TARİHSELCİLİK, TARİHÜSTÜCÜLÜK VE GÖRECELİLİK BİD’ATLARI

TARİHSELCİLİK, TARİHÜSTÜCÜLÜK VE GÖRECELİLİK BİD’ATLARI

Bu yazıda, Rabbimizin bizim için nihai başvuru, hüküm ve çözüm mercii kıldığı Kur’an’ı, bu belirleyici konumundan uzaklaştırma neticesi doğuran modernist yaklaşımlara değinmeye çalışacağız.

Kur’an’ı Nihai Başvuru ve Çözüm Mercii Olmaktan Çıkarmanın Yeni Araçları: Tarihselcilik, Tarihüstücülük ve Görecelilik Bid’atları

Şükrü Hüseyinoğlu

“Hayat: İki “İkra” Emri Arası” başlıklı bir önceki yazımızda, Kur’an’ı hakkıyla okuma sorumluluğumuza değinmiş, gerek tarihsel süreçte oluşturulmuş geleneksel ve gerek modern dönemde ortaya çıkan modernist bid’at okuma biçimlerinin varlığına vurgu yapıp bunlardan kaçınmak gerektiğini ifade etmiştik.

Bir taraftan geçmişten bu yana sürdürülen geleneksel bid’at okuma biçimlerinin yaygınlığını koruduğunu, diğer taraftan da modern bid’atlar olarak nevzuhur okuma biçimleri peydah edilmekte olduğunu belirtmiş ve şöyle devam etmiştik:

“Özellikle de Batı’da muharref İnciller’i makulleştirmek üzere üretilmiş olan hermönetik, tarihselcilik, tarih üstücülük, bilimsel okuma, rölativizm gibi yaklaşımlarla Kur’an’a yaklaşma sapması kendini göstermektedir. Bu bağlamda Kur’an’ı mümince değil de akademik bir kimlik ve yönelimle, akademik gayelerle okuma sorunu da yaygın durumdadır. Geleneksel bid’at okuma biçimleri olarak; Kur’an’ı inzal gayelerinden kopararak, onu anlamaya ve hayatla bağını kurmaya yönelik olarak tertil ile, tedebbür, tezekkür ve tefekkür üzere okumak yerine, anlama ve hayatla bağ kurma gayesi gütmeden salt sevap kazanma, ölülere sevap gönderme(!), hatim kampanyalarına hatim yetiştirme, ölüler için okuma gibi tarihsel süreçlerden bugüne devam eden sapmaları kast ediyoruz.”

Ardından da, “Ne var ki bugün için asıl yıkıcı ve etkili sorun olarak, Kitab-ı Kerim’i kendisine yeryüzünün rabbi ve ilahı konumu biçmiş olan modern Batı aklıyla algılamaya ve değerlendirmeye çalışan ve bu sebeple de o aklı Kur’an’a değil Kur’an’ı o akla tâbi kılmaya gayret eden modern bid’at okuma biçimleri üzerinde durmak gerekir” tesbitinde bulunmuş ve inşallah bir sonraki yazımızda söz konusu modern bid’at okuma biçimlerine değinmeye çalışacağımızı dile getirmiştik.

İşte bu yazıda, Rabbimizin bizim için nihai başvuru, hüküm ve çözüm mercii kıldığı Kur’an’ı, bu belirleyici konumundan uzaklaştırma neticesi doğuran modernist yaklaşımlara değinmeye çalışacağız.

Yüce Rabbimiz, Kitab-ı Keriminde mü’minleri tanımlarken şöyle buyurmaktadır:

“Aralarında hüküm vermek için Allah’a ve Rasûlüne davet edildiklerinde, mü’minlerin söyleyeceği söz ancak, ‘işittik ve itaat ettik’ demeleridir. İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Nur, 24/51)

“Allah ve Rasulü bir işe hükmettiğinde artık mü’min bir erkeğin ve mü’min bir kadının işlerinde kendi isteklerine göre bir seçim hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Rasulü’ne karşı gelirse şüphesiz o apaçık bir dalaletin içine düşmüştür.”(Ahzab, 33/36)

Dolayısıyla biz mü’minlerin Yüce Rabbimizin ahkâmı ve o ahkâma dair Allah Rasulü (a.s.)’ın uygulaması karşısındaki tutumumuz, ayet-i kerimede vurgulandığı üzere “işittik ve itaat ettik” teslimiyetinden ibaret olmalıdır.

Esasında hiçbir mü’minin aksi bir düşünce ve tutum içinde olması da düşünülemez. Fakat, Yüce Rabbimizin Kitab-ı Kerimine ve Rasulünün (a.s.) örnekliğine/sünnetine iman akdi ile samimiyetle bağlı oldukları halde, tarihselcilik ve benzeri modern döneme ait fasid yaklaşım biçimlerinin cazibesine kapılarak İslam’ın emir ve yasakları arasında taabbudi olanlar-muamelata dair olanlar ayrımı yapan ve “sabit din, dinamik şeriat” gibi ilk bakışta kulağa hoş gelen sloganlar eşliğinde Allah’ın ahkâmını geçerliliği hâşâ tarihin belli bir dönemiyle sınırlı, her çağın insanının üzerinde diledikleri gibi tasarrufta bulunabilecekleri, kısacası belirleyici değil belirlenen bir konuma indirgemeye çalışan yazar-çizerlere tanıklık etmekteyiz.

İşte bu noktada çok ciddi bir sorunla karşı karşıya kalmış olmaktayız. Çağı anlamada ve inşa etmede Kur’an’ı merkeze almak yerine, maalesef Kur’an’ı anlamada çağı ve çağın inşa ettiği aklı merkeze alan bu yaklaşımların, kıyamete kadar insanlık için geçerli olacak yegâne hidayet rehberi olarak Kur’an’ın insanlar için nihai hüküm mercii, ihtilafların nihai çözüm kaynağı, hakla bâtılın kendisiyle ayırt edildiği furkân olma özelliklerini etkisiz ve geçersiz kılacak bir niteliğe sahip olduğunu müşahede etmekteyiz.

İslam dünyasındaki Batıl(ı)laşma çabalarıyla birlikte, Batı’daki “aydınlanma” sürecinde muharref İncil’in yorum bazında rasyonalize edilebilmesi ve Hıristiyanlığın sekülerizmle uzlaştırılması gayesiyle üretilmiş olan hermenötik (hermeneutics) ve tarihselcilik (historicism) gibi yorum biçimlerinin kopya edilerek, Kur’an’a da bu gibi fasid algılarla yaklaşmaya başlayanlar olmuştur.

Kur’an’ın Hayatla Bağını Koparan İki Modern Bid’at: Tarihselcilik ve Tarihüstücülük 

Modernist yaklaşımlar üst başlığıyla ifade olunan/olunması gereken bu yaklaşımların ilk olarak 19. asırda İngiliz işgali altındaki Mısır ve Hindistan’da ortaya çıktığını da not etmek gerekir. Son yıllarda Türkiye’de özellikle akademisyen çevrelerde bu tür yaklaşımların revaçta olduğu görülmektedir. İlahiyat Fakülteleri’nde görev yapan kimi akademisyenler adeta bu işin misyonerliğini yapıyor bir görüntü vermektedirler.

Şüphesiz ki, “modernist yaklaşımlar” üst başlığından söz ederken tek bir yaklaşım biçiminden söz etmiyoruz. Sözgelimi tarihselcilik akımının tam karşısında tarih üstücülük1 diye bir başka modernist yaklaşım da söz konusu iken, öte yandan tarihselci yaklaşımın da çeşitli versiyonları söz konusudur.

Temel argümanı “Kur’an’ın mesaj ve maksatlarının evrensel, ahkâmının tarihsel/tarihsel şartlara bağlı ve o şartlarla sınırlı olduğu” şeklinde özetlenebilecek olan tarihselci yaklaşım sahipleri arasında, Kur’an’ın ahkâmını tamamen hâşâ tarihte kalmış hükümler olarak gören ve bugünün laik kanunlarının Kur’an ahkâmının işlevini görebileceğini öne sürecek kadar ileri gidenler (açık bir tuğyan içinde olanlar) olduğu gibi, kimi hususlarda “değişen hayat şartları”ndan söz ederek Kur’an ahkâmının bu şartlara göre yeniden yorumlaması gerektiğini savunanlar da vardır.

İşte biz burada, bu ikinci kısımda yer alanların yaklaşımını konu edinmek ve Kur’an’da yer alan miras ahkâmı üzerinden bu yaklaşımın ne tür yıkıcı sonuçlara yol açabileceğini dile getirmek istiyoruz.

Bu konuya geçmeden önce, tarihselci yaklaşımın ne kadar tutarsız ve temeli olmayan bir anlayış olduğuna dair birkaç kelam etmekte fayda vardır. Şunu belirtmeliyiz ki, tarihselciliği savunanların hiçbiri henüz, “muamelata dair hükümler”i tarihsel, “taabbudi (ibadete dair) hükümler”i ise evrensel kabul etmelerine dair ikna edici bir argüman ortaya koyamamışlardır.

Madem ki onların mantığına göre “Kur’an’ın maksatları evrensel, hükümleri tarihseldir”, o halde bu mantıkla namaz, oruç, zekat gibi ibadetler de pekala hâşâ tarihsel olarak nitelenip yerlerine yeni “çağdaş ibadetler” ikame edilebilir! Bu kabul edilebilir bir şey değil ve neticede açık bir tuğyana yönelmek ve ilahlığa soyunmak ise, ki öyledir, o halde Kur’an’ın muamelata dair hükümlerini de modern akıl ve insan hevasına göre bir tasarrufa tâbi tutmaya kalkışmak da aynı tuğyanı ifade edecektir.

Şayet tarihselci yaklaşım sahiplerinin iddia ettiği gibi Kur’an’ın mesaj ve maksatları evrensel, hükümleri tarihsel olsaydı, Mehmet Pamak’ın isabetli tesbitiyle bu durumda Yüce Rabbimiz salt bu evrensel mesaj ve maksatları bildirmekle yetinir, ilk muhatap nesil de dâhil olmak üzere bu maksatları gerçekleştirecek hükümleri oluşturmayı insanlara bırakırdı. Oysa Rabbimizin, insanların ve toplumların ihtiyacı olan temel hususlardaki hükümleri Kur’an’da bizatihi bildirdiğini görmekteyiz.

İşin doğrusu bu “taabbudi hükümler-muamelata dair hükümler” ayrımının ve bu ayrım üzere bina olunan tarihselci yaklaşımların temelinde, İslam’ın sözünü çağa söylemek ve çağı İslam’ın ölçüleriyle biçimlendirmek gibi bir çabadan ziyade, İslam’a çağın öncülleriyle yaklaşma yanlışının yattığını belirtmemiz gerekir. Çağı İslam’la değil, İslam’ı çağla uzlaştırma gibi bir çabanın da kaçınılmaz olarak Allah’ın hükümlerinden tavizler istenmesini/verilmesini doğuracağı açıktır.

Esasında bu, sadece son birkaç asırla sınırlı yeni bir durum da değildir. Rabbimizin bildirdiği hayat nizamının kendi işleyişleri açısından kabul edilebilir olmadığına karar veren Mekke ileri gelenleri, Allah Rasulü’nden (a.s.) Kur’an’da değişiklik yapmasını veya başka bir Kur’an getirmesini talep etmişlerdir:

“Onlara ayetlerimiz apaçık bir şekilde okunduğunda bize kavuşmayı ummayanlar: Bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir, derler. De ki: Benim onu kendiliğimden değiştirmem söz konusu olamaz. Ben ancak bana vahyedilene uyuyorum. Ben, Rabbime karşı gelirsem büyük bir günün azabından korkarım.”(Yunus, 10/15)

O dönemin egemenleri gibi, bu dönemin egemen güçlerinin de, ictimai, iktisadi, siyasi her türlü saltanatı reddeden Kur’an’ın mesaj ve ahkâmından rahatsızlık duydukları bilinmektedir. Bu rahatsızlıklarını da hem açık düşmanlık şekilde ortaya koydukları, hem de “dine karşı din” projeleriyle İslam’ı ahkâmsız-iddiasız bir mabed dini haline getirmeye çalıştıkları malumdur.

İşte tarihselci yaklaşım sahiplerinin, büyük kısmı söz konusu projelerin bir parçası olmak gibi bilinçli bir tercihle olmasa da, neticede bu fasid projelere katkıda bulunma durumuna düştüklerini söyleyebiliriz.

Kur’an’ın muamelata dair hükümlerinin bir kısmının uygulanması İslami bir otoritenin teşekkülünü gerektirdiği gibi, bir kısmı ise Müslümanların kendi aralarında uygulayabileceği/uygulamaları gereken niteliktedir. İşte mirasa dair hükümler bu minvaldedir.

Yüce Rabbimiz miras hükümlerinin önemli bir bölümünü Nisâ Sûresi 11-12. ayetlerde bildirmiştir. Bu iki ayetin ardından da şöyle buyurarak bu hükümlere uymanın gerekliliğine güçlü şekilde vurgu yapmıştır:

“Bunlar, Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’a ve Rasulüne itaat ederse, onu altından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere sokar. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur. Kim de Allah’a ve Rasulüne isyan eder ve O’nun sınırlarını aşarsa, onu da içinde ebedi kalacağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azab vardır.”(Nisâ, 4/13-14)

İşte Rabbimiz tarafından “hududullah” olarak nitelenen ve aşılması, tâbi olunmaması durumunda ebedi azaba muhatap olunacağı bildirilen miras hükümleriyle ilgili son dönemlerde kimi yazar ve akademisyenlerce maalesef cüretkâr yorumlar yapıldığına tanıklık etmekteyiz.

Nisâ Sûresi 11. ayette bildirilen “mirasta erkek evlada kız evladın iki katı pay” hükmü, söz konusu kimselerce “Şartların değiştiği, artık kadınların da çalıştığı ve ekonomik yükümlülük altına girdiği” gibi gerekçeler öne sürülerek geçersiz kılınmaya çalışılmakta ve laik kanunların “eşit pay” hükmünün savunuculuğu yapılmaktadır.

Öncelikle bu yaklaşımın, 7. asrın Mekke toplumunda kadının konumu ve rolü konusunda yanlış bilgi ve algılara dayalı olduğunu belirtmeliyiz. Zira Kur’an’ın konuyla ilgili ayetleri ve siyer bilgilerinden açıkça öğrenmekteyiz ki Mekke’de kadınlar ticaretle meşgul oluyorlar, ortaklıklar kuruyorlar ve servet sahibi olabiliyorlardı. Nitekim Rabbimizin Kur’an’da erkekler gibi kadınlara da mali yükümlülükler yüklemesi bu durumu net olarak belgelemektedir.

Daha önce de değindiğimiz üzere, neticede çağı İslam’a göre değil, “İslam’ı çağa göre algılamaya çalışmak” yanlışından kaynaklanan bu tür yaklaşımlar, Kur’an ahkâmını Müslümanlar arasında bile maalesef işlevsiz kılmayı doğuracak çok ciddi bir sapmadır.

Kur’an, Müslümanlar için nihai başvuru ve hüküm kaynağı ve dolayısıyla nihai çözüm merciidir. İnsanların yegâne Rabbi yüce Allah’tan gelen ve kendisinde şüphe bulunmayan yegâne kaynak Kur’an’dır. Dolayısıyla Kur’an, insanlar ve toplumlar için bir bakıma “tuz” mesabesindedir. Kur’an’ın ahkâmını şu veya bu gerekçeyle etkisiz ve işlevsiz kılmaya çalışmak, tuzu kokutmaya çalışmaktır, insanlar için tek çıkış yolunu, tek anlaşma zeminini, tek çözüm yolunu bertaraf etmeye kalkışmaktır.

Bir Müslüman ailede, miras paylaşımı gündeme geldiğinde yapılması gereken açıktır: Yüce Rabbimizin mirasla ilgili hükümlerine göre herkese hakkını vermek ve bu paylaşım üzere helalleşerek konuyu kapatmaktır. Oysa Kur’an’ın apaçık miras hükümlerini, “bugünün değişen şartlarını” öne sürerek kendilerince geçersiz kılanların bu fasid yorumları toplumda makes bulduğunda ortaya nasıl bir kaos çıkacaktır, bunu ciddi olarak düşünmek gerekir.

Düşünün ki aynı aile fertleri içinde her biri Allah’ın dinine yürekten bağlı olan insanlar, konu miras paylaşımına gelince Kur’an’ın apaçık ayetleriyle çözüme ulaşamayacak, aralarından bazıları “Ben televizyonda filanca yazarı dinledim, bugünün şartlarında mirastan kız ve erkek çocuklara eşit pay verilmesi gerektiğini söyledi” şeklinde itirazda bulunabilecek ve böylece Kur’an’ın ortak hüküm kaynağı (hakem) olma, nihai başvuru ve çözüm mercii olma vasfı ortadan kalkmış olacaktır.

Kur’an furkandır, hak ile bâtılı, haklı ile haksızı ayırt eden Rabbani ölçüdür. Kur’an hakemdir. İnsanlar arası ilişkilerde yaşanması muhtemel ihtilaflarda nihai başvuru kaynağıdır. Kur’an insanlığın yegâne çıkış yolu, yegâne umudu, yegâne tutunacak dalıdır.

Kur’an’ın ahkâmını, ister Süleyman Demirel gibi hâşâ alenen çağdışı ilan edip, onun yerine laik kanunların konulmasını teklif ederek, isterse onlara iman ettikleri halde bu çağın baskın algılarıyla Kur’an ahkâmına yaklaştıkları için ahkâm ayetlerini hiçbir meşru ve tutarlı gerekçeye dayanmaksızın hükümsüz kılmaya yeltenenler, neticede Kur’an’ın furkan ve hakem olma niteliğine, fert ve toplumlar için nihai başvuru, hüküm ve çözüm mercii olma vasfına muhalefet etmiş olurlar.

Kur’an Karşısında Bir Postmodern Gürültü: Görecelilik İddiası

Kur’an mesajının ilk muhatapları arasında yer alan Mekke müşrikleri, Kur’an’la ilgili “Bu sadece bir insan sözüdür”(Müddessir, 74/25), “Bu uydurmadan başka bir şey değildir”(Sâd, 38/7), “Bu Kur’an onun uydurduğu bir yalandır, bir topluluk da bu hususta kendisine yardım etmiştir”(Furkân, 25/5), “Bu bir büyüdür”(Zuhruf, 43/30), “Karmakarışık rüyalardır”(Enbiya, 21/5), “Ona bir adam öğretiyor”(Nahl, 16/103), “Evvelkilerin satırları / masallarıdır”(Enfâl, 8/31), “İstesek biz de bunun aynısını söyleyebiliriz” (Enfâl, 8/31) gibi inkâra yönelik iddialarda bulundukları gibi, Kur’an mesajının Mekke toplumunda makes bulmasını engellemek amacıyla o okunduğunda gürültü yaparak2 mesajın duyulmasına engel olmaya çalışmak gibi filli müdahalelerde de bulunmuşlar, “Bize bundan başka bir Kur’an getir veya onu değiştir”3 gibi uzlaşmacı teklifler de gündeme getirmişlerdir.

Allah Rasulü (s), tüm bu yalanlama, karalama ve engelleme çabalarına karşılık, Rabbinden kendisine vahyedileni açık bir şekilde tebliğ etmekten geri kalmadığı gibi, mesajı Mekke statükosuyla çatışmayacak şekilde eğip bükmesi talebine de, yine bizzat mesaj sahibinin direktifiyle şu şekilde cevap vermişti: “…Onu kendiliğimden değiştiremem. Ben sadece bana vahyolunana uyarım. Rabbime isyan ettiğim takdirde, büyük bir günün azabından korkarım.”(Yunus, 10/15)

Rabbimizin insanlığa son çağrısı, dünya ve âhiret saadeti için insanoğluna bildirdiği son hidâyet kılavuzu, hayat kaynağı Kur’an’a yönelik Mekke müşriklerininkine benzer yalanlama, karalama ve engelleme çabaları da, yine onlarınkine benzer şekilde onun mesajını saptırma girişimleri de bugün hız kesmeden devam etmektedir. Tek bir farkla ki, bugünün cahiliyesi, tüm bunları Mekke cahiliyesine göre daha sofistike yöntemlerle, daha estetik biçimlerde yapmaktadır. Modernizm ve ardından da postmodernizm gibi tüm insanlığı etkisi altına alan algılama biçimleri üretmiş bir cahiliye türünün, Mekkeli müşrikler gibi kaba gürültüyle bir mesajı boğma girişiminde bulunmaları beklenemezdi! Zira aynı şeyi daha estetik yöntemlerle yapmak mümkündü!

İşte bu yazımızda konu edinmeye çalışacağımız ve “Herkesin Kur’an’dan anladığı kendine!” şeklinde özetlenebilecek olan “Kur’an’ı anlamada görecelilik” iddiası, Kur’an mesajına ve onun bağlayıcılığı, furkan oluşu / ayrıştırıcılığı, red ve inşa edici oluşuna karşı tam tamına postmodern bir gürültü biçimini ifade etmektedir. Tıpkı Batıda, doğrudan Rabbani bir hitap olmak yerine o hitabın muhatabı bir peygamberin (Hz. İsa) hayat hikâyesi ve sözleriyle ilgili rivayetlerin toplandığı mevcut İncilleri anlayıp yorumlamak için üretilmiş olan hermenötik, tarihselcilik, evrenselcilik gibi Batı menşeli yaklaşım biçimlerini Kur’an’a uyarlamaya çalışmanın da birer nevzuhur gürültü biçimleri oluşu gibi…

Bilindiği gibi Batı aklı, 18. asırdan 20. asrın ortalarına kadar kendisini hakikatin temsilcisi olarak gördü. İnsanlığı bu “hakikate” dâvet etmenin ötesinde, kendisini insanlığa dayatmaya çalıştı. Adına “modernizm” denen bu diktacı yaklaşım 20. asrın ortalarında tıkanıp işlerliğini kaybedince de, bu kez “suyu bulandırma ve bulanık suda balık avlama” yöntemi olarak “hakikatin çokluğu ve göreceliği” iddiasına dayanan postmodern anlayış tüketime sunuldu.

Batı aklı böylece hakikate karşı “Ya benimsin, ya toprağın!” anlayışında olduğunu göstermiş oluyordu. Hakikatin Batı aklının ta kendisi olduğu iddiasını öne süren ve bunu tüm insanlığa dayatan modernizmin tıkanması karşısında, “Tek bir hakikat diye bir şey yoktur. Hakikat görecelidir” ölçüsüzlüğünün vizyona konulması başka nasıl izah edilebilir?

Başından beri kendisini, insanlık için yegâne hidayet rehberi durumundaki Kur’an mesajına kapatmış, vahye karşı inatçı bir zorba olarak sırt çevirmiş bulunan ve herkesi bağlayıcı ortak bir kaynağa iman etmeyen Batı aklının bu tür felsefi arayışlar içinde bocalamasını, insanlar hakikat yolculuğuna çıkmasınlar diye onların önüne seçenek üzerine seçenek koyma, engel üzerine engel çıkarma telaşında olmasını anlamak güç değil. Güç olan, güneşi ellerinde bulunduranların, bizatihi kendi elleriyle o güneşin ışığını belirsizleştirmeye, karartmaya kalkışmaları, bu yönde Batılı merkezlerde üretilen tezlere sahiplenip onlara ortaklık etmeye yönelebilmeleridir.

Apaçık bir kitap olarak (Şuara, 26/2) hakla bâtılı birbirinden kesin çizgilerle ayırmak için (Bakara, 2/185) Rabbimiz tarafından inzal olunan Kur’an, bağlayıcı ve ayrıştırıcı bir hayat kaynağı olmaktan çıkarılarak, adeta bir felsefe kitabı, bir akademik tartışma kaynağı konumuna düşürülmeye çalışılmaktadır. Ne yazık ki bu konuda epey mesafe de alınmış görünmektedir.

Bu cümleden olarak “Herkesin Kur’an’dan anladığı kendine!” mantığı, Müslümanlar arasında o kadar etkili olmaya başladı ki, artık herhangi bir konuda Kur’an’a atıf yapmak veya Kur’an’ın ölçülerini hatırlatmak, dayatmacılık ve diktecilik olarak yaftalanır oldu. Gündeme gelen bir konu hakkında Kur’an’ın ölçülerini hatırlatmak istediğinizde, bazı muhatapların gündeme getirilen âyetlerin mesajları üzerinde müzakere etmek yerine hemen söz konusu postmodern reflekse yönelip, “O sizin yorumunuz” diyerek işin içinden çıkıverdiğini görüyorsunuz.

Rabbimizin “Hablullah” olarak niteleyip topluca sarılmamızı emrettiği (Al-i İmran, 3/103) Kur’an’ın, Müslümanların ortak referansı olma özelliği ve bağlayıcılığı, söz konusu yaklaşımla zayıflatılıyor, etkisiz ve işlevsiz hale getiriliyor.

Bilindiği üzere bugüne dek Kur’an mesajının önündeki engel daha çok geleneksel din anlayışlarından kaynaklanan “Kur’an’ı herkesin anlayamayacağı” şeklindeki yaklaşımdı. Çoğu zaman muhatabınıza Kur’ani bir ölçüyü hatırlattığınızda, herhangi bir konuyla ilgili bir âyet-i kerimeyi referans gösterdiğinizde “Biz anlamayız, hocalar anlar!” mahiyetindeki tepkilerle karşılaşırdınız.

Bu anlayış şimdilerde büyük ölçüde aşıldı. Düne kadar Kur’an meâli okumayı sapma sebebi olarak gören birçok geleneksel anlayış sahibi çevre şimdi meâl okumayı teşvik eder duruma geldi. Artık Kur’an mesajının önündeki en güçlü engel, geleneğin “Kur’an’ın anlaşılmazlığı” iddiası değil. Onun yerine, ölçüyü, postmodernizmin “hakikatin göreceliği” ölçüsüzlüğünde arayan, vahyin net ve apaçık ölçüleriyle modern ve postmodern kuramlara yaklaşmak yerine, söz konusu kuramlarla vahye yaklaşmayı yeğleyenlerin flulaşmış zihni algı ve duruşları Kur’an mesajının önüne dikiliyor.

Mesele öyle bir hal aldı ki, artık Müslümanlar arasında bile Kur’ani ilkeleri gündeme getiremez olduk. Herhangi bir konuda Kur’an’dan bir âyet okuduğunuzda “kendi yorumunu herkese dayatmak” gibi ithamlarla karşılaşıveriyorsunuz. Kısacası, aynı Kitab’a iman ettiğiniz bir insana o Kitab’dan bir ölçüyü hatırlatmanın alabildiğine zorlaştığı bir dönemden geçiyoruz.

Kur’an Nasıl Bir Kitaptır?

Kur’an’dan bîhaber olarak, Batı kültürünün enstrümanlarını ele alıp, Kur’an’a rağmen Kur’an hakkında konuşan ve yazıp çizenlerin, Batılı ve Batıcı akademisyenlerin modern ve postmodern ön kabullerle Kur’an’ı tanımlamaya ve yorumlamaya kalkışmasını anlayabiliriz. Fakat Kur’an’ı okumuş, onunla hemhal olmuş, dolayısıyla Kur’an’ın özelliklerini bilmemeleri düşünülemeyecek kimi Müslüman yazar-çizerlerin kalkıp, Kur’an’ı Kur’an’a rağmen tanımlayan, Kur’an mesajını modern ve postmodern gürültülere boğdurma gayreti içerisinde olan Batılı ve Batıcı oryantalistlerin ardı sıra yürümesini asla anlayışla karşılayamayız, mazur göremeyiz.

Kur’an mesajını, rölativizmin kör kuyusunda işlevsizleştirmeye matuf postmodern gürültülere karşı durmak yerine, bu gürültülere bilinçsizce ses katan bu insanlar, Kur’an’ın nasıl bir kitap olduğuyla ilgili onca âyeti nasıl gözden kaçırabilirler? Kur’an’ın apaçık oluşu (Yusuf, 12/1; Hicr, 15/1; Nur 24/1; Kasas, 28/2 vb.), kolaylaştırılmış oluşu (Kamer, 54/17, 22, 32, 40; Meryem, 19/97; Dûhan, 44/58 vb.), açık ve açıklanmış bir kitap oluşu (En’am, 6/55; Tevbe, 9/11; Yunus, 10/75 vb.) ve furkân (hakla bâtılı ayıran) oluşu (Bakara, 2/185; Furkân, 25/1; Âl-i İmrân, 3/4) ile postmodern ölçüsüzlüğün “hakikatin göreceliği” anlayışının bir uzantısı olan “Herkesin Kur’an’dan anladığı kendine” anlayışını telif etmek mümkün müdür?

Herkesin farklı anlamasına müsait bir kitap nasıl bağlayıcı olabilecek, hakla bâtılı nasıl birbirinden ayıracak ve insanlar arasında hakem olabilme rolünü nasıl oynayacaktır? Kur’an herkese aynı anda aynı şeyi söyleyen, içinde çelişki bulunmayan, kendisine iman edenlere tefrikaya düşmeyi yasaklayan (Âl-i İmran, 3/103) inşa edici bir kitaptır. Bir felsefe kitabı veya akademik kaynak gibi tartışılsın, etrafında beyin fırtınaları yapılsın diye değil, Âlemlerin Rabbi tarafından, anlaşılsın ve hayata hâkim kılınsın diye inzal olunmuştur. Dolayısıyla Kur’an’ın, mezhebî, meşrebî, kavmî vs önyargılardan arınmış olarak muttaki bir yönelişle kendisine yönelenleri, farklı istikametlere sevk etmesi düşünülemez.

Tabii ki Kur’an’ın kimi âyetleri Müslümanlar arasında farklı anlaşılıp yorumlanabilecektir. Sahabe arasında bile zaman zaman âyetleri anlama konusunda farklılıklar ortaya çıkmış, ancak Allah Rasulü’nün (s) devreye girmesiyle ortak anlama ulaşılmıştır. Bakara Sûresi 195. âyette geçen “Kendinizi tehlikeye atmayın” ifadesinden neyin kastedildiği konusunda sahabe arasında yaşanan tartışma buna örnek olarak verilebilir. Fakat bu durum Müslümanları farklı istikametlere yöneltecek bir yorum ve anlayış farkına yol açmamış, birtakım yorum farklılıkları, Kur’an’ın muhkemiyatı ışığında ve Allah Rasulü’nün hayatta iken doğrudan, vefatından sonra ise sünnetinin öğreticiliği ışığında ortak İslami aklın işletilmesiyle çözüme kavuşturulmuştur. Ta ki Kur’an dışı etkileşimler başlayana dek…

Bugün, Müslümanların 14 asırlık kültürüne ve bugünkü durumlarına bakıp, ortaya çıkmış olan farklılıkların faturasını Kur’an’a çıkarmak son derece yanlış bir okuma ve büyük bir haksızlıktır. Müslümanlar arasındaki mevcut ihtilafları, tarihsel süreçte belirleyen olmaktan çıkarılıp önemli ölçüde belirlenen bir konuma mahkûm edilen Kur’an’a fatura etmek, eli ayağı bağlanmış bir kişiyi o haliyle cinayet işlemekle itham etmekten farksızdır.

Harici Yaklaşım ile Postmodernizm Arasında

Kur’an’a yaklaşımımızı belirleyen, yine Kur’an’da Rabbimizin Kur’an’a dair yaptığı tanımlamalar ve ona nasıl yaklaşılması ile ilgili ölçüleri olmalıdır. Farklı kültürlerin metinlerini anlama ve yorumlama ihtiyacıyla üretilmiş yöntemleri kalkıp Rabbani bir hitap olan Kur’an’a uyarlamaya çalışmak son derece yanıltıcıdır. Kur’an’ı nesneleştirecek, onun hayatı inşa eden belirleyicilik ve bağlayıcılık vasfını zayıflatacak, perdeleyecek yaklaşımlardan titizlikle kaçınmak gerekir.

Harici okuyuş biçiminin yaptığı gibi, âyetleri Kur’ani bağlamından kopararak eldeki keskin bir kılıca dönüştürmek nasıl ki Kur’an’a yapılan bir haksızlıksa, Kur’an’ı “Herkesin anladığı kendine!” ölçüsüzlüğüne mahkûm etmeye kakışmak da en az onun kadar haksızlıktır, Kur’an’a yapılan bir zulümdür. Katolikliğin kilise yorumlarını nasslaştırmasına benzer bir ölçüsüzlükten de, Protestanlığın nassları izafileştirip, tamamıyla yoruma indirgenmiş sabitesiz bir din üreten ölçüsüzlüğünden de titizlikle sakınmak gerekir.

Kur’an’ın, dileyenin ona dilediğini söyletebileceği bir nesne değil, Âlemlerin Rabbi’nin insanlık için söylediği apaçık sözleri taşıyan inşa edici bir özne olduğunu, onun furkân oluşunun ve mesajının bağlayıcılığının altını ısrarla çizmemiz gerekir. Hele de “hakikatin göreceliği” anlayışıyla her şeyin flulaştırılmak istendiği, net olmanın, itiraz etmenin, iddia sahibi olmanın, bir hakikatten söz etmenin “totaliterizm” yaftasına muhatap kılındığı bu postmodern çağda…

Yegâne hak dinin insanlığa dünya ve âhiret saadeti vaad eden sadasının, Âlemlerin Rabbi’nden gönderilmiş son kurtuluş reçetesi Kitab-ı Kerim’in apaçık mesajının postmodern gürültüler altında ezilmemesi, bizlerin bu sofistike gürültülere pabuç bırakmamamıza bağlıdır. İnsanlığın ihtiyacı olan ölçüleri bildiren Kitab’ımızı, modernist itiraz ve karalamalara karşı olduğu kadar postmodern ölçüsüzlüğe karşı savunmak da bugünün Müslümanları için temel bir yükümlülüktür.

1 Evrenselcilik diye de nitelenen ve fakat doğru tanımlaması Tarihüstücülük olan yaklaşım, Türkiye’de daha çok mealcilik olarak bilinmektedir. Bu yaklaşımın temel mantığı, Kur’an’ı anlamak ve yaşamak için belli bir tarihsel dönem ve topluluğun örnekliğine ihtiyaç olmadığı yönündedir. Dolayısıyla bu yaklaşım biçimi, Rabbimizin bizim için “usvetun hasene/en güzel örnek” olarak nitelediği ve kendisine itaat etme emri verdiği Allah Rasulü (a.s.) ve inşa ettiği ilk Kur’an neslinin örnekliğini yok saymaktadırlar.
2 “İnkâr edenler dediler ki: ‘Bu Kur’ân’ı dinlemeyin, o okunduğunda gürültü edin, belki ona gâlib gelirsiniz.”(Fussilet, 41/26)
3 “Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman, bizimle karşılaşmayı ummayanlar şöyle dediler: ‘Ya bundan başka bir Kur’an getir ya da bunu değiştir.’ De ki: ‘Onu kendiliğimden değiştiremem. Ben sadece bana vahyolunana uyarım. Rabbime isyan ettiğim takdirde, büyük bir günün azabından korkarım.”(Yunus, 10/15)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *

3 Comments

  • Ebu Gureyb
    15 Mart 2018, 10:50

    Yüreğinize sağlık , Allah razı olsun.Gerçekten durum ciddi.El birliği ile bu çağın bid’atlerinden biri olan bu bid’ati bertaraf etmeliyiz.

    REPLY
  • Şükrü
    12 Mart 2018, 17:27

    Cümlemizden inşallah Ali Bey. İlginiz için teşekkür ederim.

    REPLY
  • Ali
    6 Mart 2018, 00:03

    Allah razı olsun çok güzel aydınlatıcı bir yazı olmuş.

    REPLY