Allah Yolunda (Fi sebîlillah)

Allah Yolunda (Fi sebîlillah)

Söze, Allah yolunda hicretten de, cihaddan da önce gelen ‘davet’le başlamak gerekir. Kur’an insanları, ‘Allah yolunda’ değil de, ‘Rabbinin yoluna’ (ilâ sebîl-i Rabbik) hikmetle ve güzel öğütlerle davet etmeyi emreder.(Nahl 16/125) Hikmetle ve güzel öğütlerle yapılmayan davet, başka sorunları da beraberinde getirecektir.

Kur’an’da sıkça tekrarlanan ‘Fî sebîlillah’ kelimesi, ‘Allah yolunda’ anlamına gelmektedir. Allah, kendisine iman eden ve İslam’ı bir inanç sistemi ve yaşam biçimi olarak benimseyen müminlere birtakım görevler yüklemektedir. Bu görevler yerine getirilirken, ‘Allah yolunda’ olmak temel şarttır. Bu sebepledir ki, ‘fî sebîlillah’ deyimi bütünüyle olumlu anlamda kullanılmıştır. Bir şeyin sırf ‘fî sebîlillah’ adına işlenmesi, o şeyi bizatihi hayır yapar, Allah’ın rızasını kazandırır. Allah yolunda olmamak ya da Allah yolundan sap(tır)mak, istenmeyen davranıştır.

Bazı ayetlerde ‘sebîlillah’ yerine, ‘sebîlihî’ şeklinde, Allah’a raci olan ‘hû’ zamiri ile kullanılmış olup, bu da ‘Allah’ın yolu’ anlamına gelmektedir.

Kur’an’da ‘fî sebîlillah’ deyimi belli başlı konularla alakalı olarak kullanılmıştır:
1.Allah yolunda hicret (dört ayet).
2.Allah yolunda cihad (yaklaşık olarak on beş ayet).
3.Allah yolunda kıtâl (on yedi ayet).
4.Allah yolunda infak (sekiz ayet).
5.Allah yolundan insanları saptırma girişimleri (yirmi beş ayet).
6.Bir ayet ‘Rabbinin yoluna’ davet yöntemi (Nahl 16/125), bir ayet, Allah yolunda iş yapanlar (cihadın bir kademesi)(Tevbe 9/60), iki ayet de Allah yolunda olanların Allah katındaki değer ve mükâfatlarıyla (Âl-i İmran 3/146; Tevbe 9/120) alakalıdır. Buna göre yetmiş kadar ayette ‘fî sebîlillah’ ve ‘sebîlihî’ terimlerinin zikredildiği görülmektedir. Terimin bir ayette iki defa zikredildiği de vakidir.

Söze, Allah yolunda hicretten de, cihaddan da önce gelen ‘davet’le başlamak gerekir. Kur’an insanları, ‘Allah yolunda’ değil de, ‘Rabbinin yoluna’ (ilâ sebîl-i Rabbik) hikmetle ve güzel öğütlerle davet etmeyi emreder.(Nahl 16/125) Hikmetle ve güzel öğütlerle yapılmayan davet, başka sorunları da beraberinde getirecektir.

Allah yolunda hicret, İslam davasında çok önemli ve kaçınılmaz bir merhaledir. Bazı ayetlerde iman-hicret-cihad terimleri tam da bu sıralamaya göre kullanılmıştır. Buna göre önce iman, imandan sonra hicret, hicretten sonra da cihad gelmektedir. Müminlerin Mekke döneminde iman etmeleri ve imanlarının gereği olan duruşu ortaya koymaları bir cihad olmakla beraber, bizatihi kıtali de içermesi bakımından Medîne döneminde cihadın daha baskın şekilde anıldığı fark edilmektedir.

Müminler, Allah yolunda hicret etmeyip, muhacir kardeşlerinden ayrışan, bulundukları küfür ortamına razı olan kimseleri veli edinmekten sakındırılmaktadırlar.(Nisa 4/89) Allah Rasulü ve müminler Medîne’ye hicret edip de, orada yepyeni bir toplum (İslam toplumu) ve bir İslam devleti inşa etmişlerken, hala Mekke’de kalmanın geçerli bir açıklaması olamazdı. Mekke’de kalmayı tercih eden kimselerin, “iman ediyoruz” demelerinin inandırıcılığı yoktu. Çünkü kâfirlerin içinde çakılıp kalarak, küfre rıza göstermelerini geçersiz kılan bir ‘yol’ vardı. Onlar da Medîne’ye, Allah ve Rasulü uğrunda, kardeşlerinin yanına gidebilirlerdi. Medîne’de izzetli bir hayat onları bekliyordu. İşte Nisa suresinin 100. ayeti bu durumu açıklamaktadır. Bir kimse Allah ve Rasulü’ne doğru hicret için evinden çıkar da, yolda ölüm kendisini bulursa, zaten Allah’tan mükâfatını fazlasıyla alacaktı.(Nisa 4/100) Allah, kendi yolunda hicret edip, sonra da öldürülen ya da ölenleri güzel bir rızıkla rızıklandıracağını vaat etmektedir.(Hac 22/58)

Ayetlerde hicretten hemen sonra zikredilen cihad, tevhid davasının bel kemiğidir. Cihadsız İslam, mabedlerdeki birtakım etkinliklerden öte bir şey değildir. Allah’ın emri o ki, müminler Allah’tan korkmalı, Allah’a yakınlaşmak için sebepler aramalı ve Allah yolunda cihad yapmalıdırlar. Onların kurtuluş vesilesi budur.(Maide 5/35)

‘Allah yolunda cihad’ temasının işlendiği yaklaşık on üç ayetin tamamı Medîne’de nazil olmuş surelere aittir.

Bakara suresinin 217. ayeti, haram ayda savaşan İslam ordusu aleyhine kara propaganda (algı operasyonu) yapan Mekke kâfirlerinin planlarını bozmakta, müminlerin haram ayda savaşmak zorunda kalmalarının asıl müsebbibinin, müminleri Allah yolundan engelleyen ve onları Mescid-i Haram’dan çıkartan, onları (Habeşistan’a ve Yesrib’e) hicret etmek zorunda bırakan kendileri olduğunu açıklamaktadır.(Bakara 2/217) 218. ayette ise iman eden, Allah yolunda hicret ve cihad eden müminler övülmekte, ancak onların Allah’ın rahmetini umabilecekleri belirtilmektedir.(Bakara 2/218)

Enfal suresinin 72. ayeti tıpkı Bakara 218 gibi iman, hicret ve Allah yolunda mal ve canla yapılan cihadı öne çıkarmakta, ilave olarak, muhacir kardeşlerine kucaklarını açan, onlara yardım eden (ensar)ı zikretmektedir. Bu şekilde hareket eden müminler de birbirlerinin velisi olarak tanımlanmaktadırlar. İman ettiği halde, diğer kardeşleri gibi hicret etmeyenler velayet kapsamına dahil edilmemektedir.(Enfal 8/72) Kâfirler de birbirlerinin velisidirler.(Enfal 8/73) İman-Allah yolunda hicret-Allah yolunda cihad-(kardeşlerine) yardım etmeye verilen değer yinelenmektedir; hakiki müminler de işte onlardır. Onlar için bir mağfiret ve kerîm bir rızık hazırlanmıştır.(Enfal 8/74)

Müminlerden yerinde oturanlarla, Allah yolunda (fî sebîlillah) mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler asla bir tutulmamakta, aralarında ayrım yapılmaktadır. Bu ikinciler diğerlerinden üstündür. Ayetin ikinci kısmında malıyla ve canıyla cihada katılanlar ifadesi bilhassa tekrar edilmiştir. Bu ayrım yapılırken, mazereti olanlar itina ile ayırt edilmektedirler. (Nisa 4/95)

İslam’ın en önemli kavramlarından olan cihadla ilgili şu hususlar bilhassa dikkat çekmektedir: 1.Cihad mutlaka ‘Allah yolunda’ olmalıdır. Başka gayeler için yapılan çaba ve gayretler cihad değildir. 2.‘Allah yolunda cihad’ mal ve canla birlikte yapılır. (bi-emvâlihim ve enfusihim). Bir insan canını ve malını Allah yolunda feda edebiliyorsa, artık o insanın aşmayacağı engel kalmamıştır.

Allah yolunda cihad yapmaktan kaçınan, malını ve canını feda edemeyen kimseler etkileyici bir üslupla eleştirilirler: Kişi, iman etmesini minnet olarak göremez. Bilakis müminler, kendilerine imanı yaşattığı ve sevdirdiği için Allah’a minnet duymalıdırlar.(Hucurat 49/17) Şayet birisi dininden dönerse, Allah onların yerine, müminlere karşı alabildiğine mütevazı, kâfirlere karşı ise alabildiğine sert yepyeni bir toplum getirir; onlar Allah’ı, Allah da onları sever ve bu kimseler Allah yolunda (fî sebîlillah) cihad yaparlar, hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. (Algı operasyonlarına maruz kalmazlar).(Maide 5/54) Cihaddan kaçınan müminlerin başlarına gelecek olan en basit akıbet budur.

Bir imanın ‘iman’ olabilmesi ve tevhidin layıkıyla hazmedilmesi için Kur’an kavramlarının yerli yerince kavranması şarttır. Bir müminin kalbinde, zihninde ve fiili hayatında cihad tam olarak yer etmeden, ‘iyi işler’ yapmasının Allah katında bir değeri yoktur. Bunun en güzel anlatımını yine Kur’an yapmaktadır. Kur’an’da anlatılana bakılırsa Mekke müşrikleri, hacıların yeme-içme ihtiyaçlarına yaptıkları hizmetlerle, Mescid-i Haram’ın bakımını (imarını) üstlenmelerini bir övünç meselesi olarak görüyorlardı. (Tıpkı günümüzde, “namaz kılmıyorum ama…” diye başlayan cümleler kurup, arkasından birtakım ‘erdemlerini’ sayıp döken kimseler gibi…) Allah ise müşriklerin bu hizmetlerinin bir değerinin olmadığını belirtmekte, gerçek erdemin Allah’a ve ahiret gününe iman ve Allah yolunda cihad gibi işler olduğunu beyan etmektedir.(Tevbe 9/19) Günümüzün diliyle söyleyecek olursak, Allah’a ve ahiret gününe iman edip, malıyla ve canıyla Allah yolunda cihad yapmaya adanmayan bir STK faaliyetinin İslam nazarında önemi yoktur. Müminlerin Allah’a ve ahiret gününe iman etmeleri ve Allah yolundaki cihadları, müşriklerin bütün faaliyetlerinden üstündür çünkü müşriklerde iman yoktur.

İslam ‘adanmışlık’ dinidir. Babalarını, oğullarını, kardeşlerini, eşlerini, hısım-akrabasını, kazandığı malları, kesada uğramasını istemediği ticaretini, evini Allah’a, Rasulüne ve Allah yolunda cihada tercih edenler Allah’ın büyük bir ikabıyla karşı karşıyadırlar. Allah yolunda cihad müminin nazarında, bütün bu sayılan (ki hayatın neredeyse tamamını kapsamaktadır) dünyevi değerlerden daha ehemmiyetli olmak zorundadır.(Tevbe 9/24) Cihad bir tarafa, dünya bir tarafa…

Allah yolunda cihad emri geldiğinde adeta yere mıhlanıp, dünya hayatını ahirete tercih edenler makbul kimseler değildirler. Oysa bilmelidirler ki, dünya hayatının faydası ahiretinki yanında çok küçük bir şeydir.(Tevbe 9/38) Allah, müminlere olan emri yineler: “Gerek hafif, gerek ağır olarak savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin! Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.”(Tevbe 9/41)

Allah Rasulü ile beraber savaşa çıkmayı nefislerine yediremeyen, mevsimin sıcaklığını v.b. bahane ederek, Allah yolunda canıyla malıyla cihad yapmayı içine sindiremeyenlere Allah’ın hatırlattığı bir uyarı vardır: Cehennem daha sıcaktır!(Tevbe 9/81)

İman eden, Allah yolunda hicret ve canlarıyla, mallarıyla cihad edenlerin Allah katındaki dereceleri çok büyüktür.(Tevbe 9/20) Gerçek müminler Allah’a ve Rasulüne iman ederler, imanlarında asla şüpheye düşmezler, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad ederler.(Hucurat 49/15) Müminleri can yakan azaptan kurtaracak olan iş, Allah’a ve Rasulüne iman, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda yapacakları cihaddır.(Saf 61/11)

Allah yolunda savaşmaya dair on yedi ayetin (Müzzemmil, 20. ayeti hariç) tamamı Medenî’dir.

Allah Teâlâ Müslümanlara, kendilerine savaş açan kâfirlere karşı ‘Allah yolunda’ savaşmalarını emretmektedir. Kıtale izin veren ilk ayet olduğu üzerinde durulan ayet şöyle demektedir: “Size karşı savaşanlarla, siz Allah yolunda savaşın. Sakın haddi aşmayın çünkü Allah haddi aşanları sevmez.”(Bakara 2/190) İman edenler Allah yolunda, kâfirler ise tağut yolunda savaşırlar. Allah, “şeytanın evliyası ile savaşın!” buyurmaktadır, çünkü şeytanın hileleri çok zayıftır.(Nisa 4/76) Allah yolunda savaşmak bizzat Allah Rasulüne yöneltilmiş bir emirdir. Ondan, müminleri de savaşa teşvik etmesi istenmektedir. Böylece kâfirlerin gücü kırılacaktır. Zira Allah’ın gücü daha çetin ve cezası çok şiddetledir. (Nisa 4/84)

“Allah yolunda savaş”ın en güzel örneklerinden biri de Bedir savaşıdır. Orada iki grup vardı; biri, Allah yolunda savaşmak için gelmişti Bedir kuyularının başına, öteki ise tağut yolunda kan dökmek için gelmişti. Tağut sisteminin devamından yana cahilî bir gayret içindeydiler.(Âl-i İmran 3/13) Allah, dünya hayatını ahiret karşılığında satan müninlere, Allah yolunda savaşmalarını emretmektedir. Kim ki Allah yolunda savaşırsa, ister galip gelsin, ister öldürülsün, Allah onlara büyük bir ecir verecektir. (Nisa 4/74) Müminlerden istenen, Allah yolunda, birbirine kenetlenmiş tuğlalar misali savaşmalarıdır.(Saf 61/4) Allah, kendi yolunda savaşan, öldüren ya da ölen müminlerden, kendilerine vereceği cennet karşılığında mallarını ve canlarını satın almıştır. İşte müminler, yapmış oldukları bu alış-verişten dolayı sevinmelidirler.(Tevbe 9/111) Allah, Allah yolunda öldürülenlerin amellerini asla boşa çıkarmayacaktır.(Muhammed 47/4)

Kıtal, cihadın bir cüzü, hayatın bir gerçeği, Din’in gereğidir. İslam’ın olduğu yerde, onun düşmanları da bulunacaktır. İslam düşmanlarının İslam’a/Müslümanlara savaş açmaları tarihin bir yasasıdır. Bu durumda, kâfirlerle savaşmak da müminlerin en başta gelen görevleridir.

İslam’ın savaşı, fitne tamamen ortadan kaldırılıncaya ve Din de tamamen Allah’a ait kılınıncaya kadardır.(Bakara 2/193) İslam’ın savaşı toprak edinmek, ganimet toplamak veya ülkeleri sömürmek ve köleleştirmek için değildir. Amaç, yeryüzünde Allah’ın adının yüceltilmesi, fitnenin tamamen yok edilmesi ve Din’in Allah’a ait kılınmasıdır. Allah yolunda savaşmamız, bizzat Allah’ın bir emridir. (Bakara 2/244) Allah yolunda ve halkı zalim beldeden çıkıp kurtulmak isteyen, bunun için yardım isteyen mustaz’af erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmaktan kaçınmak, Allah’ın itabına maruz bırakır.(Nisa 4/75)

İslam’ın savaşı insanları öldürmek için değil, aslında yaşatmak içindir. Savaş, Allah’ın yolu ile insanlar arasındaki engelleri kaldırma çabasıdır. Bunun en açık delillerinden biri şudur: Müminler Allah yolunda sefere çıktıkları zaman, düşman tarafından olup, kendilerine selam veren bir kimseye, sırf dünyevi menfaatlere (ganimete) göz dikerek, “sen mümin değilsin” dememeleri yönünde uyarılırlar. O kişinin mümin olması, müslümanın elde edeceği ganimetten çok daha hayırlıdır.(Nisa 4/94)

Normal şartlarda savaş hoşa gidecek bir şey değildir lakin -tamamen Allah’ın belirlediği hedefler ve şartlar çerçevesinde kaldığı sürece- müminlerin hayrına olduğu bir gerçektir.(Bakara 2/216) Savaş bir oyun ve eğlence değildir, aksine ciddi bir imtihandır. Geçmişte Musâ (a.s)’dan sonra, İsrail oğullarının ileri gelenleri, o günkü Nebilerinden, Allah yolunda savaşmak üzere, kendilerine bir hükümdar görevlendirmesini talep etmişlerdir. Nebileri, “Ya size savaş farz kılınır da savaşmazsanız?!” diye uyarmış da, sanki savaşı oyun gibi algılamış olmalılar ki, “Yurtlarımızdan çıkartılmış, çocuklarımızdan ayrı düşürülmüşken, Allah yolunda ne diye savaşmayacakmışız?” sözleriyle, isteklerindeki kararlılığı(!) göstermişlerdir. Allah onlara savaşı emredince ise, çok azı dışında hepsi kaçmıştır.(Bakara 2/246)

Demek ki savaş bir hamaset değildir. Savaş yokken böbürlenmek kolaydır ama savaş kaçınılmaz olunca bütün varlığıyla sebat etmek de yürek ister. Canıyla-malıyla katılmayı, dönüp kaçmamayı, ölümü göze almayı gerektirir. Bu yürek ve adanmışlık da müminlerde vardır.

İsrail oğullarının yaptığının bir benzerini, Rasulullah zamanında Medîne’de yaşayan bazı münafıklar yapmışlardı. Onlara da, tıpkı müminlere dendiği gibi, “gelin, Allah yolunda savaşın ve savunma yapın!” denildiğinde, “Savaşmayı bilseydik, elbette size katılırdık” sözleriyle savaştan sıvışmışlardı. Allah Teâlâ, “O gün onlar imandan çok küfre yakındılar”(Âl-i İmran 3/167) buyurarak, Allah’ın savaş emrine bu şekilde itiraz eden kimselerin İslam’la alakalarının kesilmiş olduğunu beyan etmiş bulunmaktadır.

Bu münafıklar bir de, Allah yolunda öldürülen müminler hakkında, “bize uysalardı öldürülmezlerdi” gibi sözler yayarak, Allah yolunda savaşa katılanların dirençlerini kırmak istemişlerdir. Bu beyinsizler, şehid edilen müminlerle beraber savaşta bulunmamayı kendileri için bir zül, büyük bir utanç vesilesi ve Allah’ın lütfunu kaybetmenin getirdiği bir hüsran olarak görmek yerine, o şehidlerle beraber bulunmamayı Allah’ın kendilerine bir lütfu sayacak kadar (Nisa 4/72) imandan ve iz’andan yoksun kimselerdir. Allah’ın onlara cevabı ise şudur: “Eğer doğru kimselerseniz, kendinizi ölümden kurtarın bakalım!”(Âl-i İmran 3/168) Kim nerede olursa olsun, ölümün bir gün gelip mutlaka kendisine ulaşacağını bu münafıklar idrak edememektedirler.(Nisa 4/78)

Allah müminleri, sefere çıkan ve savaşan kardeşleri için, “yanımızda kalsalardı ölmezler ya da öldürülmezlerdi” diyenler gibi olmaktan sakındırır. Müminler, canı verenin de, alanın da Allah olduğunu akıldan çıkartmayan kimselerdir.(Âl-i İmran 3/156)

Kur’an, münafıkların, Allah yolunda öldürülen müminler hakkındaki bu oldukça kaba, küstah ve materyalist bir bakış açısıyla, onların ölümünü bayağılaştırmalarına karşılık, şehidlerin Allah katındaki değerini şöyle açıklar:

“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü hesap etmeyin. Bilakis onlar diridirler; rableri katında rızıklandırılmaktadırlar. Allah’ın, onlara lütfundan verdiği nimetlerle ferah bir haldedirler. Arkalarından gelecek olup, henüz kendilerine katılmamış olanlara, onlara hiçbir korku bulunmadığını ve mahzun da olmayacaklarını müjdelemektedirler. Allah’tan gelen lütuf ve nimeti ve Allah’ın müminlerin ecirlerini asla zayi etmediğini müjdeleyerek sevinmektedirler.”(Âl-i İmran 3/169-171) Kur’an’ın uyarısına göre, Allah yolunda öldürülen (katledilen)lere ‘ölüler’ (mevtâ, ç. emvât) denmemelidir. Bilakis onlara ‘diri’ nazarıyla bakmak gerekir. Ayette “onlar diridirler lakin siz anlamazsınız” buyrulması (Bakara 2/154), bu husustaki bir inceliğe işaret etmektedir. Ayet dikkatli okunduğunda, şehidlerin ‘katledilmiş’ olduklarını onaylamakta, ‘mevta’ demeyi ise olumsuzlamaktadır. Yani şehid bedenen katledilmiştir, normal bir insan ölümle nasıl bir bedensel duruma maruz kalıyorsa, şehid de o duruma maruz kalmıştır. Şehidin ölümü ile sıradan bir insanın ölümü arasındaki fark, ahiret hayatına yönelik olsa gerektir.

Allah yolunda öldürülmenin (şehid olmanın) mükafatı çok büyüktür. Her şeyden önce bu durumda Allah’tan bir mağfiret ve rahmet şehidi beklemektedir. Ve bu nimet, kâfirlerin topladıklarından çok daha hayırlıdır.(Âl-i İmran 3/157) Kâfirlerin toplayabilecekleri, sadece ganimet ve mal-mülktür. Daha geniş anlamda, kâfirler galip geldiklerinde ülkeleri sömürgeleştirirler, yer altı, yerüstü demeden, oranın bütün zenginliklerini gasp ederler. Bu ise onları cehennemden kurtarmaz.

Kur’an’ın, ‘Allah yolunda’ (fî sebîlillah) olması gerektiğini özelikle vurguladığı ibadetlerden biri de infaktır. Karşılığı tamamen Allah’tan beklenerek yapılan yardım demek olan infak ibadeti, sekiz değişik ayette ‘Allah yolunda’ sözüyle kayıtlanmıştır. İnfak ‘Allah yolunda’ ise infaktır, aksi takdirde, beyhude harcanmış servettir.

Müminlere, kendilerine savaş açanlara karşı savaşmalarını emreden ve savaşa dair bazı hukuki açıklamaların yapıldığı ayetler grubunun (Bakara 2/190-194) hemen akabinde müminlere, Allah yolunda infak etmeleri emredilmekte, infak yapmamak suretiyle kendilerini tehlikeye atmaktan sakındırılmaktadırlar. “Allah yolunda infak edin; kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Karşılık beklemeksizin iyilik yapın. Allah böyle iyilik yapanları sever.”(Bakara 2/195) Bu ayet bazen, Allah’ın muradının tam aksi bir istikamette yorumlanarak, “savaşa katılarak ya da malınızı fakirlere dağıtarak zor durumda kalıp, kendinizi tehlikeye atmayın!” gibi anlamlar çıkartılabilmektedir. Bu yorumun tamamen batıl ve ayete aykırı olduğu gayet açıktır.

Mümin kişi malını Allah yolunda infak etmekten çekinmez. Nasıl çekinebilir ki? Göklerin ve yerin mirası Allah’ın değil midir? Allah yolunda infak yapanlara, bire yedi yüz oranında ecir verilecektir. Yedi başak bitiren ve her başağında yüz tane bulunan başak temsili bunun belgesi gibidir. Aslında bire yedi yüz de son sınır değildir; “Allah dilediğine kat kat fazlasını verir.” O’nun lütfuna sınır çizilemez.(Bakara 2/261) Allah yolunda infak edenlere, infakları eksiksiz geri ödenecektir.(Enfal 8/60) Allah katından bu karşılığı alabilmenin yolu, yapılan infakı başa kakmamak, minnet vesilesi yapmamak, fakiri incitmemektir.(Bakara 2/262)

Şayet infak yapan kişi başa kakacaksa, hiç infak etmesin, onun yerine güzel söz söylesin ve bağışlayıcı olsun, bu daha hayırlıdır.(Bakara 2/262) Bu sebeple, faziletli servet sahipleri, akraba, fakir ve Allah yolunda hicret etmiş kimselere infak yapmamaya dair yemin etmemelidirler. Bunun yerine bağışlayıcı olmalı, ferağat edebilmelidirler. Allah’ın bağışlayıcılığına mazhar olmaları daha hayırlıdır.(Nur 24/22)

Allah hiçbir zaman kullarına servet biriktirin diye emretmemiştir. Bunun yerine, Allah yolunda infak etmeyi emretmiştir. Altın ve gümüşü (servet) biriktirip, Allah yolunda infak etmeyenleri büyük bir azap beklemektedir. Altın ve gümüş cehennem ateşinde kızdırılıp, istifçilerin alınları, böğürleri ve sırtları dağlanacaktır.(Tevbe 9/34-35)

Kur’an, ‘Fetih’ten önce infakta bulunanlarla, Fetihten sonra infakta bulunanlar arasında bir ayrım yapmakta, öncekilere daha büyük değer atfetmektedir.(Hadid 57/10) Neden? Çünkü Fetih’ten önce infak yapmak bir ‘risk’ içermektedir, Fetih’ten sonrası ise öyle değildir. Bu ‘risk’ imanın hakikatine ermiş kullar için değildir; bu kapitalist terim, imanın kenarında duran, Allah’a ‘bir harf’ üzere kulluk eden kimseler için geçerlidir. Müminler bilirler ki, Allah her durumda kulunu memnun edecek, infakının karşılığını tastamam ödeyecektir.

Kur’an’da zekâtın kimlere verileceği açıklanırken sekiz ihtiyaç mahalli belirlenir. Bunlardan biri de, “Allah yolunda olan” (fî sebîlillah) diye ifade edilmiştir.(Tevbe 9/60) Diğer yedi sınıfa verilen zekat da sonuçta ‘Allah yolunda’ olduğu halde, içlerinden birinin ayrıca ‘Allah yolunda’ diye belirlenmesinin farklı bir anlamı olsa gerektir. Bu ifadeyi, “Allah yolunda iş yapan kimseler” olarak anlamak mümkündür. ‘Fî sebîlillah’ sözünün Kur’an’da kullanıldığı bağlamlar göz önüne alındığında, Allah yolunda hicret, cihad, savaş ve infak gibi ibadetler öne çıkmaktadır. Şu halde, Allah yolunda iş yapan kişi ya da kurumlara, hicret-cihad-savaş-infak nitelikli, yani ‘İslamî hareket’ kapsamındaki yaptıkları faaliyetlere zekattan pay ayırmakta bir sakınca olmamalıdır. Mevdudi ‘Allah yolunda’ ifadesinin, küfür kelimesini alçaltıp, Allah kelimesini yüceltmek ve İslamî hayat tarzını kurmak için harcanan tüm çabaları içerdiği görüşündedir. Demek ki, İslam’ın egemen kılınması uğrunda yapılan her türlü çaba ‘Allah yolunda’ olmaktadır.

Kur’an, kendilerini Allah yoluna adamış, kazanç için çabalayamayan bazı fakir kimselerin mevcudiyetine dikkat çeker. Yakından tanımayan kimseler onları zengin sanırlar, çünkü iffetlerinden dolayı kimseden yardım istemezler, dilenmezler.(Bakara 2/273) Fakirdirler ama dilenci değildirler. İşte bu kimseler de, ‘Allah yolunda’ oldukları için onlara da infak yapmak gerekmektedir.

Allah Teâlâ biz kullarını O’nun yolunda infak yapmaya çağırmaktayken, biz insanlar cimrilik yapmaktayız. Allah’a ait olan malı Allah’tan kaçındırmaktayız. Oysa cimrilik yapanlar kendi nefisleri aleyhine cimrilik yapmaktadırlar. Allah zengin, biz kullar fakiriz; yani Allah ihtiyaçsız, biz ise O’na muhtacız.(Muhammed 47/47) Cimriliğin yegâne ilacı, hep daha fazla infak yapmaktır.

Müminler hayatın tamamını sadece Allah’a özgü kılmanın mücadelesini veren insanlardır.(En’am 6/162) Bunun yanında, bir kısım insanlar da, kendileri saptığı gibi, başkalarını da Allah’ın yolundan saptırmak, İslam’dan engellemek için çaba harcarlar. Onların hayat felsefeleri de budur. Böylece müminlerin de kendileriyle ‘eşit’ seviyeye gelmelerini arzu ederler.(Nisa 4/89) ‘Sadde’ fiili bir şeyden yüz çevirip, vazgeçme yanında, başkalarını engelleme, alıkoyma anlamında da kullanılmaktadır. Yirmi üç kadar Kur’an ayetinde kâfirlerin bu özelliğine dikkat çekilmiştir.

Mekke kâfirleri, haram ayda savaş başlattılar diye Müslümanlar aleyhinde propaganda yapmışlardı. Kur’an, haram ayda savaş yapmanın büyük bir günah olduğunu kabul etmekte iken, bu propagandayı yapanların böyle bir eleştiriye hakları olmadığını da yüzlerine vurmaktadır. Çünkü kendileri, haram ayda savaşmaktan daha büyük günahlar işlemişlerdir. Ustalıkla örtmeye çalıştıkları günahları şunlardır: İnsanları Allah’ın yolundan engellemek; Allah’ın yolunu örtmek (küfretmek); insanları Mescid-i Haram’dan uzaklaştırmak ve halkını oradan kovmak. Kur’an, kâfirlerin bütün bu düşmanlıklarını ‘fitne’ olarak tanımlar ve der ki: “Fitne ise katilden daha büyük bir günahtır.”(Bakara 2/217) Buna göre, insanlarla Allah (Allah’ın yolu, el-Mescidu’l-Haram, Mekke, vahiy, risalet ve Rasûl) arasına girmek tam bir ‘fitne’ sayılmaktadır.

Rasulullah zamanında insanları Allah’tan, Mescid-i Haram’dan, Beytullah’tan, Rasulullah’tan v.d. engelleyenlerin kimi zürriyetleri Mescid-i Haram’a, Kâbe’ye ve İslam’ın şiarlarına yönelik engellemelerini sürdürmektedirler. Mescid-i Haram’a, görünüşte Rasulullah’la aynı kıyafetleri giyen, gerçekte ise Ebu Cehil’le aynı zihniyeti taşıyan, günümüzün küresel güçleriyle ve İsrail gibi terör şebekesiyle müttefik insanlar hükmetmektedirler. Mescid-i Haram’ın ve Beytullah’ın, Rasulullah zamanındaki gibi bir işlevi yerine getirmemesi için düşünülen engel, bugün oraya hükmeden hanedandır. İnsanların Kur’an’daki İslam’la, bizzat İslam’ın doğduğu topraklarda tanışmamaları için bu hanedan, İngilizlerden ve Amerikalılardan öğrendikleri politikaları itina ile uygulamaktadırlar. Kısacası Kâbe ve İslam’ın diğer şiarları işgal altındadır, engellenmiş durumdadır. Halk yığınları ise, bu şiarlardan ve Allah’ın Dini’nden engellendiklerinin şuurunda olmaksızın, kendilerine takdir edildiği kadarıyla, ‘İslamımsı’ görevleri yapıp, ülkelerine geri dönmektedirler.

Geçmişte insanları Allah’ın yolundan engelleyenler sadece müşrik Araplar değildi. Ehli Kitap da müminleri Allah’ın yolundan saptırmaya çalışıyorlardı.(Âl-i İmran 3/34) Üstelik de bunlar, güya kitap ehli idiler, vahiy nedir, Allah yolu nedir, bilmeleri gerekirdi. Günümüzde kendilerini İslam’a nisbet eden, bir nevi bugünün ehli kitabı olan nice gruplar da aynen Yahudi ve Hristiyan ehli kitabının misyonunu üstlenerek, insanları Allah’ın yolundan engellemeye çalışıyorlar. Allah’ın yolunu eğri-büğrü, karmaşık ve zor olarak gösteriyorlar. Kur’an merkezli bir din algısını sapıklık ilan edenler de bunlardır. Resmi ve özel kurumlarla bir bütün halinde Kur’an merkezli dini adeta öcü olarak gösteriyorlar. Yukarıdaki ayetle beraber birçok ayette (3/34; 7/45, 86; İbrahim 4/3 v.b.) “Allah yolunu eğri gösterme” anlamında ‘ıvec’ kelimesi zikredilmiştir. Medyen halkı da, Allah’ın yolunu insanlara eğri-büğrü (ıvec) gösterip, engelleyenlerden biridir.(A’raf 7/86) ‘Ivec’ kelimesi, insanların İslam’ın doğru şekilde anlamalarını engelleyen her türlü propaganda, yalan haber, yanlış tevil ve saptırmayı kapsamaktadır.

Yahudilere, insanları Allah yolundan engellemelerinin cezası olarak, bazı helaller haram kılınmıştır. (Nisa 4/160)

Ehli Kitabın bilhassa haham ve rahipleri insanların mallarını haksız yere zimmetlerine geçirmede, insanları Allah’ın yolundan engellemede mahirdirler. (Tevbe 9/34) Günümüz ‘müslüman’ toplumlarında, adı haham ve rahip değil de, ‘hoca’ olan muadilleri de onların yaptığının tıpkısını yapmakta, insanların mallarına gözlerini dikmekte ve süslü sözleriyle insanları Allah’ın yolundan saptırmaktadırlar. Bunun anlamı şudur ki, dini Allah’a has olmaktan çıkartıp, putlaştırılan kişi ya da zümrelere, resmi organlara tahsis etmektedirler. Hac suresinin 9. ayeti işte bu türden ‘hoca’, bilim adamı ve aydınları anlatmaktadır. Çünkü onlar ilme, doğru dürüst bir kılavuza ve aydınlatıcı bir belgeye dayanmaksızın, lafı eğip bükerek insanları Allah’ın yolu hakkında tereddütlere düşürmektedirler. Bu işten de, ‘az bir paha’ olan çıkarlar temin etmektedirler.(Tevbe 9/9)

İnsanları Allah yolundan saptıranlara endâd da denmektedir.(İbrahim 14/30; Zümer 39/8) Endâd, ehli kitabın haham ve rahiplerinin, ümmi Arap toplumundaki karşılığıdır. Endad, ne hayaldir, ne resimdir, ne de heykeldir; onlar bizzat yaşayan, insanlara yön veren beşer önderlerdir. Kur’an, ortak koşanların endâd adı verilen birtakım din adamları, ‘evliya’, toplum önderi gibi kimseleri, Allah’ı sever gibi sevdiklerine (onlara taptıklarına) tanıklık etmektedir.(Bakara 2/165)

İnsanları Allah yolundan engelleyen kâfirlere Allah lanet etmektedir.(A’raf 7/44-45; Hud 11/18-19) Ahiretteki kat kat azap da onları beklemektedir.(Nahl 16/88) Onlara dünyada bir rezillik, ahirette de azap vardır.(Hac 22/9, 25) Allah onların işlerini boşa çıkartır. Onlar Allah Rasulüne de hiçbir zarar veremezler.(Muhammed 47/1, 32) Allah onları asla bağışlamayacaktır.(Muhammed 47/34)

Bir mümin malını nasıl Allah yolunda, o yolun en üstün olması için seferber ederse, aynen o şekilde, kimi kâfirler de mallarını insanları Allah’ın yolundan engellemek için harcarlar.(Enfal 8/36) Mesela, Allah’a giden yolda insanların önünü kesmek için büyük bir çalım ve gösterişle yurtlarından çıkıp Bedir’e kadar giden Mekke kâfirleri bunun en tipik örneğidir.(Enfal 8/47) Onlar da kendilerini cehenneme götüren, kendi ‘cihad’larını yapıyorlardı.

Allah yolundan alıkoymak aynı zamanda fesad olarak adlandırılmıştır.(Nahl 16/88) Bir insan, yeminini nefsine cazip gelen şekilde art niyete alet etmek suretiyle, Allah’ın yolundan engelliyorsa, bu da bir bozgunculuktur.(Nahl 16/94; Mücadele 58/16; Münafikûn 63/2)

Rahman Allah’ı her an hatırda tutmayan kimseler Allah’ın yolundan sapmaya namzettirler çünkü Allah onlara bir şeytan musallat kılmakta, şeytan da onları yoldan saptırmaktadır.(Zuhruf 43/36-37)

Allah’ın yolundan engellemeyi anlatan ayetlerin ekseriyetinde, insanları Allah’ın yolundan yine kendileri gibi insanların engellediği açıklanırken, toplam üç ayette (Neml 27/24; Ankebut 29/38; Zuhruf 43/37) ‘engelleme’ şeytana atfedilmiştir. Buradan anlamaktayız ki, en büyük kötülük insana, yine insandan gelmektedir.

Bu arada, kendi çirkin oyunları kendilerine süslü gösterildiği için Allah’ın yolundan alıkonulan müşriklerden de bahsedilmektedir.(Ra’d 13/33) Bunlardan biri de Firavun’dur.

‘Allah yolundan engelleme’den bir nebze farklı olarak, insanın insanı Allah yolundan saptırıp, dalalete düşürmesi de söz konusudur. Bu anlamda müminler insanların ekserisine uymaktan sakındırılırlar; aksi takdirde ekserunnâs, diğerlerini Allah yolundan saptırırlar.(En’am 6/116) Davud peygamberin uyarıldığı gibi, yeryüzünde adaletle hükmetmeyip de, hevâ ve hevese uyanların Allah yolundan sapmaları, kaçınılmaz bir akıbettir.(Sa’d 38/26) Ama bilinmelidir ki, hidayet yolu iyice belli olduktan sonra Rasule karşı çıkan ve müminlerin yolundan başka yollara sapanlar, Allah tarafından öylece dalalette bırakılırlar. Son durakları da cehennem azabıdır.(Nisa 4/115) Allah’ın yolundan başka yollar aramak, insanları Allah’ın yolundan ayrı düşürür.(En’am 6/153) Kimi insanlar ilimsiz-delilsiz olarak boş laflarla Allah’ın yolundan alıkoyarlar, üstelik de onunla alay ederler.(Lokman 31/6)

Allah yolundan engelleyen kâfirlere azap ve lanet düşerken, o kutlu yolda yürüyüşlerini sürdüren müminlere de şunlar terettüb etmektedir: Başlarına gelene sabretmek, gevşeklik ve zaaf göstermemek, boyun eğmemek.(Âl-i İmran 3/146) O müminlerin sözleri (davaları) sadece şudur: “Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlıklarımızı bağışla; ayaklarımızı sabit kıl; kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!”(Âl-i İmran 3/147) Müminler Allah yolunda susuzluğa, açlığa ve yorgunluğa maruz kalırlarsa, ne mutlu onlara; çünkü bunlar kendileri için salih ameldirler.(Tevbe 9/120) Bu imtihanı ancak sabredenler kazanabilirler.

Sonuç olarak, ‘Allah’ın yolu’ bellidir, şeytanın yolu da bellidir. Akıllı bir insanın Allah’ın yolundan başka yollara gitmesinin hiçbir mazur ve açıklanabilir tarafı yoktur. Hayat, Allah’ın yolundan başka yollar aramaya değmeyecek kadar kısa ve hızlıdır. İnsan zamanını, batıl yollar arayışı ile heder etmemelidir.

İKTİBAS

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *