‘Türkiye-ABD gerilimi, gelecek 50 yılı inşa savaşı’

‘Türkiye-ABD gerilimi, gelecek 50 yılı inşa savaşı’

Prof.Dr. Seyfettin Erol: “Türkiye-ABD arasında yaşanan kriz, gelecek elli hatta yüz yılın inşa savaşıdır.”

9 kişilik Türkiye heyeti ABD’de temaslarına devam ederken, ABD ile gerilimin tonu düşmüş görünüyor. Ne var ki Türkiye ekonomisi üzerindeki baskı da devam ediyor. İki ülke arasında yaşananlar üzerine Prof.Dr. Seyfettin Erol, Milli Gazete’deki yazısında “Türkiye-ABD Krizinin Uluslararası Hukuk Boyutu ve ANKASAM Raporu” başlığı altında şu değerlendirmede bulunuyor:

Türk-Amerikan ilişkilerindeki bunalım her geçen gün daha da derinleşiyor. Krizin nasıl bir seyir izleyeceği, nasıl sonuçlanacağı en büyük merak konusu; zira bu krizin olası seyri ve sonuçları sadece iki ülke boyutuyla değil, Türkiye’nin yakın çevresi ya da gönül coğrafyası ağırlıklı tüm dünya açısından büyük bir önem arz ediyor.

Daha önceki yazılarımda da ifade ettiğim üzere, Türkiye “Yeni Yalta Süreci” ya da “Yeni Dünya Düzeni”nin adını, şeklini büyük ölçüde belirleme kapasitesine sahip. Dolayısıyla Türkiye-ABD arasında yaşanan kriz, gelecek elli hatta yüz yılın inşa savaşıdır.

Burada Türkiye’nin sahip olduğu jeopolitik ve stratejik önem kadar, Türk-İslam dünyasındaki etkileyici/tetikleyici rolü ve operasyonel olarak sahada ortaya koyacağı performans, yani savaş gücü göz ardı edilemeyen, edilmemesi gereken bir gerçeklik olarak ön plana çıkıyor.

ABD bu önemi Afganistan dışında Irak ve Suriye politikalarında, daha doğrusu işgal-işgal girişimlerinde test etti. Vardığı sonuç şu: Türkiyesiz bir operasyon/işgal girişimi orta-uzun vadede başarısızlığa mahkûm! ABD işgal edebiliyor ama maliyetleri çok ağır oluyor; örneğin Irak’ta olduğu gibi. Hatırlanacağı üzere, Amerikalı yetkililer 2003-2008 yılları arasında Irak’taki başarısızlıklarının ve artan maliyetlerinin önemli bir nedeni olarak Türkiye’yi göstermişlerdi.

Ya da ABD işgal etmeye çalışıyor ama eline yüzüne bulaştırıyor; örneğin, Suriye’de olduğu gibi. ABD’nin terör örgütü PYD-YPG/PKK’yı “kara müttefiki” olarak tercih etmeye başladığı tarihten itibaren ABD Suriye’de kaybetmeye başladı. Daha da ötesi Suriye üzerinden bölgesel bir paktın doğuşuna zemin hazırladı. 2002’den bu yana yüksek sesle dillendirilen “Türkiye-Rusya-İran” üçlüsü hayal olmaktan çıktı.

Afganistan’da ise, işgal sonrası burnunu bulundukları üstlerden dışarıya çıkartamaz hale gelen ABD, çareyi askerlerinin kollarına ya da araçlarına Türk bayrağı koydurmakta bulmuş ve özellikle 2010’dan itibaren Ankara’ya kendi adına bu ülkede muharip güç olarak savaşması noktasında baskılarda bulunmuştu.

ABD’nin şimdiki asıl gündemi ise İran. İran operasyonunun başarısının yolu da Türkiye’den geçiyor. Ve bunun için Türkiye’nin bir şekilde ikna edilmesi gerekiyor. Fakat Türkiye; İran sonrası sıranın kendinde olduğunun farkında olduğundan her türlü “kirli ikna tekliflerini” reddediyor ve bundan ötürü de “düşmanca bir eylem” ile karşı karşıya; ANKASAM Raporu’nda da belirtildiği üzere…

ANKASAM Raporu…

Türkiye-ABD arasındaki kriz bugüne kadar uluslararası hukuk boyutunda pek ele alınmış değil. Oysa kendi iradesini ulusal yasaları aracılığıyla, tüm dünyaya dayatmaya çalışan ABD’nin uzun yıllardır başvurduğu yaptırım politikalarının ve buna ilgili ülkelerin verdiği cevapların uluslararası hukuk açısından incelenmesi büyük bir önem arz ediyor. Zira böylesi bir inceleme, ABD’ye yönelik “haydut devlet” nitelendirmesini hukuki zemine oturtacaktır.

Bu bağlamda kurucu başkanlığını yaptığım Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi uzmanlarından Olimjan SOBIR tarafından kaleme alınan ve birkaç gün önce www.ankasam.org sitesinde yayımlanan “ABD’nin Türkiye’ye Yönelik Yaptırımlarının Uluslararası Hukuk Bağlamında Değerlendirilmesi” başlıklı raporda ön plana çıkan bazı tespitlere burada değinmek istiyorum.

Burada dikkatinizi çekmek istediğim bir diğer husus da şudur: Söz konusu raporda ABD Türkiye’ye yönelik yaptırım kararını açıklarken “Rusya Modeli”ne başvurduğunu belirtmişti. ANKASAM Raporu bu modeli ve bu kapsamda Rusya’nın ve ABD yaptırımlarına maruz kalan diğer ülkelerin ABD’ye nasıl bir cevap verdiğini de ele almaktadır.

Söz konusu rapordaki bazı tespitler ana hatlarıyla şu şekilde sıralanabilir:

• ABD’nin kendi iç hukukuna sınır ötesi nitelik verme çabaları, uluslararası ilişkilerde yıllardır süregelen bir durumdur. Buna göre devletin iradesi, tek taraflı ulusal yasalarla tüm dünya toplumuna uygulanmaktadır. Bir diğer ifadeyle, ABD’nin emperyalist zihniyeti, ulusal yasaların yardımıyla ayakta durmaktadır.

• ABD tarafından Türkiye’ye karşı alınan yaptırım kararı, “uluslararası barış ve güvenliğin korunması ya da yeniden kurulması” doğrultusunda BM Güvenlik Konseyi Kararı kapsamında değil, tek taraflı olarak siyasi amaçlardan dolayı alınmıştır. Üstelik bu karar, egemen bir devletin yargısına müdahale anlamına da gelmektedir.

• Rahip Brunson meselesi ABD’nin yaptırım kararına argüman olarak ileri sürdüğü insan hakları ihlali olmaktan ziyade bir devletin başka devletin içişlerine müdahalesinin en bariz göstergelerindendir.

• ABD’nin, yaptırımları sadece iki bakanla sınırlı tutmayarak Türkiye’nin 2023 Hedefi’ne yönelik makro projelerini de etkileyecek birtakım uygulamaları da devreye sokacağına dair söylemler ağırlık kazanmaktadır. Buradan hareketle söz konusu krizin sadece Rahip Brunson’dan ibaret olmadığı görülmektedir. Esasında ABD yönetimi gerek bölgesel gerekse küresel sistemdeki konumu ve etkisini pozitif anlamda değiştirecek olan Türkiye’nin makro stratejilerinin engellenmesini hedeflediği düşünülebilir.

• 13818 sayılı ABD Başkanlık Kararnamesi’ne dayandırılarak alınan yaptırım kararının esasında bir kriz olmadığı, iki ülke arasında son dönemde yaşanan krizin bir aşaması ve kriz sürecinde yaşanan bir alt kriz olduğu ifade edilebilir.

• Türkiye’ye karşı yaptırımların hukuki dayanağını oluşturan Küresel Magnitsky Yasası’nı Rusya vatandaşları dışında ilk kez NATO müttefiki olan Türkiye vatandaşlarına yönelik uygulanması bu çalışmanın hareket noktasını oluşturmaktadır.

• Trump, Ankara’ya “taviz vermek” ya da “baskı uygulamak” arasında bir seçim yapmak durumunda kalmış ve görüldüğü kadarıyla ikinci yolu seçmiştir.

• Başlangıçta daha çok konjonktürel olarak değerlendirilen krizin aslında yapısal mahiyette olduğu ve bu gidişle taraflar açısından beraberinde radikal değişimlere yol açacağı, bu bağlamda eskilerinden çok daha farklı olduğu artık daha bir netlik kazanmış durumda.

• Her ne kadar yaptırım baskısı ABD’nin Türkiye’yi ekonomik olarak yalnızlaştırmasını hedeflese de sanılanın aksine diplomatik süreç, Washington’u yalnızlaştırabilir.

• ABD’nin yaptırım kararının “düşmanca eylem” olarak nitelendirilmesi ve bu bağlamda kamuoyu oluşturulması yerinde ve etkili bir adım olacaktır.

• Türkiye-ABD ilişkilerindeki süreç incelendiğinde, ilgili bakanların yaptırım listesine alınması, ABD’nin açıkça saldırıya geçmesi olarak yorumlanabilir. Bu bağlamda ikili ilişkilerin daha da kötüleşeceğini öngörmek mümkündür. Nitekim ABD’den gelen açıklamalar Türkiye’ye karşı uygulanacak yaptırımların daha genişletileceğine dair işaretler vermektedir.

• ABD’nin Türkiye’yi müttefiklik sisteminin dışına iterek yeni bir projeksiyon geliştirdiği yönünde bir iddiayı da tartışmak gereklidir. Çünkü Türkiye’nin NATO dışında kalması, Türkiye’ye karşı NATO üyesi devletler veya NATO’nun müdahalesinin yolunu açacak bir hadisedir. Aksi takdirde yani Türkiye’nin NATO üyeliğinin devamı halinde, bu ihtimal hem uluslararası hukuk hem de politika açısından mümkün olmayacaktır. En azından ABD, müttefikini işgal eden bir ülke konumuna düşmek istemeyecektir.

• Bu kapsamda Türkiye ABD’ye karşı siyasi-iktisadi işbirliği bazlı, Almanya eksenli güçlendirilmiş “AB/Yeni Batı”; siyasi-güvenlik temelli, Rusya-İran eksenli güçlendirilmiş “Avrasya Birliği”; Çin eksenli, iktisadi-siyasi ağırlıklı “Kuşak-Yol” coğrafyasını baz alan güçlendirilmiş “Dünya Adası İşbirliği” politikasını geliştirme yoluna gidebilir.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *