Humeyni’den sonra İran (gezi notları)

Humeyni’den sonra İran (gezi notları)

Size yine yazacağımı, anılarımı sürekli anlatacağımı söylemiştim. Anılarımızı anlatmaktan maksadımız, gezip gördüğümüz yerlerde karşılaştıklarımızı sizlere nakletmek ve görgü, bilgi beraberliklerimizi artırmaktır.

Ercümend Özkan

Bulunduğum yerlerde müslümanları nasıl buluyorum, nasıl görüyorum, bunlardan sizleri de haberdar etmek ve birlikteliğimizi artırmaktır.

31 Mayıs Perşembe günü öğrenci kardeşlerimizin gayretleri sonucu Boğaziçi Üniversitesi’nin bir salonunda saat 15.00’te “Değişen Dünya ve İslam” konulu bir konferans verdim. Yağışlı bir hava olmasına rağmen ilgi fazla idi. Öyle dediler oranın durumunu bilen kardeşlerimiz. Mikrofonsuz ve irticalen yaptığımız konuşma kameraya alındı.

İki saat süren konferans dikkatle dinlenildi. Zaten hemen hemen bir saati kesintisiz, benim başlıkla ilgili genel ve özel açıklamalarımdan oluşuyordu. İkinci bölümde ise anlatılanlar çerçevesinde sorulan sorulara cevaplarla geçti ve konu biraz daha aydınlandı. Zaten sorular, dinlenilen konuların daha da açıklanması için çok gerekli şeylerdir. Her ne kadar sorulan bazı sorular ayrı bir konferansın konusu olacak kadar geniş boyutlu idiyse de pek kısa da olsa açıklamalarla soru sahiplerine cevap vermeye çalıştık.

İleride inşaallah yine Boğaziçi Üniversitesi’ndeki kardeşlerimizin gayretleri sonucu, başka önemli konularda konuşmalar yaparız. Bize bu imkanı hazırlayacaklarından eminiz. Uyanık, bilinçli kardeşlerimiz hepsi de.. Kendilerine huzurunuzda teşekkür etmeyi bir borç biliyorum ve gayretlerinin devamını diliyorum.

Bu arada Türkiye’nin diğer üniversitelerinde okuyan kardeşlerimize de bu vesile ile hatırlatmada bulunmak istiyor ve diyorum ki, sizler de bulunduğunuz üniversitede muhtelif konularda konferanslar düzenleyiniz. Etkinliklerinizi artırınız. Bizi de çağırır ve konuşmamızı isterseniz gelir konuşuruz. Hem birbirimizi daha yakından tanır, tanışır, hem de fikirlerimizi karşılıklı olarak tartışır ve anlaşırız. Birbirimizi anlarız. Temelde Kur’âni doğruları baz aldığımıza göre de mutlaka anlaşırız. Her halde karşılıklı konuşmakta, birbirimizi dinlemekte umulmaz yararlar vardır. Örneğin Tevhid üzerine konuşuruz. Tevhide dayalı olarak Vahdet üzerinde konuşuruz. Yöntem üzerinde, düzen üzerinde konuşuruz. Biz, sizleri dinler ufkumuzu açarız. Sizler de bizi dinleyerek belki bazı işitmediklerinizi işitir, duyarsınız. Her konuşma birbirimizi daha yakından tanımaya yardımcı olacak, ne dediğimizi daha iyi anlayacak ve birbirimiz hakkında yakın hâsıl olacaktır. Biz bunda çok yararlar umuyor ve görüyoruz. Sizlerin de aynı düşüneceğinden eminiz. Sizlerden tertip edeceğiniz konferanslarla ilgili haber bekliyorum. On veya on beş gün önceden bizi haberdar etmenizde vakti tesbit bakımından yarar vardır. Her konuşmayı da kameraya alıyoruz, ki kaybolmasın ve isteyenlere göndererek, onların da dinlemelerini sağlayalım.

1 Haziran Cum’a günü Yeşilköy havalimanında, dış hatlar yolcu salonunda toplandık. İran’a gitmek üzere sekiz kişi birleştik. Ve saat 13.00’te Tahran’a kalkacak uçağa, uçağın misafirler için ayrılmış birinci sınıf bölümüne yerleştik. Vaktinde kalkan dev Boeing 747 Jumbo Jet, iki katlı ve çok yolcu alan büyük uçaklardan biri idi İran Air’in. Ankara, Van derken iki saat kırk dakikalık bir yolculuktan sonra Mehrabad havaalanına indik.

Uçakta, özellikle Van gölünün üzerinden uzun süre uçtuk sayılır. Fevkalade bir güzelliğe sahip olan Van gölünün, İran’daki kardeşi Urumiyeh gölü de Van gölü kadar olmasa da büyüklüğü ile dikkati çekici idi. Gölün doğusundaki eski medeniyet ve kültür merkezlerinden Merağa’nın üzerinden geçtik. Çok mesafeli olarak kurulmuş İran şehirlerinin üzerinden geçtik. Ekili alanın çok az olduğu dikkatleri çekiyordu. Büyük bir alan insansız topraklardan oluşuyor ve üzerinde insan emeğinin yokluğunu düşündürüyor bu topraklar.. Daha önce de karadan defaatle geçtiğim yerler… Kilometrelerce gitmenize rağmen ekili alan görmemeniz insanı üzüyor.

Tahran’a yaklaştıkça bazı küçük alanların yeşilliği dikkatimizi çekti. Büyük bir şehir Tahran. Nüfusunun on iki milyon civarında olduğu söyleniyor ki bu İran’ın nüfusunun 4,5’ta biri sayılır. Bir ülke nüfusunun yaklaşık beşte biri o ülkenin başşehrinde yaşıyorsa o ülkede normalin üstünde sıkıntılar var demektir. Evet, savaşın özellikle güney İran’dan, bilhassa da Irak’a yakın kesimlerinde yaşayan insanların büyük bir bölümünü Tahran’a çekmesi doğal görünüyor. Zira iş merkezi Tahran’dır. Ayrıca evleri yakılan yüzbinlerce insan yapabilecek başka şey de olmayınca yükünü sırtlamış ve Tahran’ı doldurmuş. Tahran’da kendisine göre bir hayat kurmuş, iş kurmaya çalışmış ve büyük şehrin az da olsa imkanlarından yararlanmaya başlamış..

Savaş biteli bir yılı geçti ama bu insanlar hala Tahran’da duruyorlar ve öyle görünüyor ki Tahran’ı terketmeye niyetleri de yoktur.

Rafsancânî’nin, geri kalmış yöre olarak tanınan Belucistan’ı ziyaretinin ve orada bir süre kalarak bölge ve sorunlarıyla ilgilenmesinin halk üzerinde olumlu bir etkisi olmuş. Bazı yatırımlar yapılacağı ile ilgili açıklamaların da Belucistan bölgesinde ferahlık doğurduğu söyleniyor.

Sekiz yıl süren savaşın yıkıntıları hala kaldırılabilmiş değil söylendiğine göre. İsterdik ki davet sırasında oralardan bazı şehirlere götürülelim ve bizzat görmemiz sağlansın. Ama olmadı. Yalnızca Tahran’da kaldık sekiz gün boyunca. Bu sekiz günün ilk iki günü hiçbir şey yapmadan ve hiçbir program uygulamadan otelde geçti. Üçüncü gün Beheşt-i Zehra’da yapılan Ayetullah Humeynî’nin 1.Ölüm Yıldönümü törenlerine götürüleceğimiz söylendi. Ve sabah namazından sonra bizi götürecek Dış İşleri’nin otobüslerine bindik. Uzun beklemelerden sonra hareket ettik. Lakin bir süre sonra bizi bir helikopter alanına götürdüler ve izdihamdan otobüslerle gidilemeyeceği söylenen Beheş-i Zehra’ya biz misafirlerin helikopterlerle taşınacağı haberini aldık. Bir süre bekledikten sonra 30-35 kişilik çift pervaneli iki adet helikopter arka arkaya alana indi ve estirdiği rüzgarı ile, kendine doğru ilerleyen ilk iki otobüsün misafirlerini alarak havalandı. Biraz sonra yine geldiler ve bu böyle 4 sefer olarak sürdü. Aradan uzun zaman geçtiği halde tekrar gelen giden olmadı. Epeyce bekledikten sonra öğrendik ki kalan beş otobüsün taşıdığı misafirleri almaya gelmeyecekti helikopterler. Zira Beheşt-i Zehra’daki izdiham, helikopterlerin inişine elvermiyormuş. Bu sebeble de sabahın saat dördünden beri ayakta olan bizler, yeniden otobüslere bindirildik ve otele döndük.

Oteldeki televizyon sürekli olarak o gün yapılan törenleri veriyordu. Ağlayanlar, sızlayanlar ve tabii dövünenlerin doldurduğu ekran seyredenler üzerinde ne etki yapıyordu, buna pek önem verildiğini sanmıyorum. Zira yaptıklarının tamamen doğru olduğundan emin olan insanların, başkalarının ne düşündüğünü düşünmesi sanıyorum pek gerekmiyordu da. Bundan dolayıdır ki biz de otelde, mutad olduğu vechile yemek saatlerinde yemek yiyor, çay saatlerinde çay içiyor ve kah odamıza çıkarak sıcağın ezginliğinden rahatlamaya çalışıyor, kah büyük lobilerde çeşitli ülkelerden gelen başka müslümanlarla dilimizin yettiği ölçülerde görüşüp konuşmaya, tanışıp bilişmeye çalışıyorduk.

İlk defa bu yıl Tacikistan’dan, Özbekistan’dan ve Bakü Azerbaycan’ından çokça gelenler olmuştu. Bunlarla dil müşterekliğimiz vardı ve iyi kötü anlaşmaya çalışarak ülkelerindeki durumu anlamaya çalıştık. Duşenbe’den gelen imamlarla, kadın olan İçişleri Bakanı ile görüştük, tanıştık ve birlikte fotoğraflar çektirdik. 1982’deki resmi davette tanıdığım Pekin Camii’nin imamını yine gördüm. Yugoslavya’dan gelen Boşnak müslümanlardan dördü ile zaten İstanbul’dan kalkışta Yeşilköy’de uçakta görüşmüştük. Bunlar dönerken paket paket kitab götürüyorlardı ülkelerine.

Özbekistan’ın Duşenbe(Başşehri)’den ilk defa İran’a gelen müslümanlardan E. Özkan’ın sağ tarafındaki Rahatiye Camii imamı

İran’a giderken yanımda götürdüğüm küçük bir el kamerasıyla Tahran’ın muhtelif görüntülerini kameraya aldım. Otelde muhtelif ülkelerden gelen müslümanların kaydını yaptım kameraya. Otelde verilen resmî yemekte şeref salonunda konuşan İrşâd-ı İslâmi Bakanı Yezdi’nin konuşmasını dinledik ve salonda bulunan birçok kamera ile birlikte ben de amatörce bazı görüntüler kaydetmeye çalıştım. Lakin görevinin ne olduğunu bilmediğim ama görevli olduğu müdahalesinden belli olan biri yanaşarak Türkçe ‘Kimden izin aldınız, çekemezsiniz!.’ dedi. Ben de çekime son verdim. Bir yandan da beni götürdüğü amirine: “Burada sırrınız yok ki onu kaydediyor olayım, ne mahzuru var?” dedim. Ama yasak kalkmadı.

Helikopter alanından otele getirildiğimizin ertesi günü yine sabah bizi Beheşt-i Zehra’ya götürdüler otobüslerle. Bu gidişimizde hiçbir kalabalık yoktu. Bütün izdiham bitmişti. Humeyni’nin cesedinin bulunduğu sanduka, hemen hemen 200-250 metrekarelik bir alan içine yeşil bir örtü örtülerek konulmuş ve etrafı ve tavanı 20 cm’lik kareler halinde boşlukları bulunan demir profil ile örtülmüştü. Kabrin bulunduğu, Beheşt-i Zehra’da ayrılan özel kısım özel bir Mescid haline getirilmiş, içine halılar döşenmiş ve üzerine, kabrin üzerine isabet eden kısma da altın yaldızlı olduğunu söyledikleri bir kubbe kondurulmuştu. Benzeri ve mutlaka daha muhteşemini Kum’da Masume’nin kabri üzerinde yıllar önce görmüştüm. Ehl-i sünnet’te de yaygın olan fakat İslam’da bulunmayan kabirlere iltica ve yatanlarından istimdad burada yani şia’da daha bir koyu çizgilerle belirgin olarak görünüyor. Ellerini sürdükleri kabrin demir parmaklıklarından kaldıranların bu elleri yüzlerine, kucaklarındaki bebeklerin yüzlerine süren binlerce insan, kabrin demirlerine tırmanıp yapışarak asılı kalan onlarca, yüzlerce insan, insanı düşündürüyor doğrusu.. Bu toplum, daha genel olarak İslam Toplumu bunları nereden öğrendi? İslam dinini Allah katından getirerek, biz Allah’ın kullarına öğreten Allah’ın Resulü’nün uygulamalarında hiç böyle şeyler görülmediği halde, sonra gelenler takvalarından(!) olacak uydurma rivayetleri pekiştirmişler ve kimi yerde tıka basa uydurmalarla doldurduklarından, din nerede ise yalnızca bu uydurmalardan ibaret bir görüntü vermeye başlamıştır.

İnsan zayıftır ve bu zayıflığının sonucu olarak kendine teslim edileni olduğu gibi korumaktan çoğu zaman uzaktır. Lakin bir topluma hemen her zaman ileri gelenler, bilenler yön verdiğine göre bu
bilenler, önde gelenler de mi doğruları göremez hale gelmişlerdi ki asırlardır İslam’ın yerini alan bu uydurmalar, başka dinlerden İslam’a taşınan şeyler, İslam’ın yerini almıştı. Neden bu uydurma hadislerin önü asırlar önce alınmamış ve günümüze kadar yaşatılmıştı, insan düşünüyor doğrusu?

Müslümanım diyenler biliyorlar ki öldükten sonra dirilecekler ve yaptıklarından, inandıklarından hesaba çekileceklerdir. Bu hesab mutlaka Kur’an’dan olacaktır. Öyle ise neden bu hesaba hazırlık Kur’an’a göre yapılmıyor? Şiisinde, sünnisinde, zeydisinde, zahirisinde, ibadisinde böyle yapılmıyor da hurafelerden oluşan şeyler halâ yerinde duruyor? Böyle olursa hesab verilebilir mi? Çekileceğimiz hesabtan beraet edebilir miyiz? Kur’an doğru söylediğine göre böyle yapanlar hesabı veremeyeceklerdir. Ahirette kimse mezhebinden değil, yalnızca dininden hesaba çekilecektir. Bu böyle biline.. Ve bu sebeble de kesinlikle mezhebini dininin önüne geçirmemelidir. Aksi halde kurtuluşu ummamalıdır. Din, kimsenin kuruntusundan oluşamaz. Yalnızca Allah’ın kitabı ve Resulü’nün o kitabı uygulamalarından oluşmaktadır. Bunlara göre hazırlanmayanların ahirette umdukları ellerine geçmeyecektir.

Otelin lobisinde seyrettiğimiz ve devrimden sonra çekildiği belirtilen bir filmde 10 yaşlarında bir erkek çocuğunun kabir ziyaretine gittiğini ve kabre varır varmaz da iki adet mum yakarak kabre diktiğini ye sonra duaya başladığını görmüş arkadaşlarımız, birlikte gittiğimiz davetliler..

Yine bir gün şu andaki Rehber makamında bulunan Hamanei’yi dinlemeye götürüldük. Çok uzaklarda ayakkabılarımız çıkartıldı ve çorablarımızla nerede ise iki yüz metre kadar yürüdük ve yeni yapıldığı belli olan bir büyük camiye getirildik ve yerleştik. Biraz sonra Hamanei’nin yaptığı konuşmanın mahiyetinden haberdar olmadık. Zira hiçbir tercüme işlemi yapılmadı. Daha önce de Cameran’daki Humeyni’nin ziyaretçilerine konuşmalar yaptığı camiye götürüldük, birçok sıkıntı ile. Otobüsler kalabalıktan ilerleyemediği için yokuş yukarı epeyce yürüdük. Büyük bir izdiham içinde camiye girdik ve Ahmed Humeynî rahatsızlığını belirten birkaç kelime konuştuktan sonra da ayrıldık. Ne için götürülmüştük doğrusu anlamak zordur. Ben 1982’deki davette de oraya gitmiş(hep birlikte götürülmüş) ve o zaman Ayetullah Humeyni’nin konuşmasını dinlemiştik, yine tercüme yapılmadan..

İran, biliyorsunuz çok sıcak.. Tahran, enlem olarak Kıbrıs düzeyinde.. Kaldığımız otel, şehrin yüksek mahallelerinde, daha da serin yerler buralar. Otelin eski Hilton Oteli oluşu da rahat ve lüksün bulunduğunu anlatmaya yeter sanırız. Bütün odalarında ve lobilerinde havalandırma ve soğuk hava tertibatının bulunuşu oteli o sıcak şartlarda elbette daha rahat yapıyordu.

Şehrin güneyine inildikçe sıcaklık acaib derecede artıyordu. Hemen bütün çarşılar, meşhur Tahran Pazarı da şehrin düz olan kısımlarındadır. Her ne kadar şehir kurulurken caddelerinin genişliği, iki tarafında ağaçların (çınarların) dikilmiş olması ve Elburuz dağlarının eriyen kar sularının toplanan sularının zaman zaman bırakılması sonucu hem ağaçların sulanmasında, hem şehre bir serinlik gelmesinde, hem de toz-toprak ne var ne yok ise alıp götürmesiyle şehre rahatlık veriyor. Ama Tahran trafiği en karmaşık ve kaidelerin hemen hiç tanınmadığı bir şehir. Çarpılmamış bir tek otomobile rastlamak mümkün değil denilse inanınız mübalağa yoktur.

Mağazalarında hemen her türlü malı bulmak mümkün Tahran’ın. İnsanlar alışveriş için sokağa çıkıyor. Kadınlar, şehrin güneyine indikçe daha mazbut ve geleneksel olarak kapalılar. Lâkin kuzeye, sosyetenin yaşadığı yerlere çıkıldıkça başlarındaki örtülerin, bizim buradaki milliyetçi-mukaddesatçı hanımlarda olduğu gibi saçlarının ön kısımlarını dışarda bırakacak şekilde öyle-böyle örtüldüğü hemen dikkatleri çekiyor. İstemeye istemeye örtmüş insanlar oldukları gözden kaçmıyor. Yine de bir tek kadın olsun başında eşarbı bulunmasın, görmedik.

Benzin, kendilerine karne ile verilen ihtiyaç sahiplerine ve özellikle de taksi, dolmuş şoförlerine Türk parası ile 60 TL’sı (yanlış duymadınız yalnızca altmış Türk Lirasına veriliyor) serbest olarak satış fiyatı da bunun iki katı yani 120 lira. Yani İran parası ile 3 tümen ve 6 tümen karşılığı olarak veriliyor.

Büyük nisbette, temel gıda maddeleri sübvanse ediliyor hükümet tarafından. Sübvansiyon her ne kadar bir süre için memleketin haiz olduğu şartların gereği olarak uygulanırsa da ilelebed uygulanması da o ülkenin ekonomisini bozar, gelişmesini önler. Ne yapıp yapıp doğal olarak piyasa fiyatlarının teşekkül etmesi ve bu fiyatlarla alış-verişin yapılmasında büyük yarar vardır. Üretimin artması da buna bağlıdır.

İran’ın petrol ve doğal gaz satışlarının dışındaki dış satış tutarı hemen hemen 1.2 milyar dolar civarındadır. Bu miktar fevkalâde düşüktür. Arab ülkelerinin tümünde ve İran’da petrol ve doğal gaz sanki insanların tembelleşmesinde büyük rol oynamış ve oynuyor gibi.. Hazırı yemek, hazır ne kadar çok olursa olsun günün birinde biteceğinden sağlıklı bir tüketme yolu olamaz. Türkiye’nin halkı dişiyle tırnağıyla kazandığını, alnının terini yerken petrol zengini ülkelerin hazırı yemeleri, özellikle buralarda tembelliği kamçılamıştır. Yönetimlerin bu konu üzerinde ciddiyetle durarak insanlarını üretime sevketmeleri, ülkelerinin zenginleşmesine teşvik etmeleri gerekmektedir. Bunu teşvik etmeyen yöneticiler ülkelerinin gelecekleri için bir şey yapmayan yöneticilerdir. Nerede ve hangi ülkede olursa olsun, bu kaide geçerlidir.

Milyonlarca nüfusu olan ve çalışacak yaşta nüfusunun epeyce de kabarık bulunduğu İran’da insanların tarım, sanayi, el sanatları v.s. gibi istihdam alanı geniş işlerde çalışmaya teşvik edilmesi ve üretime katkılarının sağlanmasında büyük yararlar vardır. Yarınların daha iyi olması, ülkenin başkalarına muhtaç bulunmaması bakımından bu mutlaka yapılmalıdır.

Bir yetkinin söylediklerine göre Türkiye’deki Yap-İşlet-Devret modeli ile yabancı teknoloji ve sermaye transferi gündemde İran’da.. Hangi alanlarda bunun yapılacağı takib edilmesi gereken bir husus. Ucuz işgücünün bolca bulunduğu ülkeler için emek yoğun iş alanları istihdamı artıracağı gibi üretime katılan insanların kendilerine güvenlerini de arttıracaktır. Ülke nüfusunun yoğun bir bölümünün üretimde payının bulunması ise, o ülke insanının başını dik tutmasını sağlayacaktır.

İran, Devrim’den sonra yaşanacak 20 yıl içinde asıl boyutlarını kazanacaktır denilegeldi. Bu söz görünürde haklı idi de.. Lâkin Devrim’in kendi neslini yetiştirmesi mutlaka bütün devrimler için önemli olmasına rağmen, bu nesillerin ne ile, nasıl yetiştirileceği ile de yakından ilgilidir. Örneğin bugün İran’da, Ana okullarından başlayarak, İlk, Orta, Lise ve Üniversitelerde hangi dersler, hangi bakış açılarından okutulmaktadır, bunu biz merak ediyoruz. Zira hedef gösterilen 20 yılın 11 yılı geride kalmıştır. Yani Devrim olduğunda ilkokula yeni başlayan bir öğrenci bugün üniversite öğrenciliği için üniversitelerin kapısına gelmiştir Devrim kültürü ile.. Bu kültür nedir, doğrusu pek bilemiyoruz. Zira okullarda okutulan ders kitaplarında çocuklara, yarınların büyüklerine neler, nasıl veriliyor, bu konuda ciddî araştırmalar yapılmadığı gibi, bugüne kadar ciddî bilgiler de verilmemiştir ilgili ve yetkililer tarafından. Genelde duygusal olarak belki prensib itibariyle Devrim’in desteklenmesiyle yetinildiğini söylemek fazla olmayacaktır.

Doğrusu biz, İran İslâm Cumhuriyeti’nde, bütün okullarda okutulan ders kitaplarından birer nüsha edinerek incelemek ve nelerin, nasıl öğretildiğini bilmek istiyoruz. Bu isteğimizi de İran’da iken ilgili Bakanlığa bir dilekçe ile duyurduk. Bizden dilekçeyi alan müslüman bakalım ne yapacak, ne zaman bu isteğimiz yerine getirilecek, bekliyoruz. Gidip döneli (bu yazıyı yazdığımız sırada) 10 gün oldu. Sekiz gün de orada kaldık ve gittiğimizin ikinci gününde bu dilekçeyi verdik. Dükkanlarda satılmıyormuş ders kitapları ve Devlet okullarda öğrencilere veriyormuş. Güzel, ama temin edilememenin geçerli bir gerekçesi değildir bu. Parası ile olsun bütün okullarda okutulan kitabların fotokopilerini olsun temin etmek isteğimiz cevapsız bırakıldı. Ve resmî müracaatımızın sonucunu bekliyoruz, tabii iletildi ise ilgili makamlara.. Bekliyoruz, gelsin, tercüme ettirelim ve mütalealarımızı yazalım istiyoruz. Bakalım toplum istikbalde nereye gidiyor, götürülmek isteniyor? Zira bütün toplumlar nereye götürülmek isteniyorlarsa, o toplumda devlet bunu okullarında okuttuğu kitabların muhtevaları, belirlediği bakış açısı ile tesbit eder ve uygular. Her toplumu tanımak isteyenler, yarınları hakkında düşünmek isteyenler mutlaka o ülkenin okullarında okutulan ders kitaplarını incelemek zorundadırlar. Tarih, Coğrafya, Kur’an, Hadis, Tefsir ve bunlarla ilgili Usûl kitapları ile İran, her türlü okulunda okuttuğu derslerle nereye varmak istediğini belirliyor demektir ki biz müslümanların da bunu bilmeye hakları olsa gerek. Zira müslüman, müslümanı tanımalı, bilmeli, ne yapıyor, ne yapacak, neleri nasıl düşünüyor, bunlardan haberdar olmalıdır. Basra Körfezi’ne Şah devrindeki gibi Fars Körfezi demenin ötesinde neler var bilmek gerekiyor.

Ülkenin dış politikası ile ilgili esasları tanımakta zaruret vardır. Meclis-i Şurây-ı İslâmi adı ile çalışan Meclis’in işleyişini bilmekte yarar vardır. Bilmek ufkumuzu açacak, yanlışlarımızı görmemize yardım edecek, belki daha doğru olanları da onlara iletmemize vesile olacaktır. Yaşanagelen geleneksel hazır kültürle yapılan devrimlerin pek köklü değişiklikler yapmadığı, yapamadığı bilinen bir gerçektir. Evet, İran bugün Şah’ın İran’ından çok farklı bir yerdedir. Bunu her yerde görmek mümkündür. Ama İran bugün bulunması gereken yerde midir? Olması gereken yerde midir? Bütün dünyanın müslümanlarından sekizer onar kişilik misafirleri Tahran’a davet edip, yedirip içirmek ve on gün, yirmi gün misafir etmek, iyi davranmak, hizmet etmek yeterli midir? Bu misafirlere bol bol yemek verilmekte, çok iyi şartlarda kaliteli otellerde ağırlanmakta fakat İran hakkında enforme edilmemektedirler. Organizasyon bozukluğu, insanların yavaşlığı, belirsizlik, programsızlık misafirlerde bir boşlukta dönmenin ötesinde pek bir iz bırakmıyor sanıyorum. Bu yargımı en azından kendimi ilzam edecek şekilde belirtmek istiyorum. Tabii kimileri var ki ömürlerinde insan yerine konulmanın, bir davet almanın heyecanı ile büsbütün düşünemez oluyor ve bir ihtiyaçla gitmediğinden bir ihtiyacı da giderilmiş olarak dönmüyorlar. Ve bu gibileri ne diye davet ediliyor, doğrusu düşündürücüdür. Duygusal olarak ne gördü, ne duydu ise eleştirel yaklaşımdan zaten uzak olanlar hepsine on puan veriyor ve çıkıp geliyor. Hasmınız da olsa düşünen insanlar götürmek, eksikleri gören, yanlışların düzeltilmesi için hasbî tavsiyelerde bulunan, Allah için daha iyi olunmasını isteyen kimseler götürmek ve bunların intibalarını dinlemekte, yararlanmak açısından büyük zaruretler vardır, olmalıdır da.. Ne yaparsanız yapınız sizi tasvib edecek, yedirdiklerinizi yiyecek, yatırdığınız güzel yataklarda yatıp hoş bir damak tadı ile dönecek ve yazsa da söylese de basit şeyler söylemekten, yüzeysel etkinliklerden bahsetmekten öteye geçmeyecek kimselerin davetinden ne umulur doğrusu şaşırıyoruz. Gözü kapalı, tıpkı şeyhlerinden sâdır olmuş şeyleri “Her ne ki yapıyorlar ise keramet gören mürid” gözüyle görenlerden medet umulmamalıdır. Bu gibilerin beğenileri de tenkidleri de basittir, değersizdir ve hiçbir şey kazandırmaz.

Biz, otelde muhtelif ülkelerden gelmiş, çağrılmış kimseleri gördük. Kimileri röportaj yapmak istediler. Özellikle Lübnan’dan gelen ve Hizbullahî denilen gruptan olduğunu öğrendiklerimiz, başlangıçta kendileri taleb ettikleri halde bunu, gelişimize birkaç gün olduğu ve aynı otelde kaldığımız halde bir türlü gerçekleştiremediler.

Diğer yandan Tahran Radyosu Türkçe Yayınlar Bölümü sorumlusu bir saat süren bir röportajla bize İKTİBAS’ı neden yayınladığımız, ne demek ve ne yapmak istediğimizle ilgili sorular sordu ve irticalen cevapladık. İleride yayınlayacaklarını söylediler. Diliyoruz ki ne söyledi isek aynen yayınlanır. Röportajı yapanın kişiliği açısından buna güveniyoruz.

Humeyni fotoğrafları 1982 yılında yapılan gezide çekilmişti

Yine bir gün İrşâd-ı İslâmî Vezareti adına bir çekim ve röportaj ekibi İstiklal Oteli’nin lobisinde bizimle röportaj yapmak istediklerini söylediler. Kendilerine Türkçe bilen birisinin bulunması halinde olur dedik ve buldular. Bir yandan kamera çekim yapıyor, bir yandan da bize soru yönelten orta yaşlı kişinin sorularını cevaplıyorduk. İlk soru olarak bana: “İmam Humeynî hakkında ne düşünüyorsunuz?” dedi. Cevaben: “Ayetullah Humeynî hakkında düşündüklerimi iki kısımda belirtmek ister ve kendisine Allah’tan mağfiret dilerim” dedim. Dünyadaki müslümanların İslâm’ın devlet düzeni olarak yeniden yaşanabileceği ile ilgili inançlarını artıran Devrim’in siyâsî açıdan basiretli ve dirayetli lideri olması tasviblerimizi ve beğenilerimizi kazanması, ikinci olarak da Süper güçlere karşı konulabileceği ile ilgili tavrının yine bütün dünyadaki müslümanlar üzerinde olumlu etki yapmasıdır. Bu iki bakımdan kendisinde gördüğümüz ve beğendiğimiz basiret ve dirayeti takdire değerdir. Lâkin aynı basireti ve dirayeti dini konusunda, dininin akide ve fıkhı konusunda göremememiz bizi üzüyor. Onu, atalarından geleneksel olarak gelen dini, tüm mezhebî koyuluğuyla yaşayan ve düşünen biri olarak görüyorum. Hazırlanan anayasa, kendisine ait Tavzihul Mesâil ve yine İslâm Fıkhında Devlet ismi ile yayınlanan muhtelif konuşmaları ve özellikle de Vasiyeti adı ile İranlı makamlar tarafından yayınlanan kitablarda okuduklarım, özellikle siyâsî basiret ve dirayet noktasında söylediklerime temel oluşturan veriler iken, yine aynı kitaplarda okuduğum İslâm’ın akidevî ve fıkhî yönüyle ilgili geleneksel düşünce ve tavırları düşündürücüdür ve üzücüdür. Bilhassa, Nehc’ül-Belâğâ isimli Hz. Ali’ye ait olduğu söylenilen kitab hakkındaki övgülerinin Kur’an’dan sonraki ikinci sıraya gelişi garib karşılanacak bir mezhebî zaafı göstermektedir. Aynı zaaf ehl-i sünnetim diyenlerde de vardır. Nitekim hadis kitablarıyla ilgili geleneksel sünnî tavrın, kendi kaynakları hakkındaki şiî tavırdan esasta farklı olmadığını göstermeye yeterlidir.” Vakitlerinin az olduğunu ve bu itibarla röportajı bitirmeleri gerektiğini söyleyen ilgililer, bu konuşmalardan sonra yanımızdan teşekkür edip ayrıldılar.

İllâ da bir konsensusa ihtiyaç duyanların, yüzeysel birlikteliklerden bazı şeyler ummaları günübirlik belki işlerine yarar ama, uzun vadede böylesi birlikteliklerden medet ummak kadar zayıf bir tavır olamaz.
Hatırlanmalıdır ki Allah, Resulü(s.a.)’nü daha ilk adımda içinde yaşadığı toplumla çatıştıracak şeyler söyletiyordu. Ve diyordu ki Resulullah “Allah’tan başka Allah yoktur. Ben de O’nun kulu ve elçisiyim. Sizin bu putlarınızın da hiçbir şey yapmaya kudreti yoktur. Öylesine yoktur ki, bulundukları yerden yıkılsalar, kendi kudretleriyle tekrar eski durumlarına bile gelemezler!” Bu sözleri Mekkelilere söyleyen Hz. Muhammed de biliyordu ki daha ilk adımda Kureyş ile arası açılacak, onlar tarafından dışlanacak, insanlarla daha ilk adımda arası açılacaktı. Allah biliyordu bunu fakat elçisine böyle söyletiyordu. Zira işin aslı bu idi ve esas buna dayanıyordu. Her iş de esastan başlardı, başlamalıydı. Putlar hakkında söz söylemenin, onu söyleyenler, kendisine söylenen ve putlara itibar edenlerin arasını yaklaştırıcı değil uzaklaştırıcı olacağı açıktır. Allah, elçisine böyle söylemekle gönderdiği elçisi ile toplumun arasını hemen açmak mı istemiştir? Maksat bu değildir, doğrunun, en gerekli doğrunun onlara bildirilmesidir. Bildirilince de insanlar, o doğruyu bildirenle aralarını açıyorlar. Ona karşı tavır koyuyorlar. Lâkin iş esasından ele alınmış oluyor, toplum neye çağrıldığının açık seçik farkında oluyor, hiçbir tereddüde yer kalmadan anlıyor bunu. Kabul eden olmuyor hemen, ama kabul edenler de reddedenler de neyi kabul ettiklerini, neyi reddettiklerini biliyorlar. Bu açıklık, mesajın açıklığıdır. Mesaj, açık olmalıdır. İnsanlar neye davet ediliyorsa bunu bilmelidirler. Bunu bildirmek de mesajın sahibine düşmektedir. Bunlarla demek istemekteyiz ki bir değişiklik temelden olmalıdır, temelden başlamalıdır ki esasî olsun. Var olanın üzerine bina edilen devrimler keyfiyetleri bakımından esassız, köksüz olurlar, geleneksel olanı yaşatmaya matuf olurlar. Olageleni aynen yaşatmanın adı ise devrim olamaz. Devrimler, kökten olurlarsa devrim olurlar. Üzerine oturdukları esaslar belirgin ve net olurlarsa devrim olurlar. Temelden değiştirici olurlarsa devrim olurlar.

Konu İslâm olunca da İslâmi Devrimler mutlaka İslâm dışı şeylerden esinlenmemiş, etkilenmemiş olmalıdırlar. Ne geleneklerden, ne bidatlardan, ne hurafelerden yararlanmalı, ne de insanlara, kolay olacağı düşüncesi ile taviz verilmelidir. Allah, Resulü’ne ne indirdi ise İslâm odur ve İslâmî Devrim de bunların üzerine bina edilmelidir. Zira insanlar eğer öldükten sonra dirilecekler ve hesaba çekileceklerse -ki mutlaka diriltilecekler ve hesaba çekileceklerdir- o takdirde neden hesaba çekileceklerse burada, sağ iken, hesaba çekileceklerine çalışmalı, ona göre hesaba hazırlanmalıdır. Ahirette geleneklerden, mezheblerden hesaba çekilmeyecekler, Allah’ın kitabından hesaba çekileceklerdir. Mutlaka bu Kitab’a göre ahiret hesabına hazırlanmalıdırlar. Bu Kitab’ı Resul’ü nasıl anladı ve uyguladı ise bunu öğrenip, Resulü’nü USVET’ÜL-HASENE görerek hesaba hazırlanmalıdırlar.


Özbekistanlı müslümanlar arasında. Bunlar da ilk defa İran’a geliyorlar

Özbekistan’dan, Tacikistan’dan, Azerbaycan’dan gelen insanların İslâm’a susamışlığını gördük otelde. Kendileriyle konuştuk. Azerbaycanlılar ve diğerleri beni davet ettiler. Allah nasib ederse ileride oralara da gitmek ve sizlere yazmak isterim. İslâm’a susamışlıkları insanın dikkatini çekiyor. Belki bir şey bilmiyorlar. Fakat çok istiyorlar. Yıllardır içinde yaşatıldıkları rejimleri onlarda işe yarar-yaramaz birçok şeyi kazıyıp götürmüş. Sanki yeni nadas edilmiş tarla gibiler, öyle gördüm. Çok sıcak insanlar.

Nihayet Türkiye’ye döneceğimiz gün geldi ve sabahın erken saatlerinde Mehrabâd’a getirildik. Türkiye saatiyle 9.00’da kalkan uçak ile hareket ettik ve İstanbul’a 2 saat 40 dakikada indik. Havadan gerek İran üzerinde iken, gerekse Türkiye üzerinde iken yer yer, zaman zaman aşağıları görüntüledim. İran’da ekili arazi nisbeti, yeşil kısımlar pek az iken Türkiye’yi yemyeşil gördüm ve görüntüledim. Bu yeşillik yalnız orman yeşilliği değildi. Bilhassa insan eliyle işlenen toprakların yeşilliğinden bahsediyorum.

Evet, şimdilik yazacaklarım bu kadar. Hoşça kalınız. İnşaallah bundan sonraki seyahatların yazımında anlatımında buluşmak üzere.. Allah’a emanet olunuz.

NOT
Bu anıları, intibalarımı bir hafta kaldıktan sonra döndüğüm 8 Haziran’dan birkaç gün sonra yazdım. 16 Haziranda da Almanya ve Hollanda’ya gittim ve yine bir hafta kaldım. Amsterdam’da iken aldığım haberde ve okuduğum gazetelerde İran’da büyük bir deprem felaketi yaşandığını, onbinlerce ölü ve yaralı bulunduğunu, evsiz kalanların yüzbinleri bulduğunu öğrendim ve derinden üzüldüm.

Buraya geldiğimde de gazetelerden okuduğum gibi Ayetullah Hamaney’in beyanında olduğu gibi ben de gerçekten bu felaketi “Allah’ın bir sınaması” olarak görmek istiyorum. Yakınları ölenlere Allah’tan başsağlığı, ölenlere mağfiret diliyorum. Bu felaketin altından kalkmaya ve halkına hizmet vermeye çalışan İran’daki yöneticilere de kolaylık diliyorum. Ve diliyorum ki bir uçtan bir uca bütün halkı müslümanım diyen ülkelerin insanı, Allah’ın yarattığı eşyayı, ona verdiği tabiatı gereği gibi tanısın ve yine O’nun verdiği akılla gerekli tedbirleri alsın da bu tür felaketler daha az zararla geçirilebilsin.

Bu arada Türkiye’de münteşir bazı batıya yönelik yayın organlarının İran’daki felaketi hafife alır ve önemsemez seviyesiz tavırlarını, insanlığın hiçbir ölçüsü ile tartabilmek mümkün olmadığını belirtmek istiyorum. Felâkete sevinilmez. İslâm’dan kopanların, halkından uzaklaşanların ne denli insanlığından da koptuğunun pek açık bir belirtisi olarak gördüğümüz bu tavrından, insan olarak biz utanıyoruz. İranlı kardeşlerimizden de insanlık ve İslâmlık adına biz özür diliyoruz. Tekrar tekrar da Allah’tan kendilerine sabır ve metanet vermesini diliyoruz.

Yine biz Türkiye dışında iken İran’daki zelzele ile aynı zamana rastlayan Giresun, Rize ve Trabzon illeri ile ilçelerinde meydana gelen sel felaketinin de bütün acılarını paylaşmak istiyor ve bu felakete uğrayan kardeşlerimize Allah’tan sabır, metanet diliyoruz. Ölenlere Allah’tan mağfiret, kalanlara baş sağlığı diliyoruz. Ve yine alınacak tedbirlerle bu tür felaketlerin zayiâtının azaltılması için çalışılmasını temenni ediyoruz. Umarız bunlar hepimize ders olur ve sonrakiler için tedbir alınmasına vesile teşkil ederler.

(İktibas, temmuz 1990, sayı 139)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *