Protestanlık, Ulus-Devlet Hizmetindeki Din ve İslam

Protestanlık, Ulus-Devlet Hizmetindeki Din ve İslam

Muhafazakarlığın bugün yaptığı şey, aslında İslam’ın protestanlaştırılmasından başka bir şey değildir. Orta çağda Protestanlığın ulus-devletin önünü nasıl açtığına bakmak gerekir:

O zaman işte İslam’ı asıl protestanlaştıran şeyin, Kuran’ın sadeleştirilmesi ya da anlaşılabilecek bir kitap olduğunu savunmak değil, milli bir din yaratma, İslam’ın evrenselliğini devletin milliliğiyle manipüle etme, seküler devletin kullanabileceği şekilde bir din anlayışı yaratmak olduğu görülür.

Bu satırların sahibi İslam Özkan, İslami Analiz’deki köşesinde, protestanlaşmanın ulus-devletleri ve sekülerleşmeyi doğuran ve gelişimine neden olan yönüne dikkat çekiyor. Ulus-devletlerin ortaya çıkışı ile iktidarlar tarafından dine biçilen konumu da değerlendirmeye alan Özkan, “İslam hukukunun hakem olduğu, ulemanın da bu hukukun denetleyicisi ve koruyucusu olduğu bir düzen kurmak başka, hukukun seküler olduğu bir düzende İslami kurallara devlet düzeninde yer verilmediği halde onu sadece meşruiyet aracı olarak kullanmak başkadır.” tesbitinde bulundu.

İslam Özkan’ın dikkatle okunması gereken yazısı şöyle:

Ulus-devlet hizmetindeki din İslam değildir, Protestanlıktır

Son günlerde dinin artan bir biçimde devletin hizmetine girdiğine tanık oluyoruz. Dinin devletin hizmetine sokulması yeni bir şey değil elbet. Orta Çağ İslam tarihi, dinin devlet tarafından aşındırıldığı, araçsallaştırma yönündeki girişimlere tanıklık edebilecek örneklerle dolu.

Ancak din karşısında İmparatora bütünüyle özerklik tanıyan anlayış zannedildiği gibi İslam tarihinde değil, sekülerizmin kurumsallaştığı ve insanı her türlü değer karşısında mutlaklaştıran, toplumla dini değerler arasındaki bağın giderek zayıfladığı Avrupa tarihinde ortaya çıkmıştır. Zira her ne kadar Osmanlıda teorileştirildiği gibi örfi hukuk, Padişaha her ne kadar özerk bir alan tanısa da onu, dinden ve dini kurallardan çıkarılan hukuki kodlardan bütünüyle azade kılmaz. Örfi hukuk Osmanlı Padişahına belirli alanlarda kısmi özerklik verir, ancak Padişahın dilediği mezhebi, dilediği dini yorumu seçme özgürlüğünü tanımadığı gibi Dini kurallar karşısında ona mutlak bir pozisyon da vermez. Ancak özellikle Protestan Reformasyonu ve Rönesansının gerçekleşmesiyle cennete girmek için Kiliseye gerek olmadığı düşüncesinin hayli taraftar toplamasının ardından mutlak otorite, Avrupa’da İmparatora tanınmıştır.

Burada Protestanlığın ulus-devlete geçişte sağladığı kolaylık, ulus-devletin ve sekülerizmin önünü açmada oynadığı rol oldukça belirgindir.

“Ulus devlet sistemi Feodal Lordların ve Katolik kilisesinin elinde tuttuğu egemenliğin zayıflamasının bir sonucu olarak Orta Çağ Avrupasında ortaya çıkmıştır. Rönesans ve Reformasyon, Kilisenin siyasi gücünü kırma rolü oynamıştır. Rönesans insanı öğrenmenin klasik yöntemlerini yeniden gözden geçirmiştir. Reformasyonda olduğu gibi cennete girmek için Kilise’ye ihtiyacının bulunmadığı görüşünü savunmuştur. Her bir inanan Tanrıdan önce bir din adamıydı. Öyleyse şimdi, bilgiye ve cennete giden yol Roma’dan geçer. Protestan reformu Avrupa’nın her yanında devletin dönüşümünü sağlamıştır.

Protestan Reformu, Avrupa’nın dini birliğini paramparça etmiş, kendi sınırları, hukuku ve yargısıyla ulus-devletin doğuşuna katkı sağlamıştır. Ulusal bilincin gelişmesinin tam zamanıydı. Ulusal diller üniversite öğretiminde Latinceyle yer değiştirmeye başlamıştı. Roma temelli hukuk yerine ulusal hukuk yaklaşımı gelişmiştir. Avrupa’da legal milliyetçilik ulusal hukukun yazılı kanun kodları formunu almıştı. Roma ya da Papalık otoritesi veyahut başka bir evrensel ilke yerine kanunun kaynağı, devlet olmuştu.[1]

Kısacası ulus-devlet aslında İmparatorların kilisenin otoritesinden kurtulma çabasıyla ortaya çıkmış,  sekülerliğin kurumsallaşmış bir uygulamasından başka bir şey değildir. Böylece kendilerinin ve temsil ettikleri sınıfların çıkarlarını maksimize etmek için kullandığı bir araçtır din.  Din araçsallaştırılır, ulus devletin çıkarlarına amade kılınır. Din artık ahlaklı olmak, insan-ı kamil olmak, erdemli bir hayat sürmek gibi değerlerin sürdürülmesi için değil kurumsallaşan çıkarlara meşruiyet kazandırmak, iktidarın eylemlerini haklılaştırmak, ulus-devletin çıkarlarının aynı zamanda dinin çıkarları olduğunu dillendirmek için vardır.

İslam hukukunun hakem olduğu, ulemanın da bu hukukun denetleyicisi ve koruyucusu olduğu bir düzen kurmak başka, hukukun seküler olduğu bir düzende İslami kurallara devlet düzeninde yer verilmediği halde onu sadece meşruiyet aracı olarak kullanmak başkadır.

Devlet yönetiminde Thomas Hobbes’la birlikte ortaya çıkan eğilim, imparatorun egemenliğini kısıtlayabilecek herhangi bir toplumsal, dini ya da hukuki bir faktörün bulunmadığışeklindeydi.  Hobbes’un söz konusu tezleri savunduğu Leviathan adlı kitabının yayın tarihi oldukça dikkat çekicidir. Hobbes bu eseri, ulus-devletin doğum tarihi olan Vestfalya anlaşmasından sadece 3 sene sonra 1651 tarihinde yayınlamıştır. Vestfalya anlaşması, Avrupa’da 30 yıl savaşları olarak adlandırılan mezhep savaşlarının sona erdiren bir anlaşmaydı. Feodalizmin ve Kilise’nin hegemonyasının gerilemesi, Burjuvazinin yükselişi, güçlü monarşilerin ve bununla birlikte modern ulus-devlet sistemin yükselişini beraberinde getirmiştir. Savaşa bir son veren Vestfalya Anlaşması, Germen Prenslerine Katoliklik, Kalvinizm ya da Lutercilik arasında tercihte bulunma ve bunu resmi din olarak kabul etme hakkını vermiştir. Daha da önemlisi Avrupa’nın dört bir yanında Westfalya, her kralın kendi sınırları içerisinde mutlak egemen olmasını sağlayarak ulus devlet egemenliğine yeşil ışık yakmıştır.

Ulus devletin doğuşunu deklare eden Vestfalya anlaşması, Krala, egemene, Sultana adı herneyse, istediği mezhebi seçme, dinin istediği yorumunu alma, kısacası dine karşı dilediği pozisyonu takınma özgürlüğü vermiştir. Din artık devletin işleyişine müdahale edemeyecek, dini referanslar imparatorların davranışlarına düzenlemeler getiremeyecektir. Artık tek mutlak değer, tek mutlak hakim imparatordur ve yöneticidir.

Ancak burada yeni olan, devlette ve toplumda hiçbir dönüşüm gerçekleştiremeyen, hatta yolsuzluk ve gayrı meşru uygulamaların neden olduğu tahribatla devlet ve toplum konusunda seküler haleflerinin gerisinde kalan bir iktidarın sadece söylemselbir dinin taşıyıcı olmasıdır.

Bir başka ifadeyle tarihteki iktidarlar, az çok dini bir meşruiyete sahipken, günümüz muhafazakarların iktidarı dini açıdan hiçbir meşruiyete sahip olmadığı gibi, aslında ulus-devlet, emperyal politikalar, milliyetçilik gibi İslam dışı olgulara da büyük ölçüde sahip çıkarak aslında dini açıdan var olan meşruiyet kırıntılarını da yok etmektedir.

Muhafazakarlığın bugün yaptığı şey, aslında İslam’ın protestanlaştırılmasından başka bir şey değildir. Orta çağda Protestanlığın ulus-devletin önünü nasıl açtığına bakmak gerekir: O zaman işte İslam’ı asıl protestanlaştıran şeyin, Kuran’ın sadeleştirilmesi ya da anlaşılabilecek bir kitap olduğunu savunmak değil, milli bir din yaratma, İslam’ın evrenselliğini devletin milliliğiyle manipüle etme, seküler devletin kullanabileceği şekilde bir din anlayışı yaratmak olduğu görülür.

Türkiye’de mevcut iktidarın dine yaklaşımı, büyük ölçüde Protestanlığın ulus-devlet için kaldıraç olduğu, güzel ahlak ve hukukun üstünlüğünde temsil olunan dini değerlerin devlet için araçsallaştırıldığı dönemleri bizlere hatırlatmaktadır.

[1](LynnBuzzard, “Stop! Inthe Name of theLaw.” World vol. 14, no. 29, July 31, 1999, 68.)

İSLAMİ ANALİZ

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *

2 Comments

  • mbozac
    15 Şubat 2018, 12:02

    esasen muhafazakarlığın protestanlığı değil de ortodoksiyi sağlamlaştırdığı, getirdiği söylenebilir… protestanlığı ‘mealcilik’ denilen akım, tarihselcilik, postmedernizm salık vermektedir.

    REPLY
  • Şükrü
    13 Şubat 2018, 15:11

    Dilerim ki yazar, aynı düşünceleri İran ulus-devleti ve onun Şii inancını araçsallaştırması için de taşıyor olsun.

    REPLY