Din bir önkabul müdür?

Din bir önkabul müdür?

İnsan düşünecek, muhakeme edecek, akledecek ve ya doğruyu veya eğriyi seçecektir. Elbette seçiminin sonucuna da katlanacaktır. Zira bu konuda kendisine zor uygulanmamış, mecbur bırakılmamıştır…

Ercümend Özkan

Din, insanın kendisini, karşısında aciz gördüğü üstün bir güç veya ilkeye inancı; bu inancın sonucu olan veya bir yaşama kuralı doğurabilecek zihnî ve ahlakî tutum bütünü olarak tarif edildiği gibi, benzer başka tarifler de söz konusudur. Pek kısa olarak söylemek gerekirse -doğru veya yanlış olsun- bir dünya görüşü ve yaşam biçimidir.

Fıtraten insan uzvî ihtiyaçlar ve içgüdüler sahibidir. Uzvî ihtiyaçlar yeme-içme, teneffüs etme, def’i hacet etme şeklinde tasnif edilebilir. Adından da anlaşılacağı gibi uzuvların ihtiyacıdır, ki uzviyetin yaşaması bunların tatminine bağlıdır. İnsan yemeden-içmeden, teneffüs etmeden ve def’i hacet etmeden yaşayamaz.

Uzvî ihtiyaçların iki ana özelliği vardır: Birincisi bunlar doyurulmazlarsa insan ölür, yaşayamaz. İkinci özellik ise uzvî ihtiyaçların uyarıcıları dıştan değil, içtendir. Yani insan yiyecek ve içecek görmese de acıkır ve susar, hava temiz veya kirli olsun teneffüs etme ihtiyacı duyar. Tuvalet gördüğü için def’i hâcet etme ihtiyacı duymaz, bu ihtiyacı uzuvlar duyduğundan, tuvalet arama gereği duyar. Uzvî ihtiyaçların uyarıcılarının dışarıdan değil, içten olduğunu anlatmak istiyoruz bunları belirtmekle..

İçgüdülere gelince; Bunlar da

1- Beka içgüdüsü (Varolma, varlığını sürdürme içgüdüsü),

2- Nev’i içgüdüsü (Cinsel içgüdü -neslini, cinsini sürdürme içgüdüsü-) ve

3- Tedeyyün içgüdüsü(Dindarlık içgüdüsü)dür.

Bekâ içgüdüsü, insanın varlığını sürdürme içgüdüsüdür. İnsan içgüdüsel olarak, yaşamak, hayatiyetini sürdürmek ister. Bunun temini için gerekli gördüğü şeyleri elde etmeye yönelir. Örneğin başını sokacağı bir in(ev), soğuktan ve sıcaktan korunmak (yani yaşamak) için üzerini örtmek gereği duyar, ki buna elbise diyoruz. Bu içgüdünün tezahüründen ‘mülkiyet’ doğmaktadır. Bir şeye, hayatiyetini sürdürmek için bir şeylere sahib olma arzusu, mülkiyeti doğurmaktadır. Zira hayatiyeti ancak sahiplenilen şeylere sahibiyet ile sürdürülebilir. İhtiyaç duyulan şeylere sahibiyet ise ‘mülkiyet’ doğurmaktadır.

Nev’i içgüdüsü ise insanın diğer nev’e ihtiyacının adıdır. Diğer nev’e(cinse) duyduğu içgüdüsel ilginin adıdır. Tezahürü ise şehvet ve şefkattır. Bu içgüdüsel ihtiyaç erkeği kadına, kadını erkeğe cins olarak ilgi duymaya, normal tezahürü olarak cinsel ilişkiye ve cinsini devam ettirmeye içgüdüsel olarak sevk eder. Bunun sonucu doğal olarak toplumun hücresi(en küçük birimi) olan ‘Aile’ doğar.

Tedeyyün içgüdüsüne gelince; açık anlamı dindarlık içgüdüsüdür. Bu, insanın mutlaka bir dine mensub olması, bilinen bir dinin mensubu olması demek değildir. Bilakis insanın, karşısında kendisini âciz hissettiği şey(varlık) karşısında ona itibar göstermesi, onu yücelemesi, ona tapınması(perestij etmesi) şeklinde tezahür eder. Ortaya çıkan görüntü(tezahür) insanın, yücelttiği, büyüklediği ve giderek takdis ettiği varlık karşısında kendini âciz görmesi ve aczini, yücelediği varlığın yüceliği ile tamamlamaya çalıştığıdır. Nihâî olarak bu içgüdünün tezahürü takdis ve ibadet(kulluk) olarak ortaya çıkar.

İçgüdüler hakkında pek özet olarak vermeye çalıştığımız bu bilgilerin sonucu içgüdülerin de ortak özellikleri olduğudur. İçgüdülerin de iki ortak özelliği vardır: Birincisi, içgüdüler tatmin edilmezlerse(doyurulmazlarsa) insan ölmez, ama doyumsuzluk sonucu huzursuz olur. Diğer özelliği ise tedeyyün içgüdüsünün uyarıcısının içten değil dıştan oluşudur.

Yani insan kendi dışında bir şeyin kendi hayatiyetini sürdürmekte gerekli olması nedeni ile gördüğü, bildiği bir şeye sahib olma, onunla hayatiyetini sürdürme gereği duymasıdır, ki ihtiyaç duyduğu veya duyacağı şeyler insanın dışında var olan şeylerdir. İkinci içgüdü için de durum böyledir. İlgi duyacağı cins kendisi değil, kendisi dışında bir diğer cinstir. Tedeyyün içgüdüsünde de yine karşısında acz hissettiği, kendini yetersiz gördüğü şey kendi dışındaki bir varlıktır, kendi içinde değildir. Her üç içgüdünün de uyarıcısı insanın içinden değil dışındandır. İçgüdülerde temel iki özellik kısaca,

1- Doyurulmazlarsa insan ölmez, huzursuz olur,

2- Uyarıcıların içten değil, dıştan (insanın dışında) oluşudur.

İnsanın fıtratı yukarıda anlatmaya çalıştığımız özellikleri taşıyor. İçgüdüler ve uzvî ihtiyaçlar doyum isterler, ne tür olursa olsun. Lâkin örneğin açlık insanın kendi alnının teri sonucu elde ettiği ile doyurulabileceği gibi, çalınarak elde edilenle de doyurulabilir. Sindirim organları bunu farketmez. Cinsel içgüdünün şehvet tezahürü de cima veya zina adını alsın, sonuç olarak cinsel ilişki ile tatmin olur. İnsanlar dindarlık içgüdüsünü bir puta tapmakla, güneşe, volkana, bazı insanlara veya Allah’a tapmakla tatmin edebilirler. Şöyle veya böyle kendilerini karşısında aciz hissettiği ve en azından aczinin farkına vardığı zamanlarda bu aczini, karşısında kendini aciz hissettiği varlıkla tamamlamak, tatmin olmak gereği duyar, bu içgüdüsünün kaçınılmaz tezahürüdür.

İnsan yaşamak için mutlaka doymak zorunda ise -ki öyledir- neleri yiyerek ve nasıl kazanılmış olanları yiyerek bu doyumu sağlamalıdır ki kendi fıtratına da, eşyanın tabiatına da uygun bir doyum yolu seçmiş olsun? Cinsellik bir içgüdüsel ihtiyaçsa -ki öyledir- cima yolu ile mi, zina yolu ile mi bu ihtiyacını gidermelidir ki yine insan fıtratına ve eşyanın tabiatına uygun tatmin yolunu seçmiş olsun? Güneşe, volkana, eliyle yaptığı ve kendisinde bir şeyler vehmettiği puta, ortaya koyduğu nazariyesini üstün gördüğü için bu üstünlüğü eserin sahibine izafe etmesi sonucu Buda’ya, Lenin’e, Mao’ya tapınması tarihî olarak kaçınılmaz olduğuna göre tedeyyün içgüdüsünü nasıl tatmin etmelidir ki fıtratına uygun bir tatmin yolu seçmiş olsun. İnsan mutlaka kendisinden güçlü gördüğü veya gerçekten de öyle olan bir varlığa tapındığına, onu takdis edip ona ibadet ettiğine göre, aklî olarak bunun güçlülerin güçlüsü, kudretlilerin kudretlisi olması doyumun daha isabetli olmasını sağlamaz mı? İnsan, korkacaksa, korkuyorsa fare yerine arslandan korkmalı değil midir? Fareden korkan küçültücü duruma düşerken arslandan korkanı kimse küçümsememektedir.

Geldiğimizde, düşünmeye başladığımızda her şeyini hazır bulduğumuz kainatın varlığı ya kendiliğindendir, ya kendi kendini yaratmış(yoktan varetmiş)tır veya bir başkası tarafından yoktan varedilmiştir. Üzerinde düşünüldüğünde hazır bulduğumuz varlığın kendiliğinden(ezelî ve ebedî) olmadığını, başlangıçsız ve nihayetsiz bulunmadığını müşahade ediyoruz. Kendi kendini varetmenin, aynı zamanda yoktan vareden ve yoktan varedilen olmasını gerektirmesinin mümkün olmaması sonucu olamayacağını kezâ müşahade ediyoruz. Gördüğümüz mükemmellik sonucu varlığını hazır bulduğumuz mevcudâtı yoktan var eden bir varlık kaçınılmaz olarak karşımıza çıkıyor. Kainatta bulduğumuz düzenliliğin, onu varedenin her şeye kadir ve TEK bir varlık olduğuna akıl ile varıyoruz. Biz buna ALLAH diyoruz.

Allah, yarattığı kainatın tâbi olduğu bir düzeni de yaratmış ve yarattığı eşyayı bu düzene tâbi olmaya mahkum etmiştir. Buna biz en geniş manada eşya diyoruz. Yaratılmışlardan yalnızca insan uzvî ihtiyaçlarının ve içgüdülerinin tatmini bakımından seçme hakkına sahib olarak yaratılmıştır. Eşyada ise neyi nasıl yapacağı ile ilgili seçme hakkı(yetisi) söz konusu değildir, oluşunda mecburiyet sözkonusudur.

İnsanın neyi, nasıl anlayacağı ve düşünüp yapacağı ile ilgili olarak seçme yetisi ile yaratılmış olması karşısında onu yaratan, iyiyi-kötüyü, doğruyu-eğriyi de ona başından beri bildirmiş, tanımlamış ve insanı doğru ve eğrilerin başında serbest bırakmıştır. Seçimi sonucu tutacağı yolu ve sonucunu da kendisine bildirmiştir.

İslâm Dini ismiyle anılagelen Allah’ın indinde kabul görecek din(dünya görüşü ve yaşam biçimi), Adem’den Muhammed’e kadar gönderilen elçilerle insanlara açıklanmış(tebliğ)tır. İnsan düşünecek, muhakeme edecek, akledecek ve ya doğruyu veya eğriyi seçecektir. Elbette seçiminin sonucuna da katlanacaktır. Zira bu konuda kendisine zor uygulanmamış, mecbur bırakılmamıştır.

Bu itibarla İslâm akıl ile kabul edilen dindir. Yani öncelikle aklı olanı muhatab(yükümlü) kabul etmekte, aklı olmayanı hitabından sorumlu tutmamaktadır. Aklı olan, var olan aklı ile düşünerek seçimini yapacak ve sonucundan sorumlu olacaktır. Bu sebeble İslam akıl ile kabul edilir, aklederek teslim olunur. Düşünerek emin olur(iman eder) insan. Düşünmeden kabul ettiğine imân denmez, zira düşünmeyenin emin olması, yani şüphesinin kalmaması söz konusu olamaz, ancak yüzeysel bir kabul olur ki ne dayanıklılığı olur ne de gerçek tatmin verir.

İslâm aklı olanın dinin sorumlusu olduğunu koyar ortaya öncelikle. Dini olanı da akıl sahibi oluşunun delili(karinesi) sayar.

İslâm dini, dinler arasında akıl ile kabulü öngörülen tek din olma özelliğine sahiptir. Hiçbir zaman bir ÖNKABUL olarak teklif edilmez insanlara. Önkabul, bilindiği gibi düşünülmeden, peşin kabulün adıdır. İslam peşin kabule talib değildir. Zira sonucundan kendisini sorumlu tutacağı insanın düşünerek yapmasını, kabul etmesini, amel etmesini istemektedir dinin sahibi İslâm’da. Bu yüzden “Babalarımızın dini üzerindeyiz” diyenleri genel tutumlarından dolayı kınamakta ve “..Ya babaları doğru düşünmüyor idiyseler de mi?” demektedir. Yani insanın kabul etmesi gereken şeyin mutlaka düşünme sonucu olmasını, akletmenin sonucu ortaya çıkmasını istemektedir. Daha da ileri giderek düşünmeyenler için “Akletmeyenler, davarlar gibidir.” benzetmesini yaparak, insanın insanlığına sahiblenmesini, bunun ise ancak akletmekle mümkün olduğunu belirtmektedir. Zira hatırlatılmadan, düştüğü yanılgı sonucu, yapması gerekeni yapmadığı için konumunu unutana uyarmak için, kabulüne meyli bulunmayan tersi bir benzetme ile insan uyarılır. Ki bu uyarı sonuç doğurabilsin. Hiçbir insan davar gibiliğe rıza göstermeyeceğinden onu, davarlıktan uzaklaştırmanın en tesirli yolu, yaptıklarının sonucu davar gibiliğe rızası gündeme getirilerek yapılır. Bu tarz, insan için en tesirli uyarma yoludur.

İslâm insanda aklettikçe pekleşip sağlamlaştığı halde, diğer dinler aklettikçe ortada din kalmaz. Zira İslâm’ın dışındaki dinlerin tümü bir önkabul(peşin kabul ve düşünmemeye, düşünmeden kabule) dayalıdır. İslâm’la akletme arasındaki ilişki adetâ betonla su arasındaki ilişki gibidir ki beton sulandıkça sağlamlaşır, sertleşir. İslâm da, aklettikçe insanda sarsılmaz sağlamlığa erişir. İslâm dışındaki dinlerde ise durum bunun tam tersidir. Aklettikçe o dinlerden ortada bir şey kalmaz, hepsi akıl dışılık sonucu akıl ile bir arada kalamaz. Bu cümleden olarak Fransız düşünür Voltaire’in şu sözlerini hatırlamakta yarar olacaktır. Voltaire diyor ki: “İnsan hıristiyan olmak istiyorsa önce aklını çıkarıp bir kenara koymalıdır. Sonra dini almalı ve sonra da tekrar aklını yerine koymalıdır. Lâkin insanda akıl bulundukça din kalmayacağı gibi, dinine sahib olmak istiyorsa da aklını bir kenarda tutmalıdır. Zira ikisi(akıl ve din) bir arada bulunamaz.”

Voltaire’nin bu yargısı, tanıdığı din olan hıristiyanlık için geçerlidir. İslâm hakkında kilisenin esassız olarak yaygınlaştırdığı kuru zannın ötesinde Voltaire’nin bir bilgisi bulunmadığı eserlerinden anlaşılmaktadır. Onun yaşadığı çağda İslâm’ı ana kaynağı olan Kur’ân’dan anlamaya çalışmayıp, yeryüzündeki müslümanların haline bakanların öyle düşünebilmesine de ayrıca fazla şaşmamak gerekiyor. Nitekim Marks’ın da, yaşadığı çağa hakim olan din anlayışına, dinlerin mensuplarının (bir yerde müslümanım diyenler de dahil) gösterdikleri manzaraya bakarak “din afyondur” demesi, anlaşılması güç bir şey olarak görünmüyor. Hıristiyanların durumu oldum olası öyle iken, Onun çağında müslümanların da emperyalizme hizmet manzarası göstermesi Marks’ı böyle düşündürmüş, söyletmiş olmalıdır. İnsanlar genel olarak çevrelerinden etkilenerek düşünür, içinde bulundukları ortamın ağır basan havasının etkisinden pek kurtulamazlar.

Çevrelerini aşan insanların başında peygamberler gelir. Ve bunlar mutlaka kendilerini gönderenin murakabasında olduklarından çevre etkisi ile kirlenmekten korunur, arındırılırlar. Bu sebeble de onlardan kolay kolay yanlışlık sâdır olmaz. Her şeye rağmen olması halinde de görüp-gözeticileri tarafından derhal düzeltilirler.

Allah dinini gönderdiği elçiler vasıtası ile insanlara ulaştırmayı sünnet edindiğinden bu elçilerden sâdır olacak yanlışları düzeltmeyi diğer insanlar için olduğu gibi sona(ahirete) bırakmaz. Başında yapar ki bu düzeltmeleri, insanların Rabbleri Allah’a karşı bir bahaneleri kalmasın, ileri sürecekleri bir mazeretleri bulunmasın. Zira O, kullarına zulmedici değildir.

Din, yani dünya görüşü ve yaşam tarzı, peşin kabul(önkabul) konusu olmaması gereken şeylerin başına gelmelidir. Zira insan dünyasını, bu dünya hakkındaki esas görüşüne göre yaşayacaktır. Bir daha gelmeyeceği dünyayı gereği gibi anlamalı, kendi fıtratına uygun olarak yaşamalıdır. Böylesi önemli ve öncelikli bir konuyu araştırmadan, incelemeden, düşünmeden ve sağlamasını yapmadan kabullenmesi, kendisine akıl verilen bir varlık olarak doğrusu insana yakışır bir tavır değildir. Kendini ilgilendiren hayâtî ve hayat sonrası için en önemli ve öncelikli bir konuda önkabul(tartışmadan, düşünmeden kabul), insan olması, akıl sahibi bulunması itibariyle makul görülecek şey değildir.

İslâm akidesi(dünya görüşü) tartışılmaya dayanıklıdır ve tartışıldıkça, düşünüldükçe dayanıklılığı artar. Diğer dinlerde ise bu dayanıklılık kesinlikle teste tabi tutulabilecek dayanıklılığa sahib değildir. Bu sebeble de İslâm, diğer dinlerle bir din olması bakımından aynı kaba konmaya çalışılmamalıdır. Tıpkı çürük cevizlerle sağlam cevizlerin yalnızca ceviz olmaları bakımından aynı kaba konmaması gerektiği gibi.

Allah indinde dinin İslâm olması, yani kabul edilecek dünya görüşü ve hayat tarzının İslâmî olması da İslâm’ın akıl ile kabul edilir oluşundandır. Nasıl ceviz olduğu halde çürüğü yenmiyor ise din olmasına rağmen diğer dinlerin kabulü de kainatın sahibi tarafından, insanları öldükten sonra diriltecek olan tarafından kabul edilmeyecektir. Kabulü için aklî olması, düşünceye dayanması ve hattâ akıl sahiblerinden kabul edilmesi söz konusudur. Akılsızın(delinin) dini söz konusu olmadığı gibi, onun kabulü veya reddi de söz konusu değildir. Deli diye aklı olmayan, sorumluluk taşımaya müsait bulunmayan anlatılmak istendiğine göre, aklı olduğu halde düşünmeden kabul veya red de aklı olanlar için bir akılsızlık, yani aklı kullanmamaktır. Sonuç olarak din bir önkabul konusu olmamalıdır. Bu din hele İslâm ise önkabul ile onun kabullenilmesi, rızası gözetilen indinde muteber değildir. Bu sebeble tahkik farzdır, taklid ise esas itibariyle suçtur ve sonucuna günah terettüb eder. Tahkik ise akletmeyi gerektirir. Akletmeden kabullenilen din, doğru da olsa insana hayır getirmez. Hayır akletmededir. Aklı olan, akleden hayrı ve şerri farkedebilir.

Sonuç olarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki din bir önkabul konusudur. Lâkin İslâm dini asla bir önkabul konusu din değildir. Bilakis aklı devreden çıkaran önkabule itibar etmeyen, varlığını ve sıhhatini akletmekle koruyan tek dünya görüşü ve hayat tarzıdır İslâm.

(İktibas, sayı 145)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *