir kavram, beşer aklına dayalı bir sosyal sözleşme metni, siyasi ve toplumsal alanda en üst normdur. Dolayısıyla laik devletlerin ve toplumların ihtiyacını karşılar. Bir anayasadan bahsedildiğinde laik ulus-devlet yapısından bahsedilir. Bu sebeple birinci meclis, anayasa kavramını değil teşkilat-ı esasiye kavramını kullanıyor. 

Birinci meclisin vazife yaptığı yıllarda hilafet ve saltanat merkezi İstanbul’da, İstanbul ise işgal altındadır. Ankara’da toplanan mecliste 63 seçim çevresi, 330 vekil var. Vekillerin çoğu seçimle geliyor ama o seçim bugün bilinen demokratik seçim değil. Vekil kendi seçim bölgesinin ileri gelenlerinin tensip ettiği biri. Geriye kalanı Osmanlı Meclisi Mebusan’ından tutuklanıp Anadolu’ya kaçma fırsatı bulanlar yahut önceden gelenler. 

İlk meclisin üyeleri, Gayri Müslim tebanın da temsil edildiği Osmanlı mebusan meclis yapısından farklı, üyelerinin tümü İslam milletinden müteşekkil. Şimdi bu meclisin çıkarttığı bazı kanunları analım: 

Türkiye Cumhuriyeti’nin idare şekli cumhuriyettir. Türkiye cumhuriyetinin dini, ‘dini İslam’dır.’ Meclisin çıkartacağı kanunlar şeri fıkha uygun olacaktır. İslam dininin yasak kıldığı müskirat (sekr hali veren her şey) yasaktır. Meclisin hükümranlık alanı Misak-ı Milli sınırlarıdır (Atina, Bulgaristan’ın yarısı, Batum, Kerkük, Musul, Halep, Kudüs dahil Filistin vs). Saltanat ve hilafet birbirinden ayrılır, 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılır. Hilafet görevi meclisin ‘manevi şahsında’ mündemiç olarak bırakılır (meclis bu işi üstlenmiştir). Meclis vazifesini tamamlayıncaya kadar seçime gitmeyecektir.

Bakanlar meclisten seçiliyor, meclise hesap veriyor. Meclisi üyelerin seçtiği başkan yönetiyor. Cumhurbaşkanlığı diye ayrı bir makam yok. İstiklal Savaşını bu meclis yürütüyor. Savaş bittikten sonra Lozan görüşmeleri başlıyor ancak meclis müzakere edilen maddeleri kabul etmiyor, gerekirse yeniden savaşırız diyor. Meclis başkanı M. Kemal, savaşacak gücümüz kalmadı, barış yapalım görüşündedir. İhtilaf bitmez, vazifesini tamamlamadığı halde meclis çok az bir üyenin çoğunluk kararıyla seçime gider. O üyelerle de cumhuriyet ilan edilir. İkinci meclis toplanıncaya kadar geçen arada Lozan anlaşması imza edilir, yeni belirlenen üyeleriyle meclis anlaşmayı onaylar. 

1923’ün Ekiminde işgalci güçler İstanbul’dan ayrılır. Cumhurbaşkanlığı makamı tesis edilir. 1 Mart 1924’te Hilafet ilga edilir. Cumhuriyet halk fırkası adıyla ilk defa bir parti kurulur, Cumhurreisi de olan M.Kemal partinin başkanı olur. Tek adam rejimi dediğimiz dönem başlar, vekilleri, bakanları, başbakanı, yüksek bürokrasiyi cumhurbaşkanı tensip eder.

Bu meclis M.Kemal’in direktifiyle bir anayasa hazırlar. Anayasa aynı zamanda Cumhuriyet Halk Fırkası’nın tüzüğüdür. Meclis’in yaptığı ilk işlere bakıldığında Türkiye İslami cumhuriyet olmaktan laik cumhuriyete dönüştüğü görülür. İlk Meclis’in çıkarttığı Teşkilatı Esasiye kanun maddelerinin tadili yapılır, yeni kanunlar çıkartılır. İnkılaplar bu meclisle birlikte yürürlüğe girmeye başlayacaktır. Şayet bir numaralandırma yapılacaksa bu cumhuriyet ikinci cumhuriyettir. 

Bu meclisin ve daha sonrakilerin çıkarttığı kanunlara misal olarak: Tevhid-i Tedrisat adıyla tek tip eğitim sistemine geçiliyor. Vakıflar, Vakıflar İdaresi adıyla kurulan kurum bünyesinde devletin kontrolüne geçer. Kur’an ve sünnet temelli Türkçe lisan yerine, Latin harflerinden müteşekkil bugünkü kullandığımız yeni Türkçe lisana geçilir. Müslüman kültürün ürettiği ölçü ve tartı aletleri iptal edilir, Batı kültürünün ürettiği ölçü ve tartı aletlerini kullanma zorunluluğu getirilir. Resmi tatil günleri, mesai saatleri ve takvim Batıya uyumlu hale dönüştürülür. Ticari, cezai, mali ve medeni yasalar Batıdan tercüme edilerek ithal edilir. Devletin dini İslam kaidesi kalkar laiklik getirilir… 

Bu sistem ikinci dünya savaşı sonuna kadar gidiyor. 1930’da denemesi yapılıp ricat edilen çok partili sisteme 46’da fiilen geçilir, çok partili parlamenter rejime geçilir. NATO, BM gibi Amerika’nın yeni kurduğu kurumlara üye olunur. 60’a çalkantılı biçimde girilir. 1960 askeri ihtilaliyle Amerikan nüfuzu pekiştirilir. Biliyorsunuz, ikinci savaş sonrası Avrupa emperyalist güçlerinin gücü düşmüş, müstemlekelerini Amerika’ya kaptırmıştır. 1960 Amerikancı ihtilaliyle cumhuriyet üçüncü aşamaya geçer. Buna kanıt olarak, ondan sonra kanun numaralarının 1’den başlamasını, senato, anayasa mahkemesi gibi yeni kurum ihdaslarını gösterebiliriz. 

12 Eylül 1980’le kapitalist dünya sistemi kendi içinde yeni bir aşamaya geçiyor, buna uygun düzenlemeler için 80 ihtilali yapılıyor, Özal’la birlikte pazar ekonomisi ve piyasa devletine geçiş yapılır. Fakat Amerikan sisteminde başkanlık sistemi diye bir şey var, Türkiye’nin buna da geçmesi lazımdır ama cumhuriyetin kuruluş refleksi, üniter devlet fikri, muhalif güç odakları vesaire buna pek hazır olmadığı için bu iş zamana yayılır ve AKP ile süreç finale dönüşür… 

24 Haziran 2018 seçimleriyle birlikte başkanlık sistemi dediğimiz yeni bir döneme geçiliyor. Bu döneme dördüncü cumhuriyet diyebiliriz. Resmi ağızlar kendileri de ifade ediyorlar ki, Türkiye Cumhuriyeti artık yeni bir devlet sistemine geçmiştir. 

Yeni sisteme geçiş seçimlerle birlikte resmen tescillenince dikkatimi bir şey çekti; Cumhurbaşkanlığı kararnameleri eskiden çıkartılan sayılar üzerinden devam ederdi, şimdi 1’den başladı. Oysa biliyoruz ki bakanlar kurulu yahut Cumhurbaşkanlığının çıkarttığı kanun hükmündeki kararnameler 500’ün üzerinde bir sayıyla ulaşmıştı. Bakalım meclisin çıkartacağı yasalarda sayı 1’den mi başlayacak? 

Yeni geçilen başkanlık sistemi, bildik başkanlık sistemleriyle pek benzerlik göstermiyor. Başkanlık sistemleri bir şekilde eyalet sistemleriyle bağlantılı. Cumhurbaşkanlığının 1 nolu kararnamesinin 243. maddesinde İçişleri Bakanlığının görev talimatı belirtilirken bakanlığın Türkiye Cumhuriyeti’nin idari sistemini yenilemek olduğu belirtiliyor. Mülki sistemden bahis yok. Sonradan ekleme olacağını, idari ve mülki yapının değişeceğini düşünebiliriz. Artık bölgesel/coğrafi bazda mı, etnik veya mezhebi bazda mı olur şimdilik bilmiyoruz ama federatif idari ve mülki yapıya geçileceğini düşünebiliriz. 

Kürşad Atalar: “Yeni sistem” derken açmak lazım veya “yeni dönem” derken biraz bunu açmak lazım yeni midir değil midir veya ne açıdan yenidir? Bence yapılan değişikliğin sadece Müslümanlar açısından yeniliği konusu tartışmalı, ama yürüyen bir siyasi sistem olarak baktığınız zaman birtakım şeylerin yeni olduğu da kesin. 

Şimdi bu ‘yeni’ sistemin adı ‘cumhurbaşkanlığı sistemi’ ve uygulamada bilinen başkanlık sistemlerinden önemli farklılıkları var. Yürütmeye, daha doğrusu yürütmenin başına daha fazla yetki veren bir sistem. Tabii resmi söylemle yine de yasama, yürütme, yargı ayrıştırmasına dayalı ve meşruiyeti olan bir sistem olarak tarif edilmiş, Anayasa’ya da o şekliyle girmiş. Her ne kadar bize özgü bir sistem dense de, tabii tanımlanmış başkanlık sistemi özelliklerinden ister istemez kopamıyor.

Tarihsel örneklere bakıldığında, aslında Montesquieu’ya atfedilen ve somut şekliyle yasama, yürütme, yargı olarak tanımlanan ve birbirini kontrol edip denetleyen erklere dayalı, 18. yüzyıla ait bir sistem. Onun öncesinde de Roma’da uygulanan bir sistem, yani orada da senatörler var, konsüller var, tribünler var, benzer bir erkler ayrımı sistemi var diyebiliriz. Tabii bir de tarihsel değerlendirme yapmak lazım. Roma bu sistemi uyguladığında hangi dönemi yaşıyordu? İmparatorluk döneminde miydi, yoksa daha kuruluş döneminden beri uygulanagelen bir sistem mi? Roma’nın bunu imparatorluk döneminde, yani sistemin oturduğu bir zamanda uyguladığını görüyoruz. Avrupa tarihine baktığımız zaman da, yani Montesquieu’nun sistematize ettiği döneme baktığımızda da, Avrupa devletlerinin diğer dünya devletlerinin önüne geçtiği, artık yavaş yavaş bir sistem ihtiyacının ortaya çıktığı dönemde bu teorinin ortaya atıldığı görülüyor. Türkiye’deki değişikliği bunlarla karşılaştırıp tartışmak daha uygun olur. Yani sosyal tabandan gelen bir takım ihtiyaçlara cevap olarak mı bu değişikliğe gidiliyor, devlet aklının ürettiği bir şey mi, yoksa birtakım konjonktürel şartların, değişikliklerin sonucu olarak mı bu sistem öneriliyor sorusuna cevap olarak, tarihsel geçmişinin de dikkate alınması gerekir. Benim kanaatim, Türkiye’deki pratik, Avrupa tecrübesinde ve Roma’da gördüğümüz şekilde olmamıştır, çok özel şartların gereği olarak yapılmış bir değişikliktir. Ayrıca denetleme noktasında da, bu özel şartlar nedeniyle, ciddi manada eksikliği olan bir sistemdir. 

Şimdi bakıldığı zaman, ‘yeni’ sözcüğüne anlam verirken sosyal şartlar açısından öyle çok fazla yenilik olduğu söylenemez; zira normalde önce sosyal şartlar değişir, sonra da ona uygun bir siyasal sistem buluruz. Burada böyle bir şey olmadığını görüyoruz. Yani yapılan değişiklik ‘üst yapı’ kurumuyla ilişkilidir de diyebiliriz. Peki, bu sistem niye getirildi? Bence mesele, AKP’nin bir ‘proje partisi’ olarak Türkiye’de ortaya çıkması, çıkarılmasından sonraki şartlarla doğrudan bağlantılı. Bu projeyi şöyle kısaca ifade etmeye çalışayım: Müslüman dünyasındaki bazı gelişmelere karşılık vermek amacıyla küresel düzen bu coğrafyada siyaset ve toplum alanında bazı değişiklikler istiyor. Hepimizin bildiği gibi, bu sosyal şartlardaki değişikliklere tekabül etmek için ‘ılımlı İslam’ dediğimiz bir uygulamaya geçilmesini yararlı görüyor. Bunu birtakım ülkelerde net deniyorlar, bazıları sırada bekliyor. Türkiye de bunun denendiği ülkelerden birisi. Bu, tehlikeli olabileceği düşünülen İslami gelişmelerin önünü almanın siyaseten bulunmuş çözüm yoludur hepimizin bildiği gibi. Yaşananları, bu saikle iktidara gelmiş-getirilmiş olan AKP’nin bir süre sonra, bir nevi zımni anlaşmanın sınırlarını isteyerek veya istemeden aşarak başka bir yola evrilmesiyle ilgili bir süreç olarak görüyorum ben. Buna ‘demokrasinin sınırlarını aşmak’ denilebilir özet bir şekilde. Zannımca, bu sınır aşıldıktan sonra küresel sistem buna karşı birtakım tedbirler aldı. İşte malum Hakan Fidan olayı ve net olarak 17-25 Kasım olaylarından sonra bence sürekliliği olan bir süreç devam ediyor ve bu ‘yeni’ dediğimiz dönem de bunun bir devamı bence. Yani bu anlamda bir yenilik yok, bir süreklilikten bahsedebiliriz veya devam eden bir sürecin aşamaları denilebilir. “Bambaşka bir yere evrildik, yeni bir şey oldu”, hatta bazılarının dediği gibi “halifelik kurulacak, yeni bir dünya kurulacak” iddiaları doğru değil, en azından ben böyle değerlendiriyorum. İşleyen bir süreç var ve burada belli bir noktaya gelindi. Burada ‘ittifak’ olarak hareket eden taraflar var ve süreç içerisinde bunlar birbirlerine karşı mücadeleye devam ediyorlar. Bir tarafta iktidarını korumak isteyen mevcut hükümet ve bununla ilişkide olan kesimler var, diğer tarafta da onun değişmesini isteyen, küresel güçler, Amerika, Avrupa Birliği, kısmen İsrail vs ile ortaklık içinde hareket eden kesimler var. Tabii burada hangisi daha etkin, kim kime karşı ne yapıyor, bunların da değerlendirilmesi gerekiyor, diğer sorularda onlara da değinebiliriz. Bu çerçeve içerisinde baktığımız zaman şunu görüyoruz: taraflar karşılıklı hamleler yapıyor, bir taraf ciddi bir hamle yapıyor, diğeri ona cevap veriyor. Yenilen taraf pes etmiyor, daha sonra bir hamle daha yapıyor, ve bu böyle devam edip gidiyor. 17-25 Aralık operasyonları, Gezi olayları, Cumhurbaşkanlığı seçimleri, Haziran 2015 seçimleri, Kasım 2015 seçimleri, 2016 referandumu, sonra bu son seçimler, bunlar karşılıklı hamlelerin yapıldığını gösterir. Kısmen bir taraf başarılı oluyor, kısmen öbür taraf. İktidarda olan, iktidarın bazı avantajları olduğu için daha başarılıymış gibi görünüyor. Ama bu mücadele bir şekliyle devam ediyor. Görünürde son seçimlerle birlikte de karşı ittifak, önemli bir mevzi kaybetmiş gibi görünüyor. Bu mücadelenin bittiği anlamına gelmez. Bu aşamadan sonra, seçim süreçleri yoluyla çok fazla bir şey yapabileceklerini düşünmüyorum ama ‘pes’ diyeceklerini de sanmıyorum. Dolayısıyla yenilikten ziyade sürekliliğe dikkat edilmesi gerekiyor. Sürekliliğin doğuracağı sonuçlara odaklanmak ve onların neler olabileceğini tartışmak gerekiyor. 

Mustafa Atav: Bismillah. 

Türkiye’de yeni inşa edilen Başkanlığın, benim yaptığım araştırmaya göre ABD merkezli taklit bir sistem olduğunu söylemek mümkün. Ama kötü bir taklit! ABD’deki başkanlık sisteminin arka planında ise geçmiş dönemlerde İngiltere ve Fransa ile yaptığı savaşların olduğu söylenebilir. Savaşların sonunda bağımsızlığını ilan eden ABD, zaman itibariyle yönetim tarzı olarak başkanlığı benimsemiş. Oradaki işleyişte kuvvetler ayrılığı sistemi var hem de oturmuş bir şekilde. Yasama, yürütme ve yargı kesin çizgilerle birbirlerinden ayrılmış. Anayasa ile erklerden herhangi birinin diğerine üstünlüğü engellenmiş. 

Yani başkan tam yetkili değil, Senato’ya ve Kongre’ye veya mevcut yasalara bağımlı olarak hareket etmek zorunda olan bir lider pozisyonunda. 

Türkiye’deki başkanlık sistemine bakarsak, Amerika’dan farklı bir sistem olduğu, hatta o yüzden Türk tipi başkanlık sistemi diye isim verildiği bir vakıa. Geçmişe baktığımızda bu başkanlık sistemine öykünen Alparslan Türkeş var, Muhsin Yazıcıoğlu özellikle dile getiriyor, Süleyman Demirel ve son tahlilde Özal başkanlık sistemini kendi zamanında gündeme taşıyanlardan.

Şimdi biraz komplocu yaklaşıyorum; 12 Eylül, 28 Şubat, e-muhtıra gibi olayların, koalisyon dönemlerinde gelişen kaosun, Türkiye’yi sanki Başkanlık sistemine zorladığını düşünüyorum. Yani koalisyon hükümetlerinin başarılı olduğu bir tarih yaşanmış değil Türkiye’de. Çok sesliliğin fayda getirmediği yine tarihsel dönemde tescillenmiş. 

Hatırlayalım, Recep Tayyip Erdoğan’ın geçmişte özellikle başkanlık sistemine karşı olduğunu görüyoruz. O dönemin siyasal aktörleri gündem ettiklerinde başkanlığı eleştirdiği tarihin sayfalarında kayıtlı. Ama sonraki süreçte durum değişti, tam aksini dile getirmeye başladı. Sonuç ortada. 

Yine ABD’ye atıf yaparsak orada CIA var, Pentagon var; İsmet Özel sık sık dile getirir, ABD’de tek başına başkan bu işi götürecek pozisyonda değil diye. Yani Kongre, Senato gibi unsurlardan daha çok CIA ve Pentagon gibi güçler duruma vaziyet ederler. Diğer devletlere de bu başkanlık sisteminin Pentagon ve CIA gibi örgütlerle, onların kurduğu enstitü, araştırma merkezleriyle, think tank kuruluşlarıyla pazarlandığı iddia edilir. Böyle bir şey var, globalleşme bazında bir yaygınlaştırma söz konusu diyelim başkanlık sistemi için. Ve dünyada onlarca devlet şu an başkanlık sistemiyle yönetiliyor. Bazıları da Fransa gibi, Rusya gibi yarı başkanlık sistemiyle yönetiliyor.

Bu işleyişten şöyle bir ekonomik veri de çıkarılmış: Başkanlık sistemiyle yönetilen ülkelerde gayrisafi milli hasıla daha fazla, yani kişilere düşen gelir anlamında. Yarı başkanlık sisteminde ondan biraz daha az, bizim gibi geçmişte parlamenter sistemle yönetilenlerde ekonomik anlamda gayrisafi milli hasıla düşük. Bakıldığında sanki başkanlığa öykünme teşvik ediliyor. Fakat nasıl söyleyeyim, Türkiye’deki uyarlanan başkanlık sistemine yine komplocu olarak bakılırsa Türkiye’ye deli gömleği giydiriliyor şeklinde yorumlar da var. Yani Türkiye’ye uyarlanabilecek bir sistem olmadığını, hatta biraz daha keskin bir ifadeyle 6 ay gibi kısa zaman içerisinde parlamenter sisteme dönülebileceğini söyleyenler var ki bu zaman 6 ay olmaz da belki daha uzun bir süre olabilir. Çünkü Afrika ülkelerinde başkanlık sistemini uygulayan birçok ülke diktatöryal sisteme dönüşmüş. Bunu gören bazı diğer ülkeler de tekrar parlamenter sisteme dönmüşler, böyle bir seyrü seferi de var başkanlığın. Olumlu yaklaşanlar da var. ABD sistemi örneğin bu anlamda çok olumlu kabul ediliyor, keza Rusya gibi yarı başkanlıkla yönetilen devletlerdeki işleyiş de. Hüseyin Alan’ın söylediği dünya üzerinde kurulan ekonomik güç bağlamında. Bugün ABD tüm dünyaya nüfuz etmiş kabul edilir ama Rusya yadsınamaz, İngiltere ve Fransa bu anlamda zaten yadsınan ülkeler değil. 

Türkiye’ye uyarlanan başkanlık sisteminin nasıl uygulanabileceği noktasına bakıldığında, mesela yasama-yürütme noktasında Erdoğan çok yetkili. Yargıya emir verebiliyor, Anayasa Mahkemesini, Hakimler-Savcılar Kurulunu atayabiliyor. Bakanlık söz konusu olduğunda dışarıdan insanlar ki bunlar yasayla gelmiş durumda, milletvekili olmayan insanlardan istediğini atayabiliyor ve istediği gibi de tasfiye edebiliyor. Bugün beğenmediği bir insanı tekrar görevden alabilecek. Meclis’i feshedebiliyor yani ters bir durumda, yeniden seçime sevk edebiliyor. Mesela KHK, bundan sonraki süreçte kanun hükmünde kararnamelerle ülkenin yönetileceğini söyleyen hukukçular var. Birincisi dedin sen, mesela ard arda birkaç tane KHK yayınlandı, 1’den başladı, bunun devamı da gelecek mümkün ihtimaldir. Anayasa bir tarafta duracak ama başkan kanun hükmünde kararnamelerle ülkeyi yönetecek, böyle bir yetkisi var, çünkü muhalefet bağlamında buna karşı gelebilecek Meclis çoğunluğu da yok.

Bir parantez açayım; muhalefetin bu başkanlık seçiminde başkanlığı kazanmak için çok uğraştığını söylemek sanıyorum zor olsa gerek. Yani adaylara baktığımızda başkanlık sisteminde Erdoğan’a rakip olacak bir kişi yoktu; İnce dahil, Akşener dahil. Ama onlar daha çok ittifak kurarak Meclis’te kendi lehlerine bir çoğunluk elde etmeye çalıştılar. Bu çoğunluk başkanın yasamada gücünü kırmak anlamındaydı, bunu başaramadılar. Şu anda MHP de yanında olduğu için Başkan Meclis’te kuvvetli. Bundan sonraki süreçte kanun hükmünde kararnamelerle iş nasıl yürütülecek hep beraber göreceğiz. 

Tüm yetkiler, geçmişteki başbakanlık sistemine göre baktığımızda, tüm yetkiler Başkana aktarılıyor. Bu Afrika ülkelerinde olduğu gibi yani başkanlığın zamanla despotizme, diktatörlük sistemine evrilmesine ilişkin kuşkular var. Nitekim bazı hukukçular bu şekilde ele alıp Türkiye’deki başkanlık sisteminin diktatöryal sisteme dönüşme ihtimalinin olabileceğini iddia ediyorlar. Bir varsayım bu ama yaşayan görecek tabii ki. 

Kanun hükmünde kararnamelerle ilişkin şöyle bir durum var: Anayasayı daralttığını, Anayasanın varlık sebebini ortadan kaldırmaya yetebilecek güce sahip olduğunu söylemek mümkün. Çünkü dikkat ederseniz sürekli gündemde tutulan başkanın kendisi, onun çıkardığı kanun hükmünde kararnameler Anayasa Mahkemesi vs. gündeme gelmeyecek yani gelemiyor, çünkü o tek yetkili olma pozisyonunda. 

Uzatmayayım, ABD merkezli diye çoktandır tartışılan başkanlık Türkiye’de zaman itibariyle içselleştirildi, bunu dediğim gibi Özal, Demirel, Türkeş, Yazıcıoğlu falan gündeme getirdi, R.T.Erdoğan başlangıçta karşı çıkmasına rağmen sonraki süreç itibariyle kabul etmek zorunda kaldı. Bundan sonraki süreçte de bu başkanlık sistemini kendi düşünce dünyasına göre yeni baştan biçimlendirecek.

Burada biz Müslümanlar ne yapabiliriz, bunu sonra mı konuşalım?

Bünyamin Zeran: Bismillahirrahmanirrahim. 

Ben bu dönemin Müslümanlar açısından yeni bir dönem olmadığı kanaatindeyim. Özellikle tevhidi anlamda Müslümanların geçmişte nasıl bu sistemle temelde dünya görüşü olarak bir hasımlığı mevcutsa, şu anda da yine aynı şekilde bu hasımlığın devam etmesi gerektiğini düşünüyorum. Müslümanların Kur’an’ın emri gereği küfredenlere karşı hiçbir sempati ve sevgi beslememesi gerektiği için Müslümanlar için yeni dönem ifadesinin çok da bir kıymetinin olmadığını düşünüyorum. 

Ama rejim açısından bakılacak olursa, siyasal yönetim biçimi açısından birtakım yenilikler getirdiği de kuşkusuz ortada. Mesela yeni dönemde iktidar kavgaları önceki gibi olmayacak. İktidar çizgileri daha keskin olacak “ya tamamen benimsin ya da değilsin” bağlamında bir yere oturacak. Yani yeni dönemde başkanlık sistemi dediğimiz sistemin içerisinde ipler yürütmenin elinde çok daha sıkı bir şekilde olacak. Parlamenter sistemde kuvvetler ayrılığı ilkesi teorik olarak da olsa etkin gözükürken başkanlık sisteminde yargının ipleri yürütmenin eline geçmiş görünüyor. Örneğin Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu üyelerin atanma biçimlerini göz önünde bulundurduğunuzda, kurulun 4 üyesini Cumhurbaşkanı direkt kafadan kendisi atıyor, 7 tanesini Meclis seçiyor, kalan 2 ya da 3 tanesini o seçilenler içerisinden onlar seçiyor. Mecliste çoğunlukta olan iktidar partisinin seçmiş olduğu 7 üye, parti başkanının seçmiş olduğu 4 üye ve bu üyelerin seçmiş olduğu kalan diğer üyeler göz önüne alındığında ayrıca Adalet Bakanı da bu kurula kurulun doğal bir üyesi olarak başkanlık ettiğine göre, baktığımızda yargının kesinlikle yürütmenin emrinde çalışan bir memur gibi hareket ettiğini görmüş oluruz. Baktığımız zaman bu kuvvetler ayrılığı, demokratik yönetimlerin ilkeleri içerisinde benimsemiş olduğu olmazsa olmaz ilkelerdendir. Ama yeri geldiğinde bu helvadan putunu yiyebiliyor, böyle bir problemi ve sıkıntısı var. 

Cumhurbaşkanlığı başkanlık sistemini dünyada ki diğer başkanlık sistemleriyle karşılaştırdığımızda özellikle Amerika’daki başkanlık sistemiyle bariz farklılıklar görebiliriz. Amerika’daki başkanlık sisteminde başkanı seçiyorlar ve başkanı seçtikten yaklaşık 2 yıl sonra da senatonun seçimleri söz konusu oluyor. Şimdi bu şu demek: Başkanın seçildikten sonraki faaliyetlerinden eğer o toplum rahatsızsa, yani sıkıntılıysa, senatoda çoğunluğu ona vermeyerek, farklı bir partiye vererek o anlamda yürütmeyi denetleyebilen ya da hizaya çeken bir sistem oluşturabiliyorlar. Bu şekilde bir denetleme biçimi olabiliyor. Ama Türkiye’deki başkanlık sistemi, senatoyla başkan seçimi aynı anda gerçekleşiyor ve başkanı deneme şansı yok. Artık halkın bahtına ne çıkarsa, meclisteki çoğunluğu da almış vaziyette güçlü bir şekilde iktidara geliyorlar.

Yüksek makamlara yapılan atamalara baktığımız zaman, yüksek makamlara yapılan atama da ciddi bir problem. Mesela Amerika’daki başkanlık sisteminde, kritik noktalara atama konusunda meclis çok etkin. Yani başkan senatonun onayını almadan bu kritik makamlara herhangi bir atama yapma gibi bir durumu söz konusu değil. Başka bir fark; cumhurbaşkanı yardımcısını ABD’de yine halk seçiyor. Ama Türkiye’de böyle bir şey yok, cumhurbaşkanı istediği kişiyi yardımcısı olarak atayabiliyor. Ya da kritik mevkilerin başına getirmek istediği kişileri Türkiye’de başkan hiçbir denetime tabi olmaksızın atayabiliyor. O açıdan baktığımızda yeni dönem, yeni sistem Türkiye’de biraz da yarı diktatörlük gibi, yani tam diyemiyoruz, çünkü bir yerde yasama yine bu anlamıyla etkin gibi duruyor. 

Başkanlık sistemini bir de küresel ölçekte değerlendirecek olursak böyle bir sisteme niçin gerek duyuldu? Parlamenter bir sistem zaten devam ediyordu, gerçekten sadece geçmişte yaşanan koalisyon sıkıntıları yüzünden mi böyle bir değişikliğe ihtiyaç duyuldu? Yoksa hakikaten konjonktür gereği yapılan bir tercih miydi? Bu soruyu cevaplarken benim aklıma 1 Mart 2003 tezkeresi geliyor. Irak’ın kuzeyden işgalini onaylayan yasa meclisten geçmemişti. O anlamıyla ABD gibi küresel güç ya da küresel gücü elinde tutan insanlar/yönetimler Türkiye’de yargıyla ayrı, parlamentoyla ayrı, filancayla ayrı ilgilenmekten daha ziyade tek bir kişiyle mi projelerini hayata geçirmeye çalıştılar? Bu model Türkiye’de tutarsa Ortadoğu’daki diğer ülkelere de uygulanabilecek bir yöntem şeklinde mi düşündüler acaba? Ya da bu projenin hayata geçmesinde bekledikleri başka bir etki mi vardır bilemiyorum. Bu sistem, küresel güçlerin bir projesi gibi duruyor ben buradan baktığımda. Diyorum ki; Erdoğan da bu projenin zaten bir parçasıydı, AK Parti de bu projenin bir parçasıydı ve bu projenin gereği olarak da böyle bir sisteme geçilmesi gerekirdi. Bu sisteme geçiş aşamasında öncelikle ülke içerisinde birtakım entelektüeller, işte medya-basın organları vesaire olayın pişirilmesinde, hazırlanmasında aktif rol oynadılar ve Türkiye için çok gerekli ve çok önemli bir sistemmiş gibi dayattılar ve genel itibariyle de bu sisteme geçildi. 

Bu sistemin argümanları da çok enteresandır bana göre; madeni para basıldı bu göreve başlama parası diye. Ayrıca Hacı Bayram camiinde dualar edildi ilk meclis örneğinde olduğu gibi. Bir tek kılıç eksikti diyebilirim. Geçmiş padişahların ya da halifelerin para bastırması, hutbe okutması ve bir de kılıç kuşanması ile oldukça benzer bir durum. Bir taraftan da halkın nabzını güzel tutuyorlar. Neo Osmanlıcılık mesajını alttan alta vererek.

Mustafa Bozacıoğlu: Bismillahirrahmanirrahim.

(Rabbim işimize karış; bizi bize bırakma, işimizde rızanı, Kendini unutturma!) 

Şimdi genel çerçeve zaten arkadaşlarca gayet net çizildi, ben onun için çok fazla detaya girmeyeceğim bu konuda, bir-iki şeyin altını çizmek istiyorum. Bahsedildiği gibi, hakikaten buradaki ‘yeni’ kavramı yeni bir kavram değildir. Özellikle kullanılmış; masum olmayan bir kavramdır bence. AROG’da bir replik, sahne vardı, bir kulübeden zıplayıp dışarıya çıkarak ve ‘zamanla daha iyisini, ilerisini (yenisini) yapacaklar’ diyerek: ‘Deminden şimdiye geldim!’ şeklinde. Aynen bunun gibi. Dünden bugüne değişen bir şey yok! Aynı kurgu devam ediyor. Bir oyun var oynanıyor, sadece şekli değişimler, güncellemeler o kadar. 

Kürşad kardeşimizin de dediği gibi süreç devam ediyor. Peygamberler dahi ‘türedi’ olmadıklarından bahsederken, sanki şu reel durum, hal ve konum ‘ağaç kavuğundan çıkmış gibi’ tarihsel seyri atlanarak sadece bir kavrama sıkıştırılmaya çalışılıyor. Burada aslında ‘millete/ulusa ait olan/olduğu söylenen egemenliğin farklı şekillerde isimlendirilmesi söz konusu. Bunun nasıl somutlaştırılacağı meselesi… Biz tamamen bu oyunun, bu kurgunun dışındayız. Adının Ali olması, Veli olması, Ahmet olması, hiçbir şeyi değiştirmiyor neticede. Sistemlerden sistem, rejimlerden rejim tercihi oyunun, kurgunun aslını değiştirmiyor. Elma ile çürük elma farkı kadar bir şey! Şöyle bir şey var; hani kural ihlali söylemleri zamanlarında Anayasa Mahkemesine müracaat ediliyor ya belli çevrelerce -kişilerce de edilebiliyor- Anayasa Mahkemesi bakıyor, işte diyor ki ‘şekil yönünden uygun değil’, geri gönderiyor. Bu şekil yönünden bizi hiç ilgilendirmiyor, bunun adı halifelik olsa da bizim açımızdan şu an itibariyle dünden bu yana bir şey değişecek değil. Yani çok mukayese ettiğimizde, İslam devletinin kavramlarında da bu tür şeyler bulabiliriz, hani illa da diktatörlük demek zorunda değiliz. Yani öyle yetki belli yerlerde toplanabilir, alınabilir, paylaştırılabilir, bunlar bizim açımızdan sıkıntılı şeyler değil. Burada önemli olan; hani işte bilgisayarın yazılımında olduğu gibi içeriğe bakmak. İçerik/asıl ve üsûl anlamında bizi ne kadar ilgilendiriyor, bizim bunlarla ilgilenmemiz gerekiyor. Yani neticede dediğim gibi, işte millete ait egemenliğin nasıl somutlaştırılacağı, nasıl isimleştirileceğiyle ilgili bir oyalamaca var şu an. Biz de kısmen bu işin içine girmiş gibi oluyoruz. Denizin taşıyla denizin kuşunu vurmaya devam ediyorlar. Onun için biz biraz daha ihtiyatlı olmamız gerekiyor. Tabii ki hiç bunu konuşmayalım, tartışmayalım anlamında değil. Ama biz dediğimiz gibi meseleye usul ve içerik açısından bakmaya devam edeceğiz.

M.Durmuş: İlmihali nasıl tarif ediyorlar? İlmihal, hal ilmi, yani kişinin lehinde ve aleyhinde olanları bilmesidir. Biz Müslümanlar da gerek bu ülkede, gerek dünyada olanlara bigâne kalamayız, kalmamamız gerekiyor. Anlamamız, dinlememiz gerekiyor. Bu açıdan gündemimizde olmak da zorunda. Bunları tanımak, bilmek zorundayız, bir cevabımız olacak kendimize göre. Çünkü nebevi yöntem de bunu gerektiriyor herhalde. 

Şimdi yeni ile ilgili şeyler, doğru ben de öyle düşünüyorum: Bundan belki bir 500 sene sonra, tarih yazdığı zaman herhalde şöyle bakılacak diye düşünüyorum: Türkiye Cumhuriyeti Devleti 1920’lerde, 1923’te kuruldu, işte 2018 yılına falan gelindiğinde artık bir yenilik ihtiyacı hissetmişti. Aslında bugüne kadar sürekli yenileşmeler oldu, birçok arkadaşımız buna değişik vesilelerle işaret etti. Mesela işte Hüseyin Abi özetledi, 1923’teki bir değişikliktir, 28 Anayasası bir değişikliktir, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının kurulması bir değişiklik, Serbest Fırkanın kurulması aynı şekilde, işte Mustafa Kemal’in ölümüyle beraber İnönü’nün Başkan olması vesaire. 46 seçimleri çok önemli, çok partili sisteme geçmenin denemesi yapılıyor, geçilemiyor, 1950’de geçiliyor. 60 darbesi hakeza, sürekli sistemin, daha sonra 12 Eylül 1980, arkasından aynı sistemin Özal liderliğinde ANAP’ı çıkarması, Süleyman Demirel gibi bir şahsın, bu ülkede 40 yıla yakın bürokraside ve siyasette etkin olması, yani milletin kaderine yön verenlerden birisi olmuş olması, arkasından Necmettin Erbakan, Milli Görüş Hareketinin zuhur etmesi, buna bir ön açılması. Bütün bunlar sürekli sistemin atraksiyonları gibi görülüyor ki öyledir de. Yani haklı olarak tabii ki bu sistem de bir insan gibi, canlı organizma gibi yaşıyor, gelişiyor, büyümek istiyor, postunu sağlamlaştırmak istiyor, bazen postallar öne çıkıyor, ama ona da işte bir şekilde zaman içerisinde sivilleşme yoluyla falan ket vurmaya çalışıyor haklı olarak kendince. Bu anlamda Ak Parti’nin, AKP’nin iyi değerlendirilmesi lazım. Müslümanlar olarak çok az bir kesim belki bu olayın (AKP’nin) üzerinde durdu, bizler anlamaya çalıştık, irdelemeye çalıştık.Genel itibariyle maalesef Müslümanlar sınıfta kaldı diye düşünüyorum. Yani AKP olayı kuruluşuyla, işleyişiyle, işte siyasetten ne anladığıyla, hedefleri vesaire anlamında çok tahlil edilmediğini, duygusal yaklaşıldığını düşünüyorum. 

Evet, işte 500 sene sonra diyorum tarih yazsa herhalde diyecek ki, sistem gelişiyordu, kendine bakması gerekiyordu, belki işte değişik bir dip dalga itekliyor Türkiye’yi böyle bir sürece, onların iteklemesiyle beraber başkanlık sistemi diye bir şeye geçilmesine karar verildi. Ama Türkiye’de şu andaki algı, ben özellikle biraz oraya yaklaşmaya çalışıyorum, toplumdaki algı; işte Recep Tayyip Erdoğan gibi bir lider var, Allah bunu başımızdan eksik etmesin deniyor, Allah’ın lütfu olarak görülüyor. Ülkenin anlı şanlı, 60 yılını ilahiyata vermiş hocaları tarafından Allah’ın lütfu olarak filan adlandırılıyor. Bu adam çıktı işte aklı, zekâsı, ileri görüşlülüğü, ufku, siyasi basireti ile Türkiye’yi siyasal bir bataklıktan kurtaran başkanlık sistemi gibi çok aydınlık bir yola çıkardı, başkanlığı getirdi, Türkiye işte hızla ilerliyor ilerlemesi gereken yolda gidiyor gibi algılanıyor, böyle bakılıyor. 

Burada hemen bir parantez içi şuna değinebiliriz: Şu anda başkanlık sistemiyle ilgili bütün konuşmalar, yapılan icraatlar, yaklaşım başkanlıktan ziyade tek kişinin, tek bir başkanın şahsına odaklanmış vaziyette. Başkanlıktan ziyade filanca kişinin başkanlığı konuşuluyor aslında. Ama yarın bir gün ileride başkan değiştiği zaman, şimdi sizlerin de değindiğiniz gibi bu bir diktatörlüğe falan dönüşürse ve o zaman sıkıntı verici icraat olursa ne olacak? Orası da herhalde o zaman konuşulacak Allahu alem, o zaman tedbirler alınacak gibi geliyor bana. 

Bu toplumu anlamaya çalışıyorum. Toplumun en az yüzde 50’si, diğer yüzde 50’nin de büyük bir kesimi açıktan, oylarıyla, sözle, yazıyla, tepkileriyle farklı şey söyleseler de zihinleri içerisinde alttan alta belki katılıyor, destek veriyorlar Türkiye’nin böyle bir sistem değişikliğine gitmesine. Toplumun büyük bir kesimi, kendisi düşündüğü ve Türkiye’ye başkanlık gerekiyor, böyle bir başkanlık sistemiyle Türkiye şahlanır falan dediği için değil, böyle bir kanaati kendi ilmî tetebbuatı, tefekkürü, taakkulu ile varmış olduğundan değil, şu andaki gelinen konjonktür böyle, yani herkes böyle konuşuyor. Türkiye’de topluma siyasete yön verenler buna karar vermişler, demek ki bu böyle, ben de böyle düşünmeliyim diye katılıyor. Yani güç neredeyse onun da kanaati orada, böyle bir gerekçeyle buna katılmış durumdalar. Dolayısıyla bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete gibi bir durum. Allah tabii sonunda ne gösterir bilemiyorum. Bu açıdan toplumun tahlil edilmesi anlamında belki bir ders konusu adeta.

Epeyce zamandır Recep Tayyip Erdoğan’a halife gözüyle bakılıyor. Türkiye şu anda demokratik bir hilafete doğru gidiyor, bu da onun çok önemli bir aşaması, bir adımı olsa gerek. Şimdi yeni dönemde, bu ‘yeni’ dediğimiz dönemin baskın karakteristikleri neler diye baktığımız zaman, Mustafa Bozacıoğlu kısmen değindi, halk egemenliği, yani hâkimiyet kayıtsız şartsız halka ya da millete ait ya, biz bizzat yaşayarak, bu halkın egemenliğinden ne anlaşılması gerektiğini çok açık görüyoruz. Yani halk derken aslında, yönlendirilmiş, güdülenmiş, bir şekilde etkilenmiş halkların zihniyeti başkanlık sisteminde toplanacak, halk böyle egemen olacak! Bundan önce de halk vekilleri seçiyordu, Parlamentoya yansıyordu o egemenlik güya.

Yeni dönemde yine demokrasi ve demokratik değerler bütün gücüyle varlığını sürdürüyor, daha da güçlenecek demokratik kavramlar, demokratik müesseseler, demokratik zihniyet çok güçlenecek ve bunlarla beraber sekülerizm. 

İşin garip tarafı, AKP iktidarı 16 yıllık icraatlarında sürekli dini soslu birtakım icraatlara yer verdi, işte başörtüsü yasağını kaldırdı mesela. 

M.Atav: Kaldırmadı… 

M.Bozacı: Yasal bir dayanağı yok hala… Bir de konsensüs denildi, CHP’nin tavrına bakıldı… 

M.Durmuş: Yasal dayanağı yoksa da şu anda fiilen başörtüsü yasağı yok ve bu, toplumda ezanın serbest bırakılmasına benziyor. Demokrat Parti zamanında, ezanı isteyen Arapça okuyabilir diye bir yasa çıkarıyor, bu da ona benziyor. 

Tayyip Erdoğan konuşmasını yaparken, devlet başkanlarının, yabancı ülke misyonlarının da bulunduğu törende konuşma yaparken Fatiha Suresinin anlamını okuyarak, oradan dualar yaparak sözlerine başlıyor, besmeleyle başlıyor, arkasından özellikle Cuma gün Hacı Bayram Veli Camisine gidip Cuma namazını orada kılıyor ve namaz çıkışında da ben izlemedim ama dualar edilecekti, herhalde edilmiştir. Bununla aslında Mustafa Kemal’in Meclis’in açılışını Cuma gününe denk getirmesi, Buhari-i Şerifler okutulması, Kur’an-ı Kerim hatmi, Kur’an-ı Kerim el üstünde taşınıyor Meclis’e kadar falan; oraya bir gönderme var. Ve bazı gazeteciler, özellikle iktidara çok yakın düşünen gazeteciler arada çok önemli bir bağ kuruyorlar. Yani burada, 500 sene sonra yazdığı zaman sistemin kendini yenileme gereği duyduğu, onun için yenilediğini yazacaklar kanaatime destek veriyor diye düşünüyorum. Sistem bu anlamda kendini temizliyor, bakıma alıyor. Bu anlamda bir süreklilik var diye düşünüyorum. 

Ekonomiye, finans konusuna çok önem veriyorlar, ekonominin düzeltilmesi gerekiyor. Teknoloji, bakanlıkların seçiminde falan buna dikkat ediyor yeni Başkan. İlerleme kavramı, yine ilerlemeye devam ediyor. 

Bu arada benim nazarımda çok önemli olan, dinî soslar asla ihmal edilmiyor ve daha da devamı gelecektir. Zaten bizim toplumu da adeta sevinçten uçuran, göklere çıkartan bunlar oluyor. Yani şu andaki birtakım İslamcı denilecek insanların, entelektüellerin tavrı, bakışı bu; daha ne istiyorsunuz, bak şunlar oluyor, bunlar oluyor. Yani sanki Türkiye gerçekten bir hilafet rejimine girdi, Türkiye’ye hilafet geliyormuş gibi bakış içindeler. Hâlbuki demokratik hilafet, yani aslında hilafet dediğimiz tamamen aksesuar, görünüşte, gösterişte, lafta. Ama esasta sekülerizm dibine kadar iyice kökleşiyor, toplum zaten bütünüyle değişmiş, zihinler buna ikna olmuş, seküler bir hayattan yana. Bir yerde okumuştum, AKP seçmeninin yüzde 50’si zaten seküler yaşıyor diye anketlerde öyle bulmuşlar. AKP seçmenin yüzde 90’ı seküler bir hayat tarzından yana diye bir sonuca ulaşmışlar. Yani yeni dönemin baskın karakteristikleri bunlardır diye düşünüyorum. Birilerine, işte Türkiye demokratik hilafete gidiyor dedirtecek uygulamalar, icraatlar sürüyor. Bilmiyorum sizler neler dersiniz? 

K.Atalar: Bu soruyla ilgili küçük bir ekleme yapılabilir: Altyapı şartlarına uygun siyasal sistem bulunması ihtiyacı her toplum için var, bunun doğru tespit edilmesi lazım. Şimdi Cumhuriyetin kuruluşundan beri uygulanan siyasal sistem bu halkın, bu altyapının özelliklerine ne kadar uygun; baştan beri sorulabilecek bir soru bu. Ya da Osmanlı veya Selçuklu’da uygulanan saltanat sistemi, İslam’a ne kadar uygundu, değil mi? Modern dönemde bile tartışma var, hilafet değil de başka bir yönetim şekli de olabilir mi diye? Hilafet vahiyle inen bir sistem mi değil mi, tartışılıyor. Bir de tabii hatırlamamız lazım, Ercümend abi de İktibas’ta başkanlık sistemi üzerine bir kavram yazısı yazmıştı ve özet olarak bu sistemin, icraya daha fazla hareket serbestisi kazandırdığı gerekçesiyle daha iyi olduğunu savunmuştu. Şimdi İktibas okurları onu okur ve yanlış bağlantı kurabilir, izah gerektiren bir konu olarak görüyorum ben bunu. Bağlam çok farklı olduğu için bugüne hitap etmeyeceği rahatlıkla söylenebilir. Ama okuyanın aklında soru işareti kalabilir: “Meğer Ercümend Bey, zamanında bunu desteklemiş, niye itiraz ediyorsunuz?” diyenler olabilir, o yüzden belki açıklama gerektiren bir husus olarak görülebilir. Şimdi bağlamı farklı dedik, yani Ercümend abinin o yazıyı yazarken bugünkü sistemi kast etmesi mümkün değil. 

‘Cumhurbaşkanlığı sistemi’ denen bu sistem, eyaletlerle filan da doğrudan bağlantılı değildir, bilakis denge ve denetlemenin kesin garanti edildiği bir yerde icranın güçlendirilmesine dayalı bir mantığa dayanır. Dolayısıyla bazı tarihsel dönemlerde ve bazı toplumlar için iyi olabilir, bunu söylemek lazım. Mesela parlamenter sistem genel olarak Avrupa’ya, yani Avrupalıların yaşamış olduğu süreçlere daha uygundur denebilir, Başkanlık sistemi de denetleme konusunda problemleri olan Amerika gibi toplumlar için, yani çok farklı yerlerden gelmiş, farklı eyaletlerden oluşan bir yerde daha uygundur, vs. denilebilir. Daha doğrusu, bir sistemin uygunluğu meselesini çok şablonik de değerlendirmemek gerekiyor. Şartları göz önünde tutmak lazım. Osmanlı ve Cumhuriyet deneyimlerini yaşamış bir toplum olarak Türk toplumu açısından baktığımız zaman, eğer bu iki farklı sistem karşılaştırılacaksa burada şartları iyi değerlendirmek gerekiyor. Benim görüşüme göre, acil karar alınması gerekli olan şartlarda, niyetin iyi, denetleme mekanizmalarının da sağlam olması kaydıyla, başkanlık sisteminin o toplumun daha çok işine yarayacağı söylenebilir. Parlamenter sistemin de, genel olarak daha oturmuş toplumlarda iyi işleyebileceği söylenebilir. Bizim toplum hiç oturmadığı için, yani Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyet döneminde hızlı geçişler yaşandığı için burada iyi niyet faktörü de çok bulunmuyor, ayrıca ve özellikle büyük güçlerin etkisi faktörü var! Bunlar devreye girince artık bir sistem tartışmasını rahat yapamıyoruz. 

Yani demem o ki, başka şeylere bakmak lazım aslında, yani sistemi tartışmaktan ziyade başka şeylere bakmak lazım. Neye bakalım peki? Aslında en somut şekliyle söyleyecek olursak, burada olan şu: Erdoğan kendini korumak istiyor, bu sistemi bunun için istiyor. Bakın, dikkat edin, ne zamandan beri bunu istiyor? Aslında Erdoğan başlangıçta başkanlık sistemi değil yetkilerinin artırılmasını istiyordu. Hatırlayın, önce cumhurbaşkanı olmak istedi, olamadı. Sonra onun yerine Abdullah Gül oldu. Daha sonra, yani 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde istediğini aldı ama “ben ilk defa halkoyuyla seçilen cumhurbaşkanıyım” dedi, çünkü bu güç sağlıyor insana, öyle değil mi? Şimdi ise dikkat edin, bu değişiklik, darbe olayından sonra ve MHP’nin desteğiyle gerçekleşti. Yani bu gelişmeler bize böyle bir sistemin niçin AKP veya Erdoğan için bir gereklilik, zorunluluk haline geldiğini yeterince anlatıyor. Birileri bir operasyon yapıyor, o da kendini korumaya çalışıyor. “Mümkünse demokratik kılıfını bulalım” diyor, olmazsa, “Anayasa Mahkemesi’nin kararına da uymuyorum” diyor. Hangi şartlarda diyor bunu? Normalde Anayasa ve yasalara göre seçilmiş bir cumhurbaşkanının bunları söyleyememesi gerekir, söylerse de yargı vesaire devreye girip gereğini yapması gerekir, ama bunlar olmuyor, tam tersi oluyor. Bu da şartların ‘olağandışı’ bir şekilde değiştiğini gösteriyor. İşte bu değişen şartlara karşı o da kendini korumaya çalışıyor. 

Bir de tabii kişilik olarak baştan beri koltuğunu koruma arzusu olan, ayrıca 10 sene küresel gücün desteğini alarak iktidarda bulunan bir kişinin yerine koyun kendinizi, operasyona maruz kaldığını düşünen birinin kendini koruma güdüsünün tetiklenmesi doğaldır, değil mi? Ayrıca, başta ‘proje’ demiştik hatırlayalım: yani Batı bunu destekleyerek getirdi. Sonra isteyerek veya istemeyerek sınırı aşınca bir operasyon yapılıyor, o da kendini korumaya çalışıyor; bütün mesele bu. Bunu kitle önünde söylemiyor, ama yaptıklarıyla söylüyor. Her yolu deneyerek, iktidardan gitmemek için her şeyi yapıyor. O yüzden, mevcut değişikliği, klasik başkanlık sistemi tartışmaları bağlamında değerlendirmek, bana göre çok anlamlı değil. Yani mesela sistem kendi içerisinde birtakım şeyleri düşünüp sistemin bekasını mı sağlamaya çalışıyor? Hayır, değil. Bence tersi bir durum var, ama tabii Erdoğan’a karşı yapılan bu ‘operasyon’un da küresel sistemle bağlantısı var. Erdoğan’la anlaşmaya vardılar zamanında, sonra bir şeyler oldu, sınırdan çıktı, bunun cezasının verilmesi lazım. Verildiğinde ne olacak? Bütün küresel ölçekte Müslüman dünyadaki iktidarlara yönelik olarak şu mesaj verilmeye çalışılacak: “küresel destekle gelip bir şekilde sınırı aşanların akıbeti böyle olur!” Verilir, verilmez ayrı bir konu. Ama hesap bu. Burada İslam’ın kötülenmesiyle ilgili bir açık amacın olduğunu da ifade etmek lazım, hatta belki de birincil amaç budur. Çünkü bu kadar uzun süre iktidarda kalıp bu kadar şeyler yaptıktan sonra, bir de iktidardan olursanız ve ondan sonra yapılanlar hiç olmamış gibi olursa, ki olabilir, o zaman dünya kamuoyu nasıl bir mesaj almış olur, bu bellidir. Türkiye gibi ülkelerde bu tür şeyler çok rahat olabiliyor, yani olur da operasyon başarılı olursa, o zaman şöyle bir mesaj verilmiş olur net olarak, bizi Müslümanlar olarak ilgilendiren, birinci derecede ilgilendirmesi gereken de bence budur: “işte görüyorsunuz, Müslümanlar gelince böyle oluyor, memleketin içine, tabiri caizse, böyle ediyorlar!” Bu tür bir şey söylenmesi için bir proje yürütülüyor diye düşünüyorum.

Tabii güç dengelerine baktığımız zaman da, eğer böyle bir proje varsa, bugün seçim süreçleri yoluyla AKP’nin kazanmış olduğu başarıların geçici olduğunun da söylenmesi gerekir. Çünkü güç dengelerine bakıldığında, herhangi bir üçüncü dünya ülkesinin buna karşı direnebilmesi zordur, kim olursa olsun. Tek bir şartı var, ki İran örneği bunun en son somut örneklerden biridir: halk bir şekliyle sana inanacak. Halk cahil olur ayrı bir konu, sen karizma olursun ayrı bir konu, ya da kandırırsın veya efsunlarsın, sonuçta millet arkana takılırsa tank-tüfek fazla işe yaramıyor o zaman. Bir ihtimal olarak bu her zaman vardır. Ama “bu gidişin sonu işte halifelik olur” vb. şeklindeki iddiaların aslı astarı zaten yok, bunlar belli amaçlarla yapılan şeylerdir. 

Benim naçizane kanaatime göre, bu başkanlık meselesini, yeni dönem meselesini bu şartları dikkate alarak, bu gelişmeleri dikkate alarak yorumlamamız gerekiyor, bundan sonra ne olabilir, onu da öngörüler bölümünde konuşabiliriz. Eğer bu proje varsa ve bu projenin sonu böyle bitecekse, bundan sonra neler olabileceği de çok rahat ortaya çıkar. Ama düşüncemiz başta yanlışsa, o zaman da başka öngörülere bakmak gerekir. 

B.Zeran: Ben Kürşad abinin Erdoğan’ın sınırı aşması sonucunda karşı tarafın da buna dair bir hamle yapıyor iddiasına karşın orada şöyle bir problem var mı diye soruyorum: Amerika’nın Irak’a ilk girişi, baba Bush döneminde gerçekleşiyor. Irak’a girildi ve kısa bir süre sonra çıkıldı. Ama oğul Bush döneminde girdiler ve çıkmadılar. Bunun temel sebebi, giriş-çıkış arasındaki farklılık. Şöyle bir farklılık vardı sanki: İlk dönemde Amerika hata yaptığını düşünüyordu. İlk girişlerinde Irak’tan çıkarken Saddam’ın yerine koyabilecekleri bir muhalefet oluşturmamışlardı. Ama şimdi orada bir muhalefet, yani daha doğrusu çıktığı zaman orayı yönetebilecek bir siyasal sistemi oluşturmak gibi bir derdi var. Türkiye’de ise 2003’ten bu tarafa baktığımız zaman, yaklaşık 15-16 yıldır Erdoğan’ın muhalifi olabilecek hiçbir şey gelişmedi, gelişmediği gibi oluşacak güçlü muhalefetler altedildi. Türkiye’de bu durumun bir tesadüf olmadığını düşünüyorum. Mesela son cumhurbaşkanlığı seçimindeki adaylar incelendiğinde de bu görülebilir. Herkesin uzlaşabileceği ortak bir çatı adayı dahi geliştiremediler.Parçalanmış bir şekilde, hatta Erdoğan’ın ekmeğine de ciddi anlamda yağ sürerek böyle bir yarışın içine girdiler. Baktığımız zaman eğer küresel güçler bu anlamda Erdoğan’ın 2003’te diyelim ki ilk 10 yıllık süreçten sonra, 2013’ten itibaren raydan çıktığını düşünmüş olsaydı herhalde diyorum, oradan itibaren bu zamana kadar hiç değilse ciddi bir muhalefet geliştirebilirdi. Bunu niçin yapmadı yoksa yapamadı mı diye düşünüyorsunuz? 

K.Atalar: Bu tabii ayrı bir senaryo, kısa tutarak şöyle cevap vereyim. 

Irak/Saddam örneği gerçekten birçok benzerlik taşıyor. Neden? Önce ortak çalıştılar, sonra sınırdan çıktı ve cezalandırdılar. Ortak çalışma dönemi benziyor, yani ilk 10 sene. Hakan Fidan olayını baz alırsan, 2012’ye kadar, cemaatle 2010’daki ilk sürtüşmeleri baz alırsan 2010’a kadar, yani 8-10 sene ortak çalışmışlar. Sonra bozuşmuşlar bir şekliyle, eğer FETÖ’yü küresel gücün koçbaşı olarak düşünecek olursak, onun bir aracı olarak operasyon başlatılmış. Buraya kadar sorun yok. Bir tek geriye muhalefet eksikliği kalıyor, haklısın orada. Fakat dikkat et, Saddam’la 91 senesinde ipleri kopardı, Kuveyt’i işgal ettikten sonra. Doğru söylüyorsun, muhalefeti hazırlamak için 2013’e kadar bekledi. Benzer bir süreç Türkiye’de devam ediyor diyorum ben, onun için sürecin evreleri var diyorum. Bu seçim süreçlerinin sonuna gelinmiş olması, kavgayı bitirmez. Şimdi Saddam iktidardan indiğinde nasıl bir adamdı? Diktatördü! Bir de nesi vardı? Kimyasal silahı vardı! Bak, diktatör ve kimyasal silah. Kimyasal silahı yok ve diktatör iken iktidardan düşürmüyor, ama kimyasal silahı var ve diktatör iken hemen iki dakikada operasyon yapıyor; 12 sene beklediği iktidarı, 2 haftada üstelik Türkiye’den tezkere geçmemesine rağmen bitiriyor. Yani kuzeyden inmedi, güneyden çıkarak işi bitirdi. Tabii Türkiye’de ne olacağına dair bazı alternatiflerden bahsedilebilir, iç savaş deniliyor, ekonomiyi çökertmek deniliyor, istila, işgal vs. deniliyor, yani çok değişik şeylerden bahsediliyor. Belki yine bir seçim operasyonu da olabilir, zira Batı Türkiye’de seçim süreçlerini her zaman öncelikli seçenek tutar tabii ki, ama olmazsa başkası düşünülmez mi? Darbeler ülkesi değil mi Türkiye, yani onu düşünen öbürünü neden düşünmesin? Nasıl yapacağı ayrı bir konu, bilemeyiz. Ama muhalefet kısmında haklısın, belki bundan sonra o konuda bir şeyler yapılması kolay olabilir. Şöyle: Bu yetkilerle sen de iktidar olsan, kendi elinle kendi muhalefetini doğurursun! Çünkü bu adam her yaptığını tek başına yapıyor dedirtirsin insanlara. Peki, bu tek başına yapmış olduğun icraatlar ciddi bir sıkıntı doğurursa toplumda, işte o zaman o operasyonun o ayağı gelebilir. Bunun için hani Irak’ta 12 sene beklemek uygun bir süre olabilir, Türkiye’de ise muhalefeti organize etmek daha az zaman alabilir, belki de süreç daha uzun da olabilir, orası şartlara bağlı.

M.Bozacı: Ben Bünyamin’in sözünü şöyle desteklemek istiyorum: Her seçim döneminde Erdoğan’ı güçlü bir figür olarak kahraman kılacak ve karşı tarafın atraksiyonlarını boşa çıkaracak bir şeyler imal ettiler, her defasında bir destek oluşturuldu gibi sanki, toplumsal bir destek farklı gündemlerle, medya ve toplumsal mühendislik faaliyetleriyle tahkim edildi. Mesela bu son seçimde bile Muharrem İnce’nin yaptığı o çoğunluk mitingleri vardı ya, bizim muhafazakâr sağcı tabanda ‘Bak geliyorlar, akıllı olmazsanız öcü-umacı gelecek!’ tarzında servis edildi. Hatta Nagehan Alçı bir anekdot anlatıyor; sandıkta oyu kullanıp çıkmışlar, Halk TV’deki programları anlatıyorlarmış kızlar, oy kullanmışlar, iki tanesi başörtülü, bir tanesi açık. Demişler ki; biz Halk TV’de pompalanan o şey gerçekleşmesin diye bütün kızgınlığımıza rağmen, sinirimize rağmen gittik destekledik. Nedir o? İşte Halk TV’de falan o günlerde ‘Erdoğan büyük suçlar işledi, sınırları aştı, cezalandırılacak, belki idam edilecek, belki hapsedilecek’ tarzında söylem ve yayınlarla her seçim döneminde böyle Erdoğan’ın elini güçlendirecek sanki böyle bir şeyler var gibi geliyor bana; yani böyle tek başına oynadığı, tek başına her kesimle mücadele ettiği, yedi düvelle bir başına savaştığı, dünyanın (değil Türkiye’nin) umudu olduğu, kendi rolünü üstlendiği vs söylemi… 

K.Atalar: Tabii senaryonun argümanlarına karşı çıkılabilir, ama ben bunların da açıklanabileceğini düşünüyorum. Sürece bakıldığı zaman, 2012’den beri, bir tarafın daha fazla gerecek şekilde, öbür tarafın da kendisini daha fazla korumaya alacak şekilde hareket ettiği ve her iki tarafın yaptığı atraksiyonların şiddetinin giderek arttığı görülüyor. Gidişatı borsa eğrilerine benzetmemiz mümkün, hani onlar inişli çıkışlı oluyor, ama aradaki küçük iniş ve çıkışlara takılmamak, ortadan giden eğilime bakmak gerekiyor ya öyle işte. Benim görebildiğim bu, yanılabilirim tabii. Özeti ders verme bunun. “Sınırı çiğneyenler dersini alır” denilmek isteniyor. Orta ve uzun vadeli amaçları için yaparlar bunu küresel güçler, kısa vadeli amaçlar için yapmazlar. Çünkü bu mesajı verdiğiniz zaman, herkes “Amerika’ya karşı diklenirsen bir süre başarılı olabilirsin, ama sonun böyle olur” mesajını alır. O yüzden de eğer bunu becerebilirsen, ciddi, köklü kalkışmaların önünü kesersin. Çünkü 10 sene, 15 sene, 20 sene iktidar olmanın bir anlamı kalmıyor ki o zaman. Ama diyelim ki adam bunu da atlattı, diğerini de atlattı ve eceliyle vefat etti, o zaman halkın zihninde şöyle bir şey kalır: “ya gördünüz mü, bizim halifemiz nasıl direndi?, Amerika da bir şey yapamadı.” Aslını bilmese de, sürecin nasıl işlediğini bilmese de insanın aklında bu kalır. Şimdi bunun kalmasını ister mi Amerika? İstemez diyorum ben. İstememesine rağmen gücü yetmeyebilir, yani yapamayabilir, bu ayrı. Ama bence sınırı aşanlara ders vermeyi istiyor. Bakın, İran bunun yakın zamandaki en iyi örneği, peşini bırakıyor mu? Bırakmıyor. Obama gibi adamlar, demokratlar iktidara gelince, ipleri biraz gevşetiyor, Cumhuriyetçiler gelince sertleştiriyor ama dikkat edin, ambargo devrimden beri hep devam ediyor, o trend hep var, hep var. Neden? Bir mesaj veriyor insanlara, “böyle yaparsan sonucu bu olur” diyor. Tayyip Erdoğan’a da “öyle yaparsan böyle olur” şeklinde kaç defa aynı mesajı verdiler. Mesela son seçimlerden sonra kutlamaya gelmediler Batılı ülkelerin liderleri… 

M.Bozacı: Ama çizgiyi aşma, kendi rolünü hatırlama ve kuşanma söylemini konuşmak lazım, karşı cenahla ilgili çizgiyi aşma meselesini… Çizginin sınırları belki daha geniş şimdi, güncellenene göre, esnetilmiş. ‘Sınırların aşıldığı var mı-yok mu? Ya da yeni sınırlar ne?’ bunlar konuşulmalı.

H.Alan: Konuya şahıslardan bağımsız, sistematik olarak bakabilirsek sistemi daha rahat tahlil edebiliriz. Mesela, bizim Türk kavminin devlet geleneği, merkezi ve bürokratik yapıya, yukardan buyurucu bir niteliğe sahip otoriter bir devlettir. Öz itibarıyla devlet asıldır, gerisi füruattır. İslam’la kaynaştığında da aynı geleneği sürdürmüş, devleti asıl, dini onun füru yaparak yoluna devam etmiştir.

M.Bozacı: Fasık da olsa itaat edecek.

H.Alan: Bu bir devlet biçimi, siyaset yapısı. Devletten Özerk Kiliseler öncesi Roma’da böyle, Sümerlerde, Pers’te ve diğer Ortadoğulu ve Asyalılarda böyle. Aydınlanma dönemi öncesi diyelim Batıda da böyleydi. Müslüman siyaset paradigması ve devlet geleneği çok farklı bir şey, benzerleriyle kıyaslanmayacak kadar kendine hastır. Özetle, İslam’da hilafet sistemi var, bilinmeli ki hilafet, sistematik bir şeydir kurumsal değil. İslam şeri hukuk nizamı yazılı metinler olmayıp kitap ve sünnete dayalı teşri faaliyetidir. Şahısların üstünde bir yöntemdir, bir usuldür, meşruiyet dayanağıdır. Bunun sahibi İslam milletidir. İslam’da Kilisevari bir kurum, ruhbanvari bir dini otorite yoktur. Dinden bağımsız ayrı bir kategori olarak devlet tipi de İslam’da yoktur. Dolayısıyla layüsel bir yönetici veya otorite İslam’da haramdır. Biat’ınsa iki şartı vardır; İslam’ı muhafaza ve müdafaa eden, İslam’la hükmeden yöneticiye ve emirlerine itaat, bunlar yanlış yaptığında yakalarına yapışıp düzeltme sorumluluğu.

Müslümanların bu sistemle ilişkisi nasıl olacak, hangi ölçüye göre nasıl tesis edilecek? İslam’ın dışında mevcut verili durumu konuştuğumuz için denmeli ki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti bence kendi geleneğindeki bürokratik sınıfsal yapıyı kırdı, tamamıyla merkezileşti. Özellikle askeri bürokrasinin iktidarını ve gücünü çok geriletti. Tarihteki asker devlet olma özelliği yok oldu. İktidarı/karar almayı tek merkezli yaptı. Bana kalırsa bu merkezdeki iktidarın Ahmet’te, Fatma’da olması önemli değil. Tek başına bir merkez var şimdi, devlet dediğimiz soyut varlığı o temsil edecek.

K.Atalar: Devlet Erdoğan şu anda yani. 

H.Alan: Şimdi Erdoğan, ama Erdoğan’ın dışında, kendi ötesinde farklı bir şey. 

K.Atalar: Bunu kim yaptı bak, bürokrasi dediğin şey kamudaki görevliler. Buna rağmen kim yaptı? Devlet onlar aslında, bürokrasi. 

H.Alan: Diyorum ki; devlet soyut bir varlık, kurumsal olarak müşahhaslaşıyor, fakat iktidarda olan beşerî gücün dışında, ötesinde farklı bir şey.Kurumsallık dendi mi bürokrasi devreye giriyor. Devleti bürokrasi/saray ve politikacı/kral vs temsil ediyordu. Şimdi bürokrasi ayağı yok oldu. Bu bildik başkanlık sistemlerine uymuyor.

K.Atalar: O, derin denilen şey. 

H.Alan: Yani dinlerden bağımsız, özellikle Hristiyanlıktan, Yahudilikten, İslam’dan bağımsız, devlet dediğin tam devlet bu, yani Hobbes’un devleti bu zaten. Yani ne? Yasama gücünü kendi elinde tutan, icra gücünü de kendi otoritesine alan güç. Bu parlamenter sistemde farklı çalışıyordu, başkanlık sisteminde farklı çalışıyor. 

Şimdi modern devletteki karar alma süreci ve karar merkezlerine baktığımız zaman, modern devlet biçiminde karar alma süreci çok kısaldı. Artık daha geniş karar alma mercii yok, makamlar yok yani. Ben soyut olarak söylüyorum; devlet aklı dünya konjonktüründe birtakım gelişmeleri, bizim şu anda göremediğimiz gelişmeleri gördü erkenden, ona uygun olarak seri karar almak için kendini hazır tutuyor. Bu devlet kim dersen, daha önce deseydin askerler der geçerdim, tek kalemde. Onun dışındaki resmî yüksek bürokrasiyi ve ekonomik sermaye gücünü derdim, ama şimdi artık öyle bir şey yok, şu anda askeri bürokrasi diye bir şey yok. O zaman devlet kim yani? 

K.Atalar: Sence bu olumlu bir şey mi, eğer böyle bir şeyse? 

H.Alan: Devlet açısından bakınca olumlu bir şey, elastikî, çabuk, seri karar verme. Mesela Suriye pozisyonuna düşmek istemeyen bir Türkiye Cumhuriyeti böyle bir şey alıyorsa akıllıca bir iş yapıyor. Yani Suriye tarzı, Irak tarzı, Libya tarzı operasyona uğramak istemiyorsa, böyle bir operasyon görüyorsa devletin bekasından, tehdidinden filan bahsediliyor ciddi ciddi yani. Mesela Türkiye Cumhuriyeti aynı şeyi 28 Şubat’ta da yaptı. 28 Şubat operasyonunu yapmasa, AKP’yi iktidara getirmese, ılımlı İslam projesine geçmeseydi Suriye operasyonunu yerdik biz. Ama devlet ön aldı ve operasyonu yemeden kendini reforme etti. Suudi Arabistan bu sene niye ılımlı İslam’a geçmeye karar verdi? Krallıkla gidiyordu, sülale gidiyor, monarşi gidiyor, neden almak gereği duydu? Belli ki Suudi Arabistan da erken gördü bu işi, ılımlı İslam’a geçme kararı verdi. Türkiye’nin yaptığını… 

K.Atalar: Amerika ona böyle yapacaksın diye baskı mı yapıyor…

H.Alan: Türkiye’nin yaptığını daha evvelden yaptı. Türkiye’nin bence bu konuda erken hareket etmesi imparatorluk geleneğinden…

K.Atalar: Diyorsun. 

H.Alan: Tabii. Mesela İran bunu yapamaz, mesela Suriye bunu yapamaz, bunlar hep ulus devlet, ama bizim bir imparatorluk geleneğimiz var. Ne olursa olsun imparatorluk geleneği…

M.Bozacı: İran’da nasıl olmaz, İran da Pers geleneği…

H.Alan: Tamam arkadaşlar. Türkiye Cumhuriyeti devletle toplum deyince, ben toplumu hesaba almam, çünkü devlet dediğimiz zaman, başında kimin olduğu önemli değil toplum hesaba, kaale alınmaz. Türkiye Cumhuriyeti bir ihtiyacından dolayı mı yaptı bu işi, ihtiyacı vardı ona mı geçti, yani başkanlık sistemine? Geçerken de kendi tarihsel süreci kültürel birikimiyle mi hareket ediyor, yoksa ithal mi ediyor; buraya bakmak lazım. Bence 200 yıldır zaten hikâyemiz bizim bu, Türkiye Cumhuriyeti Devleti yukarıdan aşağıya yapıyorken halkına da danışmıyor, kültürel bağını koparmış, tarihsel süreçlerle bağı yok. Batılı tarihsel sürece girmiştir, Batılı kültüre göre hareket ediyor, yine de aynı şeyi yapıyor. Yani devletin kendi kutsal bekası için. Toplum çok önemli değil, çünkü toplum arkadan gelir, hep geldi 200 yıldır ve toplumsal bir muhalefet söz konusu değil, olmadı bizim devlette. 

K.Atalar: Daha öncesinde halkın itiraz geleneği var mıydı? 

H.Alan: Daha öncesinde de yoktu ama şöyle bir şey de vardı: 200 yıl önceye döndüğümüz zaman Osmanlı İslami devleti diyorum, yani tüm unsurlarıyla değil devlet tanımı olarak. Millet sistemi diye bir şey var. Millet sisteminde iki türlü millet var, birisi beraya, diğeri reaya. Beraya dediğimiz, devletin sahibi olan, devletin de dayandığı taban, Müslüman millet. 

K.Atalar: Reayanın pozisyonu nasıldı yani o zaman? 

H.Alan: Reaya sadece itaat eder, siyasete karışmaz. 

K.Atalar: Burada bir şey söyleyeceğim Hüseyin Abi. Şimdi bir siyasal alanda, bir vatanda, ülkede, bir toplumun gücünü neyle ölçersin biliyor musun? O toplumun siyasete karşı, yürütmeye karşı denge-denetleme sistemi var mı-yok mu? Yani yargı var mı? Yani mesela Osmanlı’da kadı bir fetva verdiği zaman padişah ona yalancıktan mı uyuyor yoksa korkarak mı uyuyor, buna bakarsın. 

H.Alan: Eyvallah, büyük oranda doğru. 

K.Atalar: Çünkü icracı hiçbir şeyden korkmaz, elinde güç olan adam yapmak ister onu. Ama ancak bir şeyden korkarsa yapamayabilir. Ya Yeniçeri isyanından korkacak, ya halk ayaklanacak. Avrupa demokrasilerinde de öyle, yargı güçlüyse veya Amerika’da Senato ve Meclisin gücü varsa icracı çekiniyor, frene basıyor, anlatabiliyor muyum? Bu yoksa, neden korkacak ki adam? Onun için yargıya bakılmalı, denge-denetleme varsa o toplumda, güç vardır, yoksa yoktur. Hazreti Ömer’e kılıç çeken adam ne diyor? “Seni eğri kılıçla düzeltiriz” diyor. “Ben Halifeyim sen kim oluyorsun?” diyebilir çok rahatlıkla, ama diyemiyor, niye? 

H.Alan: Şimdi yine Müslüman kültürle karıştırdık. Osmanlı millet sisteminde iken iki tür millet var; bir gayrimüslim tebaa, bir de Müslüman millet var. Bu Müslüman millete beraya deniyor, öteki reaya. Reaya sadece itaat edenler, gayrimüslim. 

K.Atalar: Mi acaba, işte!

H.Alan: Alimlerimiz var halifeye zalim diye sürekli itiraz etmiş, ceremesini çekmiş. Alimler var susmuş, başka türlü. Yani bu olabilir bir şey. Normal prensibe baktığımızda devlet de o millete dayandığını biliyor, dolayısıyla dikkate alıyor. Tamam siyaset bundan bağımsız, ama o millete dayandığını biliyor, savaşçı onlar çünkü, savaş onlarla gidiyor, kâfirleri savaşa almıyor çünkü, askere almıyor. 

K.Atalar: Yani kandırıkçılık var diyorsun, yani ihtiyaca binaen diyorsun…

H.Alan: Var, din anlayışı bu ya. Ama burada başka bir şey var; II. Mahmud’un atının yularına yapışıp da gâvur padişah diyen bir Müslüman milletten bahsediyoruz. 

K.Atalar: Diyebiliyor yani. 

H.Alan: Yani şu var: Biat ettiği zaman, biliyorsunuz biatın iki şartı var, bu vesileyle açıklayalım. Müslüman millet yöneticisine biat ettiği zaman fikrini, zikrini, cebini, mali gücünü, her şeyini onun emrine sunuyor. İki; yanlış yaptığında yakasına yapışmak kaydı şartıyla. Onu denetleme, fren sistemi dediğin şey. Müslüman millet bu şartla biat ediyor. Şimdi biat ortada yok, biat kalmış, millet sistemi değişmiş, başka bir şeye geçmişiz, ikiyüzlülük farklı bir şey. Dolayısıyla ben düşünüyorum ki bu devlet Ortadoğu karakteriyle uzun yüzyılların birikimiyle…

M.Durmuş: Yeni Dönem’in karakteristiklerinden biraz bahsedelim ve burayı geçelim. 

H.Alan: Tamam. Böyle bakıldığı zaman M. Kemal’e tek adam diyoruz, çok otoriter diyoruz, Osmanlı sultanlarını çok güçlü falan diyoruz, hayır değillerdi. Erdoğan’ın şu anda sahip olduğu güç ne M. Kemal’de vardı, ne Osmanlı sultanlarında vardı. 

K.Atalar: Doğru söylüyorsun. 

H.Alan: Osmanlı şehzadesinin birisi sultan olduğu zaman diğerleri urgana gidiyordu. M. Kemal’in son üç yılında tamamıyla izole edildiğini, zehirlenip öldürüldüğünü de söyleyenler var o kadar güçlü, muktedir bir adam. Devlet dediğimiz böyle bir şey. Osmanlı sarayında adam sürekli birilerinin gelip kendisini alıp götüreceği korkusuyla yaşar. Şimdi hiçbir sorgulaması yok, denetlemesi de yok, başkan her şeyden muaf; şimdi böyle bir şey. 

Şimdi diyorum ki, devlet bunu geçici olarak Erdoğan’ın popülaritesinden kitleler üzerinde istifade ederek kendisini yeniliyor, Erdoğan’la bence işi bitti, Erdoğan’a buraya kadar ihtiyacı vardı. Kısa sürede Erdoğan’ı tasfiye edecek, ama bu devlet kendi yolunda yürümeye, bekası için yürümeye devam edecek. Bu bekada İslam falan hiçbir yerde yok. İslam işine geliyorsa istihdam edeceği kadar ediyor, milliyetçilik gerekiyorsa, liberalizm, sosyalizm gerekiyorsa, Kürtçülük de gerekiyorsa, evet ihtiyacı kadar istihdam ediyor, ama bilelim ki bu devlet farklı bir devlet. Başkanlık sistemini ithal ederken, başkanlık sistemi de değil kendine has, orijinal bir şey, kendileri de söylüyorlar; ne Amerikan tipi tam başkanlık sistemine uyuyor, ne de Çin, Rusya, Fransa gibi yarı başkanlık sistemine uymuyor bu sistem, farklı bir şey. 

K.Atalar: Kendini koruma sistemi. 

H.Alan: Değişik bir şey. Ama öyle de kurnaz ki, devlet dediğimiz o senin bahsettiğin nedir, modern devletin en büyük özelliği; yürütme, yasama, yargı iktidarını paylaşması değil mi? Monarşiye, tek kişiye, krala, sultana vermiyor güya paylaştırıyor işte. Şu anda bakıyorsunuz yasama ikili, kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisini veriyor… Meclisin üzerinde, artık başkan demek lazım. Çünkü Erdoğan da bunu söylüyor. Size ne söyleyelim efendim? Başkan diyebilirsiniz diyor. Demek ki Başkan diyeceğiz, sorun yok. Ama Parlamentoda da yasama yetkisini vermiş. Başkanın kararnamesiyle Parlamento’dan çıkacak yasa çelişirse kararname hükmü iptal olur, yasama geçerli. Demek ki devlet burada bir fren koydu, ama yargıyı, yürütmeyi tamamıyla başkana bıraktı. 

K.Atalar: Meclis şu anda bypasstır, dünyanın her ülkesinde en demokratik ülkede dahi icracı fırsatını bulursa yasayı deler, sen onu ancak gücün kadar denetleyebilirsin. Mesela deniyor ya, “elinde silah olan her zaman darbe yapabilir” diye. Doğru, bak sen tabancayla sokağa çık, tabancası olmayan adam karşısında efesin. Bir daha darbe yapamazmış. Nasıl yapamıyor? Toplumda silah yok ve bütün silahlar ordudaysa, komutan çıldırdı, delirdi diyelim, ne yapar ortalığı? Dolayısıyla, “yapamaz” diye bir şey olmaz, denetleyebileceksin onu, anlatabiliyor muyum, mesele bu. 

H.Alan: Devlet bir yandan da piyasa devleti oldu şimdi, başkanlık sistemine geçmek aynı zamanda piyasa devleti, piyasa şartlarına dönüşmektir bir açıdan bakıldığında. Bu konuda Amerika sistematiğine geçiş var. Borç yapısı olarak, ekonomik yapı olarak zaten Türkiye, Osmanlı’dan beter borçlu durumda şu anda. Dolayısıyla çok önemli kurumlarını, müesseselerini, kamu kaynaklarının birikimini falan özelleştirdi ya da kalanlarını özelleştirecek ya da ipotek gösterilecek mecburen; bu iktisadın doğası. 

M.Bozacı: Süleyman Abinin bir ifadesi var yazılarında; ‘Devletler horoza benzer, yani onlar tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıkmış ilgilenmez, o diyor her zaman işine bakar. Kandil de, Pensilvanya da devlete meşruiyet ve malzeme taşıyan olarak işlev görürler’ diyor. Bu manada ben sınırların çok aşındırıldığını düşünmüyorum, Sistem bir şekilde kendi çizdiği istikamette o süreci devam ettiriyor. Yani Demokratik Parti döneminden başlatın isterseniz, isterseniz I. Meşrutiyetten başlatın, o süreç devam ediyor. Demirel, Özal ve Erbakan’la aşama kateden süreç (Rabia sembolünün dönüştürülmesine, millilik, sağcılık, devletçilik, vatan, millet/ulus vurgularıyla…) aşama aşama bir plan ve hedef doğrultusunda sürdürülüyor. Herhangi bir yol kazası gözükmüyor gibi, yani şu an için değişen bir şey, ‘yeni’ bir şey yok. 

Devamı gelecek sayıda…

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *

1 Comment