Ercümend Özkan’ın Sor yayıncılık tarafından 1987 yılında gerçekleştirilen ‘Tevhid Üzerine’ isimli soruşturmasına verdiği yanıtların ikinci bölümünü sunuyoruz.
2. Soru: “Lâ İlâhe İllallah diyen cennete girer”; “İnsanlarla, lâ İlâhe İllallah deyinceye kadar savaşmakla emrolundum” hadis-i şeriflerinin çeşitli şekillerde yorumlandığı günümüzde, tevhidi dar kalıplar içerisine sokarak, hemen tekfir etme yolunu seçenler olduğu gibi, bunun tersi olarak da küfür niteliğindeki birçok söz ve davranışları İslâmî gösterecek kadar hoşgörü sahibi kimselerin de varlığını düşünerek, tevhidin sınırlarını açıklar mısınız? Yani tevhidde ifrat ve tefrit olabilir mi?
2. Rasulullah (as) Kur’an’a rağmen bir şey söyleyemez, Kur’an’ın söylediğinin tersine de bir şey söyleyemez. Zira İslam’da Şârî, yani itikaddan ameline kadar şeriat koyucu Allahu Teâlâ’dır. Bu itibarla Allah kimleri cennete sokacağını, ne yapanları, ne şekilde itikad edenleri söylemişse, O’na rağmen peygamber bir şey getiremez. Bunu belirtmekte fayda görüyorum. Bu itibarla “Lâ ilâhe illallah diyen cennete girer” sözü çok mücmel, çok genel bir ifade. Elbette siyak-sibakına muttali olmayan bir insanın, bu sözden çıkarabileceği yüzeysel bir anlam, tamam ben de lâ ilâhe illallah dedim mi, o zaman iş bitti deyivermesi mümkün olur. Zaten insan, kolayı tercih eden, özellikle nefsine kolay geleni tercih eden bir varlık olduğu için, zayıflığı burada kendisini gösterir ve rahatlıkla bunu der ve geriye ne yaparsan yap… Yap bakalım da bu kalıyor mu ortada onu da gör. Yani Allah’tan başka Allah yoktur de, ondan sonra ne yaparsan yap. Yap bakalım; Allah’tan başka Allah var mı yok mu? Daha ne Allah’lar çıkıyor önüne, ne yaparsan yap’ın sonucunu bir gör. Nitekim de bunun tarihte birçok sapık diye tanımlanan mezheplerde, tarikatlarda örneklerini görüyoruz… Tabii ki bu söz, çok mücmel; bir bütünden koparılıp alınmış, çıkarılmış bir cıvata gibi, bir mil gibi, bir eksen gibi, belki daha önemli bir ifade ama tek başına o makineyi ifade eden, açıklayan bir mil, bir parça olamaz. Dolayısıyla da yalnız bu ifade ile “Lâ ilâhe illallah diyen cennete girer” ifadesiyle ne amel edilir, ne ondan bir şey anlaşılır.
Üstelik Kur’an dururken, hadisleri öne almak, hadislere bakmanın da anlamı olmamak lâzım gelir. Kur’an’da ise yalnız bunu diyen cennete girer demiyor. Peygamber’in de Kur’an’a rağmen böyle demiş olması düşünülemez. Öyleyse Peygamber’in söylemiş olduğu bütünü izah sadedindeki cümlelerden, sözlerden bir parçasının alınıp çıkarılmışlığı sonucudur bu söz. O bakımdan diyorum bu sözle amel edilemez diye. Çünkü bütünü ifade etmiyor ki. Kur’an’dan anlıyoruz bütünün ne olduğunu, “İnsanlarla lâ ilâhe illallah deyinceye kadar savaşmakla emrolundum” hadisi de ait olduğu bütünden çıkarılmış, koparılmış ve vasatın dışında mütalâa edilen sözler haline gelmiş. İnsanlarla lâ ilahe illallah deyinceye kadar savaşmakla emrolundum diven bir insanın zımmî kabul etmemesi gerekirdi. Örneğin “Dinde zorlama yoktur” diye bir âyeti bulunan bir Kur’an’ı getiren peygamberin buna rağmen, insanlara kılıçla lâ ilâhe illallah dedirteceğim gibi bir ifadenin sahibi olmasını mümkün görmek kabil değildir. Yani Kur’an’a karşı çıkmasını mümkün görmek kabil değil Peygamber’in. Kur’an’ın mantığıyla, Kur’an’ın izahıyla, açıklamalarıyla ters düşmesi de mümkün değildir. İnsandır, bir yanlışlık yapabilir, yanlış anlayabilir ama Allah mutlaka düzeltir. Aksi takdirde insanlar doğruyu kimden öğreneceklerdi?
Dolayısıyla yukarıdaki “Lâ ilahe illallah diyen cennete girer” hadisi hakkındaki mütalâamız, “İnsanlarla lâ ilâhe illallah deyinceye kadar savaşmakla emrolundum” hadisi için de geçerli.. Olsa olsa, işin bütünü içerisinde mütalâa ederseniz rahat anlaşılabilir. Son nefesine kadar insanın bildiği hakkı yaşamaya ve inanılması, yaşanılması için başkalarına da tanıtmakla görevli olduğunu ifade eden bir şey bu. Yoksa kılıç elden düşmeyecek; ölene kadar son nefesi kılıçla verecek! Meselâ peygamberimizin onca yıllık hayatına bakıyoruz, hayatında eline kılıç aldığı anları toplasan üç-beş ayı geçmiyor, yirmi üç yıllık peygamberlik hayatında. Bedir’i, Uhud’u, Hendek’i… ufak gazveleri, şunları bunları hepsini toplasanız bu kadar eder. Onun dışında başka şeylerle meşgul… İnsanların salih olması için uğraşmakla meşgul. Çeşitli yerlere elçiler göndermekle meşgul. İslam’ı öğrenmek isteyenlere öğretici göndermekle meşgul, onlara öğretmekle meşgul, hazmetmelerini sağlamakla meşgul. Bunların hepsine mi kılıç gözüyle bakacağız? Değil tabii. Kılıç kılıçtır. Dolayısıyla, bu gibi ifadelere ve ibarelere bakarak, insanların birbirlerini tekfir etmesi, ya da bunun tam tersine, işte asıl tevhid düşüncesine sahip olan budur deyivermesi çok ucuzluk olur ve köşe dönücülük gibi bir şey olur ve büyük yanlışlıklar çıkar ortaya. Bu bakımdan bunlardan hep kaçınmak lazım, işin bütününü anlayıp, düşünmek, ele almak lazım.
Tevhidin sınırlan elbette ki Kur’an ile belirlenmiştir. Yani ifratın da, tefritin de olması söz konusu edilemez. Kimse, Allah’ı Allah’ın istediğinden fazla razı edemez, etmesi de istenmiyor çünkü. Kimsenin müslümanlıkta Peygamber’i geçmesi beklenemez, istenmiyor da. Yani Allahu Teâlâ, akşam namazını üç rekat kılın demişse, Ramazan orucunu tutun demişse, Ramazan da yarattığı ay ve ona verdiği devir, seyir itibariyle, ya yirmi dokuz, ya otuz çekiyorsa, biraz daha Müslüman olmak için Ramazan’ı yirmi sekiz gün tutalım, otuz bir tutalım diyemezsiniz. Yani ifrat edemezsiniz. Ettiğinizde kimi yeri gelir haram olur, kimi yeri gelir nafileleşir. Yani O’nun iradesini taşamazsınız. Taşma düşünceniz, sizdeki bir bozukluğun sonucudur. Sizin dini anlamadaki ve yaşamadaki bir bozukluğunuzun sonucudur. Bu itibarla tevhidde ifratın da tefritin de söz konusu olması mümkün değildir. Dikkat edilirse bize kadar gelen bilgilerle, iyi Müslüman, has Müslüman bildiğimiz kişilerin hiç birinde ifrattan da tefritten de bir eser görülmüyor. Örneğin Rasulullah (sav), önce bütün âyetleri o almasına rağmen, Allah’ın Rasûlü olmasına rağmen, Cibrîl ona sık sık gelmesine rağmen, her hangi bir ifratı, herhangi bir tefriti, yahut ifrat veya tefrit diye niteleyebileceğimiz bir hareketin, Peygamber’den sâdır olduğunu görmüş müyüz? Yok. Doğal bir insan tavrı hâkimdir Peygamber’in bütün hareketlerinde. Normal, ruh sağlığı yerinde, kişilikli, İslâm’ı kendine kişilik edinmiş, kendine güvenen, Allah’a karşı durumu belli, Allah’ın kullarına karşı durumu hâkezâ belli. Düzgün bir şahsiyet.. Hz. Ömer’e bakın, Hz. Ebu Bekir’e bakın bunlarda ifrat veya tefrit görmek mümkün değil. Ebu Hanife’ye bakıyoruz; halkın bilahare şişirerek kırk sene bilmem yatsı abdestiyle sabah namazını kılmış demesi tamamen uydurma, İslâm’a da uygun bir şey değil ve olamaz da.. Niçin? Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de “geceyi biz istirahat için yarattık” dediğini, sırf halkın hatırı için terk edecek ve aman halk beni öyle biliyormuş, öyle değildim ya, öyle olayım diyecek derecede yufka akıllı olsaydı müctehid olamazdı, bugüne kadar da adını kimse bilemezdi. Halbuki Ebu Hanife’nin içtihatlarına baktığımız zaman, akliyetine, kavrayışına baktığımız zaman, böyle düşünemeyecek kadar akıllı birisi olduğunu, Müslüman birisi olduğunu görüyoruz. Bunlar Esâtir’in, olağanüstülüğün iğreti olarak yakıştırılmaya çalışılmasıdır, hepsi bu Kadar..
Peygamber’in hiç de öyle yapmadığını görüyoruz. Peygamberden daha mı dindar olmuş? Ve peygamber, insanların Rasûlullah böyleymiş, Rasulullah şöyleymiş demelerine bakarak kendini yönlendiren bir Peygamber değil. Rabbinin buyurduklarına bakarak kendini yönlendiren, yöneten bir peygamberdir. O’nun ümmetinden, onun getirdiği mesajı gereği gibi de anlamaya çalışmış bir müctehidin böyle yapmasını düşünmek mümkün olur mu? Ama uyduruyorlar işte. Nasıl olsa zan; delile lüzum yok, hüccete lüzum yok, uydur uydur söyle haline getirilmiş, bir birikimi miras olarak almışlar, hâlâ o çürük sakızı çiğniyorlar, uydurup uydurup söylüyorlar.
“Lâ ilâhe illallah diyen cennete girer”, “İnsanlarla lâ ilâhe illallah deyinceye kadar savaşmakla emrolundum” hadisleriyle ilgili mütâlâamızda olsun, gerekse birinci soruya daha genişçe cevap verirken değinmeye çalıştığımız gibi, kesinkes İslâm ifrat ve tefrit dini olmayıp vasat yol yani, orta yol dinidir. Kur’an-ı Kerim, yani Allah’ın kendisi kullanıyor bu ifadeyi. Orta yol ismini vermesi resmen, ondan başka anlaşılmasına yol vermemek içindir. Dolayısıyla ifratın ve tefritin İslâm’da bulunmaması gerekir. “Müslümanım” diyende bulunmaması gerekir. Ama müslümanım diyenler bu duruma düşüyorlarsa bilsinler ki bir arıza hali söz konusudur kendilerinde. Kendilerini tamir etmelidirler orta yol ile. Yani orta yola getirerek. İfrattan ya da tefritten, yani sol şarampole ya da sağ şarampole kaymaktan, direksiyonlarını düzelterek yolun ortasına ya da sağına, kendilerine ait yerde gitmek suretiyle.
Bu bakımdan, gerek özellikle tasavvufa hâkim bir düşünce olarak kendini gösteren, onların da yardımıyla halk dinine de damgasını basan, kimsenin hemen hemen kâfir olamayacağı kadar bir genişliğin İslâm’la uzaktan-yakından alakası olmadığı gibi, özellikle bağnazca -bilhassa bugünkü gençleri kastederek söylüyorum- önüne gelen şeye bu kâfir, bu küfür, bu bilmem ne deyivermesi de yanlışlığın bir başka türünü, bir başka çeşidini teşkil eder. Kesinlikle ikisinin de İslâm’la alâkası yoktur. İki tür davranışında da insan rahatlıkla kâfir olur. Küfrün ne olduğu, şirkin ne olduğu bellidir. Buna iltifat eden, buna giren rahatlıkla küfre girmiş, şirke girmiş ve kâfir olmuş olacağı gibi, önüne gelene küfürdür deme isteğinin fazlalığı da, müslümana yakışır, müslümandan beklenen bir tavır değildir. Bu itibarla, böyle diyenler de, -kimseye gavurluğu yakıştıramayanların yanlışından az olmamak üzere-, önüne gelene aklına esen sebepten dolayı kâfirdir, küfürdür diye tekfir edivermesi de kendisi açısından en az öbürü kadar belâlı bir iştir, bir arızadır ve iki tür davranış da sahibini Allah’ın rızası yörüngesinden çıkaran tavırlardır.
Rasûlullah (sav)’in böyle davranmadığını, böyle hareket etmediğini, yani bu iki gruptan da müstağni olduğunu biliyoruz. Yani insanları tekfir etmekte acele davranmadı. Kâfir olduklarını kesinkes bildiği halde onları tekfir etme yerine, teslime, yani İslâm olmaya çağırıcı bir kişilik taşıdığını, inançlarıyla, tavırlarıyla, hareketleriyle, tüm hayatı boyunca öyle olduğunu görüyoruz. Bu hali, kâfirlere de el uzatması, yani teslim olun; güzel bir şekilde tutulacak bir el uzatması, küfre puan veriyor, küfre prim veriyor mânasına gelmez. Küfürden İslâm’a çağırıyor mânasına gelir idi, geliyordu. O biliyordu münafık da var, kafir de var; Ebu Cehil kâfir olarak öldü. Ubey b. Selul münafık idi. Dırâr’ı inşâ edenler, münafık idiler. Daha yeni yeni toplanmaya, bir toplum olmaya çalışan Müslümanları ayrı bir mescitle ikiye bölmek, daha yeni bir ümmet, bir topluluk oluşurken olur mu? Bütün bunları biliyor ama biliyor olmasına rağmen, yine biliyor ki onların üzerine sert de gitse, örneğin mescitlerini de yaksa gelen vahyin gereği, bu sertlik, insanlardan ziyade davranışlara karşı gösterilen, yani düşüncenin yanlışlığına gösterilen bir genelleme şeklinde tezahür ediyor. Ve o insanların da bulundukları halden vazgeçebilmeleri imkânını, fırsatını onlara tanıyan bir sertliktir. Yani gelemezsin, İslâm’a giremezsin artık veya bunca şeyi yaptın, senin hakkın yok demeye kimsenin hakkı yoktur peygamber dahil.
3. Soru: Tarihi incelediğimizde görmekteyiz ki, ilâhi olarak sınırları belirlenmiş olan tevhîd ve şirk mensupları arasında, özellikle tevhid ehlinin içerisine düştüğü sapmalar ve verdiği tavizler yüzünden akidevi benzerlikler, yakınlaşmalar yaşanmıştır. Bizler ise, Allah’a inandığını söyleyen ve bazı emirleri fert olarak yerine getirmeğe çalışan bir toplum içerisinde yaşamaktayız.
Kur’an-ı Kerîm’deki “Andolsun onlara, gökleri ve yeri kim yarattı; güneşi ve ayı kim (sizin yararınıza çalışmak için) boyun eğdirdi? desen, ‘Allah’ derler.” (Ankebut: 61); “Onlara, kim gökten suyu indirip de ölmüş olan yeri onunla diriltti? diye sorsan, ‘Allah’ derler…” (Ankebut: 63); Zümer: 38; Zuhruf: 9 ve bunlara benzer daha birçok âyet-i kerimelerden anlıyoruz ki, müşriklerde de -yetkileri sınırlı da olsa- bir Allah inancı var. Bunun yanı sıra, içerisinde yaşadığımız ve ‘cahil’ diye vasıflandırılan mevcut toplumu, tevhîd noktasından nasıl değerlendirmek gerektiği bilinmemektedir. Öte yandan Saadet Asrı’ndan sonra müslümanlardaki itikaden sürekli bir bozulmaya doğru olan gidiş, son yıllarda yeniden asl’a dönüş sürecini yaşamaktadır.
Bütün bunların ışığında, müşriklerin Allah-ilâh-put anlayışları ile Müslümanların ve vahyin inzâline şahit olmuş sahabe nesli ile günümüz Müslümanlarının inançlarını mukayese eder misiniz? Ayrıca bizleri bekleyen en büyük çağdaş tehlikeleri özellikle göz önüne alarak, şahadeti bozan şeyler hakkında bilgi verir misiniz?
3. Sorunuz bir bakıma tarihi süreç boyunca yaşana gelmiş bir olayın, Kur’an’ın açıklığa kavuşturduğu gibi ve o açıdan yeniden açıklığa kavuşturulmasını talep eden bir soru… Dikkat edilirse, İslâm’dan insanlar, tâ başından beri haberdar edile gelmiş, Allahu Teâlâ nerede bir kavim yaratmış ise, oraya o kavimden seçtiği peygamberlerle doğruyu, tevhid dinini bildirmiştir. Şayet herhangi bir kavme bildirmedi ise, onlara da sorgu söz konusu olmamak lâzım gelir. Zaten “Biz her kavme, kendinden, kendi diliyle konuşan peygamberler gönderdik.” Meâlinde, bu konuda söylenen âyetler, verilen haberler olduğunu biliyoruz. Meseleye baktığımızda, yani müşriklerin peygamberle fazla ihtilaflı olmalarının, yani Kureyş’in peygambere karşı fazlaca ihtilaf çıkarmasının, görüntü olarak en önde gelen sebeplerinden birinin de, sen bizim halimizde bir bozukluk mu görüyorsun? Biz sapmış değiliz, biz sapıtmış değiliz, biz de Allah’ı biliyoruz, Yani sen ne söylüyorsun? İlla bizimle hır çıkarmak mı maksadın? Yani sen bambaşka bir şey söylemiyorsun! Sen Allah diyorsun. Biz bilmiyor muyuz Allah’ı? Bilmediğimiz Allah’tan mı bahsediyorsun, sen ne demek istiyorsun gibi, onları hırçınlaştıran bir hal içerisinde görüyoruz. Bu da dikkatimizi çekiyor doğrusu.. Hakikaten Allah’ı hiç bilmeyen bir kavme söylüyor olmadığını Kur’an’dan da anlıyoruz, o günün bize intikal eden tarihi bilgilerinden de. Eğer tâbir caiz ise, kendilerine göre müşrikler de müslümanlardı diyebiliriz. Kendilerine göre, kendi anlayışlarına göre. Nereleri kâfir, nereleri gâvur? Ne yaptılar, nasıl sapıttılar? Allah’ı mı bilmiyorlardı ki bu Muhammed çıktı da onlara bir şeyler söylüyor? Söyledikleri şey ne? Allah’a çağırıyor.. Bilmiyorlar mı onlar Allah’ı? İtirazlarının tonu bu dikkat ederseniz.
Buradan anlaşılıyor ve âyetler de ortaya koyuyor ki müşrikler de kendilerini Müslüman sayıyorlardı. Genel bir ifade olarak kullanırsak, enteresan gelmesine rağmen, hakikaten Müslüman idiler, öyle sanıyorlardı yani. Hırçınlıkları biraz da bundan kaynaklanıyor. Meselâ bizim bugün de karşılaştığımız İslâm’dan hiç haberi olmayan birisine İslâm’ı anlatırken çok daha rahatsınız, o da, siz de. O, yabancısı olduğu müjdeyi dinliyordur, siz de iyi-kötü bildiğiniz, benimsediğiniz bir şeyi anlatıyorsunuzdur. Fakat İslâm’ı müslümanım diyene anlatmaya başladınız mı, gürültünün-patırtının boyutlarının alabildiğine genişlediğini görüyoruz. Neden? O da Müslüman; sen ne söylüyorsun? Tıpkı Peygamber’le Kureyş arasında çıkan şiddetinde hır çıkıyor, gürültü çıkıyor. Niye? O da kendini Müslüman sayıyor, o da Allah’a inanıyor. Öyle söylüyor ya.. İşte yağmuru kim yağdırıyor desek, derler ki Allah, değil mi? Peki, o zaman fark ne? Yine âyetlerin açıkladıklarına bakarsak açıkça ortaya çıkıyor: Evet Allah’ı biliyorsunuz; Allah’ı biliyorlardı. Çünkü Allah inancını getiren bildiren sadece Muhammed aleyhisselam değil ki. İlki de değil, ortancası da değil. Bunu en son söyleyen bir Peygamber. Ta Adem aleyhisselamdan bu zamana Tevhid dini, İslâm dini yalnız Muhammed’le gönderilen din değil. Tüm peygamberler tevhid dininin peygamberleri… Adını bildiğimiz, en az Kur’an’da geçtiği kadarıyla yirmi yedi-yirmi sekiz peygamber var. Bilmediğimiz de artık belli değil.
Öyle ise dert ne? Niye bu sıkıntı? Biliyorlar, daha evvelki insanlar Allah inancından haberdarlar. Çünkü tevarüsen de birtakım şeyler geliyor. Tevarüsen, miras içerisinde iyi de geliyor, kötü de geliyor. Derken Allah inancı da gelmiş. Ama zaman içerisinde insanlar, vehimlerini dine sokarak, dinden vehmetmeleri sonucu bazı şeyleri çıkararak, öyle bir din, özellikle öyle bir tevhid inancı, öyle bir Allah inancı meydana getiriyorlar ki, Allah ama âdeta yetkileri elinden alınmış veya kulları ile uğraşmaya tenezzül etmez, onlarla uğraşsın diye daha alt seviyede Allah’lar tayin etmiş bir Allah… falan. Tabii ki Allah’ı böyle düşünebilmek ancak vehimle mümkündür, gerçekle alâkası yoktur. Yani Allahu Teala kuluna şah damarından daha yakın, ama bakarsınız bir düşünce Allah adına çıkar da, krallara, sultanlara, hükümdarlara nasıl vasıtasız yanaşılamazsa, işte Allah da kainatın sultanı, kralı, O’na da yanaşılmaz. Dolayısıyla bir velî, O’nun dostu gerek.
Bu mantık bakımından Kureyş’in müşrikleri ile tasavvuf ehli arasında hiçbir fark yoktur. Onlar da Allah’a yaklaşmak için bir vesile ittihaz ediyor, beriki de… Hem bu vesile, Allahu Tealâ’nın takdir ettiği vesile değil. Meselâ Allah’ı razı etmek için Kur’an’da vesileler bulun, arayın diyor. Meselâ bildirmiş, meçhul bırakmamış; işte fakire-düşküne yardım edin, yetimi görüp-gözetin. Allah yolunda iyilik etmek için, ihsanda bulunmak için vesileler arayın. Bu babtan, aynı frekansta vesileler bulun diyor. Meselâ Allah’ı razı etmek için iki meyhane daha açılsın diye çok para harcadım diye bir vesile olamaz. Niçin? O’nun razı olmadığı işler cümlesinden zikredilen bir işi vesile ittihaz edemezsiniz. O gazabına vesiledir, rızasına değil. Dolayısıyla rızasına vesileler faslından ancak vesile arayabilirsiniz. Yani akrabayı gördün, gözettin; ayrıca hiç tanımadığın bir fakir çıktı. İşte ona da yardım et; işte vesile ara Allah yolunda harcamak için. Ona da yardım et, Ona da ihsanda bulun. Bu anlamda…
Şimdi müşrikler de dediğimiz gibi kendilerini Müslüman sayıyorlardı, teslim olmuş sayıyorlardı. Allah’ı biliyor, Allah’a inanıyor sayıyorlardı, kendilerini. Ne var ki, Kâbe’ye doldurdukları, inandıklarını, inana geldiklerini, reddetmeyi asla düşünmediklerini söyledikleri putlar Allah’la kendileri arasına o denli girmiş ki, Allah’ı onlara gösteremez olmuş. Yani sığınacak mı? Gidip puta kurban kesiyor. Yolculuğa mı çıkacak? Puttan başına dert gelmemesini istiyor. Yani bir bakıma hâşâ ve kellâ bütün yetkileri elinden alınmış, emekliye çıkarılmış bir kral gibi Allah’ın konumu. Fiilen, kendilerini, kâinatı idare eden ise putlar. Tehlikelerden onları koruyan, rızıklarını getiren, işlerini düzelten, yürüten, eden…
Bugün de dikkat ederseniz şu üçler-yediler-kırklar anlayışı… Kâinat bir piramit gibi, alt tabanı geniş, tepesinde tek kutub, gavsu’l-azam bilmem ne… uydurmaları sonucu, sanki kâinatı bunlar yönetiyor. Eski Hind dinlerinden bir dinin akidesi bu. Kâinatı onlar yönetiyor insanların ecellerini bunlar tayin ediyor, rızıklarını bunlar takdir ediyor. Yani tamamen aynen.. Ancak bugünkülerin adı Hubel değil, Lat değil, Menat değil falan.. Adı sanı gibi bazı şeyler hariç, işlev itibariyle o günkü kendini Müslüman sayan Kureyş’e nasıl Allah’ı göstermez olup, Allah’la kendi aralarını kapatırcasına her şeylerine hâkim olan hâle gelmişse putlar, bugün de müslümanım diyen nice insan ki, özellikle tasavvuf ehliyim, tarikatçıyım bilmem neyim diyen şeyhinden müridine kadar hemen herkes, dindarlığı o zannediyorlar. Çoğu bilmeyerek yapıyor, çok azı da bu işin farkında ancak bir çarktır, o çarkı çeviriyor. Yani rahatlıkla, Allah bu aciz kula kadar inecek veya bu ne cür’etle, ne ukalalıkla Allah’a doğrudan muhatap olacak, Allah’a doğrudan yalvaracak?… Ancak işte şeyhinin yüzü-gözü hürmetine falan… Onun vasıtasıyla şeyhin eteğini tutarak, ondan istimdat ederek.. O bunların dilekçelerini toplayacak, Allah’a toptan bir dilekçe verecek özetle. Çünkü Allah’ın yanında O’nun iktidarını paylaşan varlıklar âdeta, kavram olarak. Yani O’nun namına tasarrufta bulunuyorlar. Örneğin tasavvuf kitaplarına bakarsanız, rızıkları bölüştürmekten tutunuz da, ecelleri tayin etmeye varıncaya kadar…
Risale-i Halidiye tercümesinden dergide yaptığımız iktibasta okumuş olmalısınız. Tasavvufun el kitabı olarak el’an da özellikle Nakşîler arasında yaygın bir şekilde kullanılıyor. Onda mürşidlerin müritlerinin ecelini, rızkını tayin yetkisi olduğundan bahsediyor. Nasıl köle eski Roma – Yunan hukukunda mal idiyse ve kölenin malı (malın malı) olamaz idiyse, bunun gibi müridin bütün malı, mülkü, evlad u ıyali -gene bahsettiğimiz kitaptan yaptığımız iktibasta dikkatlerini çekmiştir okuyucuların- tamamı şeyhin aslında, şeyhin zimmetine verilmiş, fakat zilyedliği yani intifaı müridde, istediği zaman şevh alabilir.
“Müşriklerde de -yetkileri sınırlı da olsa- bir Allah inancı var” şeklindeki ifadeniz, sonuçta durumun böyle olduğunu; başlangıçta yavaş yavaş Allah’ın yerine başka şeyleri koymaya, Allah adına başka şeyleri koymaya, Allah adına başka şeyleri de O’nun yanında sevmekle başlıyor. O’nun gibi, O’nun sevgisinin, O’nun saygısının cinsinden bir sevgiyle sevmekle başlıyor. Sev, sev, sev, nitekim var örnekleri… Allah’ın elçisini seveceğiz diye onu, Allah’ın oğlu yapmış Hıristiyanlar, bu yüzden kâfir olmuşlar. Allah’ın elçisini seveceğiz diye Muhammed-Allah diyenler çıkmış. Allah’ın elçisinin damadını seveceğiz diye, ona Allah diyenler, ona peygamber diyenler çıkmış. Mâlum Gulat’tan Gurabiyye, Ali-ullahîler denen Cimcimîler çıkmış.
Yani bütün mesele Allah’ın hakikaten eşi bulunmadığı, O’nunla ilgili her şeyde kendini göstermeli. O’nun sevgisinin de eşi hiç bir şeye gösterilmemeli, O’na saygının eşi hiçbir şeye, hiç kimseye gösterilmemeli. O’na huşûun, O’na saygının, O’na kudret izafe etmenin… Çünkü (şirk) böyle giriyor. Nasıl bir vücuda mikrop, bir açık yerden, ağızdan, burundan, ya da derideki bir çizikten, bir yarıktan, bir delikten giriyorsa, İslâm akidesini, tevhidi de bozan şey, bu tür çizikler, bu tür delikler, bu tür açıklıklardır. O açığı bulundurmamak lazımdır. Yani Allah’ı nasıl seveceksiniz? Bir kere hiç kimseyi sevmeyi, O’nun sevgisiyle, O’nu sevmeyle bir tutmamalısınız ki, kendinizi şirkten koruyasınız. O’nu nasıl sayacaksınız, O’nu nasıl tazim edeceksiniz?
Dikkat edin, kendilerini bugün şirk içinde gördüğümüz veya dün de şirke düşmüş olanlar hakikaten Allah’a yakın diye, Allah’ı seviyor diye, sevmeye başladıklarına da Allah’a gösterdikleri prestiji göstere gelmeleri sonucu bugün sevgilerini, Allah’a gösteremez, yalnız onlara gösterebilir halde kalmışlar ve baştan ayağa şirk içerisinde olagelmişlerdir. İnsanlara duyulan saygı, peygamber de olsa, hiçbir zaman Allah’a duyulanla eş olmamalı, eş tutulmamalı. Meselâ “Allah’a itaat edin, Rasul’e itaat edin” buyruluyor âyet-i kerimede. Ama Rasûlüne itaatte sual sorma hakkı var kulun. “Ya Rasûlallah, bu, ilerisine ya da gerisine gidemeyeceğimiz, Rabbimizden size vahyolunan emrin gereği mi, yoksa kendi düşünceniz mi?” Kendi görüşüyse tartışıyor, konuşuyor, karşılıklı, öyle olmaz, böyle olur diyebiliyor. Rabbinden ise, amennâ! Rabbinden gelen için tartışma söz konusu olur mu? Onu tartışması söz konusu değil. Öyle ise, Allah’a itaat ile Rasûle itaat arasında bir fark var. İtaat aynı gibi görünmesine rağmen, şeksiz-şüphesiz, tereddütsüz bir itaat Allah’a söz konusu olduğu halde, Peygamber’e konuşarak (sorarak) itaat. Söylediği Allah’tan ise, zaten o çıkıyor aradan. Yok Peygamber’in kendi görüşü ise, o zaman kendi fikrini söyleyebiliyor. Dolayısıyla ikisine itaat doz itibariyle de birbirine eşdeğerde değil. Ve “ulu’l-emri minkum” de hâzâ, öyle değil mi? Zira İslâm’da “Allah’a masiyette kula itaat yoktur” esastır.
Önemli olan, sahabe nesli ile günümüz müslümanlarının inançları meselesi değil, herkesin Kur’an tarafından istenenler karşısındaki durumudur. Sahabe mi şöyle, biz mi şöyleyiz mes’elesi değil.. Sahabe neye göre Müslüman oldu? Kur’an’a göre Müslüman oldu. Kur’an müslümanı oldu. Peygamber neyi ahlâk edinerek Müslüman oldu, neye teslim oldu? O da Kur’an’a teslim olarak Müslüman oldu.. O zaman ilk planda söylenmesi gereken şey, doğrudan Kur’an’a tebâiyyet, yani bizim Kur’an’a bağlılığımız, bakışımız ile onların bakışı.. Onlarınkini daha sağlıklı görüyoruz. Biz de o sağlıklılığa kavuşur isek, kavuşturur isek bakış açımızı, onların olabildiğini olmamıza hiçbir engel yok. Zaten olmak istenilen şey de Peygamber olmak değil. Peygamberliğe gerek de kalmamış, bitmiş.. İstenilen şey, Peygamber değil, bir Müslüman olmak. Dolayısıyla, rahatlıkla onlar gibi olunur. Yani Müslümanları birbirine kıyas etme yerine, Müslümanları Kur’an’la kıyas etmek… Onlar iyi miydi? Evet. Neden? Onlar Kur’an’ı gereği gibi anlıyor, gereklerine uyuyor idiler. Bu iyilikleri, Allah katındaki iyilikleri, dünyadaki izzetleri Kur’an’ın izzetiyle izzetlenmiş olmalarından kaynaklanıyordu. Bizde o kadar izzet yok ise, biz o durumda değil isek, demek ki onlarda bulunan bizde yok. Gayet basit, sade; çetrefilli değil sorunun cevabı bence.
Ama bu sonucu elde etmek, yani Kur’an’ı anlamak, hemen o kadar basit mi, o kadar sade mi, yani bir defa okur okumaz hemen insanın içine geçer, gıda olur mu? Hiç bir şey böyle olmaz, zamanla olur.. O gördüğümüz müslümanlar da hemen müslüman olmuş ve dört dörtlük oluvermiş değildiler. Zaman içerisinde; zaman zaman biliyorsunuz birtakım cahilî şeyler nüksediyordu, tavırlar koyuyorlardı ortaya, yanlışlar yapıyorlardı. Hatta bir kısmı, aldı aldı, bilahare kustu tümünü. Gördük, bilahare çıkan olaylarda, Sıffîn ve bunu tâkip eden olaylarda, bu kusmaları, istifraları gördük. Bu itibarla onlarla bizim bir bakıma hiç bir farkımız yok. Bütün mesele, ilgi meselesi, ilgi farkı meselesi.
Ebu Bekir’in, Ömer b. Hattab’ın gösterdiği ilgiyi sen de gösterirsen, akliyetin becerin kadar; Allah ne diye senden esirgesin ki… Belli bir zamanda doğanlar imtiyazlı olur diye, fal bakıcıların itibar ettiği şeylerin İslâm’da yeri yoktur. Ne zaman yaşarsan yaşa, Allah’ı razı edebilen bir kul olma şansı, bahtı bana daima açık olmalı ki, Allahu Teâlâ ahirette hesap sorabilsin. Yoksa ben Muhammed’in gününde gelmedim. Ne yapayım? Ben mi istedim de bugün geldim yani.. Bilakis ne zaman ne olursa olsun? Bütün mesele, ne zaman geldiğin, nerede yaşadığın, hangi kavimden olduğun, kimlerle tanıştığın, görüştüğün, hangi asrın insanı olduğun değil, neyin insanı olduğun; yani Rabbinin kulu mu, yoksa başka bir yolun yolcusu mu olup olmadığındır senin hakkında, insan hakkında sonucu belirleyen. Peygamberi görmedi diye kimseye eksik puan verilmeyecek. Çünkü görmek, görmemek insanın kendi elinde değil ki.. Görmek de bir keramet değil. Gördüğü halde gümbür gümbür cehenneme gidenlerle de doluydu etraf…
Önemli olan, Allah mademki hâkim-i mutlaktır, mademki kadir-i mutlaktır, mademki mükevvenatın hükmünü, düzenini, kaidesini O koymuştur, hükmünde de O’nun ortağı yoktur; varlıkta olmadığı gibi, bilmekte olmadığı gibi, âlimlikte olmadığı, işiticilikte olmadığı gibi. Meselâ hepimiz işitiyoruz, bize o özelliği vermiş; hayvan da işitici, insan da işitici. Ama hiç bir zaman Allah’ın Semi’ sıfatı boyutlarında, O’nunla ortalıkta, yani o mu, bu mu dedirtecek düzeyde değil işiticilik. Hüküm koyuculuk da öyle. Yani O’nda bulunan vasıfların tümünde hiç kimse, O’nunla yarışamaz, yarışması ya da yarıştırılması, rahatlıkla söylenebilir ki tevhide gölge düşürmek, tevhid dışına çıkmak demektir. Yani hüküm koyuculukta Allah tam ve mutlak yetki sahibidir. Zaten koymuş da. Bunu gösteriyor da fiilen. Örneğin bir kısım koyduğu hükümler var. Zorunlu olarak eşya buna uyuyor. Meselâ güneşi, güneş sistemi içerisinde bir yere oturtmuş ve aya da bir yörünge, bir seyir yolu tayin etmiş, ay yolu. Dünya da o yolu takip ediyor. Hem kendi etrafında, hem de belirli bir yörüngede.. Haydi çıksın bunun dışına, haydi çıkarın bakalım bunun dışına. Bir kısım da var, uyup uymamak konusunda insana ihtiyar, seçme hakkı tanımış. Yani bir kısmı zorunlu, bir kısmı da böyle, O da seçme hakkı tanımış demek, cennet veya cehennemi kendin seç demektedir.
Yoksa senin de hüküm koyma hakkın var, yani bunu yapar isen, tabi bu senin hakkın olduğu anlamına gelen bir şey değil. Yaparsın, bırakmış seni bu şekilde, bu şekilde yaratmış. Yani bir insanın adam öldürebilmesi demek, Allah’a o bakımdan benzemesi demek midir? Kesinlikle alâkası yok. Bir işverenin, işçiye maaş vermesi demek, işverenin de rızık verici, Rezzak olduğunun mu emaresidir? Kesinlikle alâkası yok. Yani rızkı yaratıcı eşsizdir. Hiçbirimiz yaratmıyoruz, yoktan var etmiyoruz. Dolayısıyla tabii ki adına çağdaş tehlike deyin -ki çağdaş falan da değil bence- yani her çağda aynı tehlike, aynı tehdit tevhid için varit olmuş, dolayısıyla çağdaş demenin bir anlamı yok. Her çağın derdi, sıkıntısı, rahatsızlığı sapıklık olarak var olagelmiştir. Bu asra mahsus değil ki.
4. Soru: Biliyoruz ki tevhîd, kendisini kabullenenlere belirli yükümlülükler getirmektedir. Örneğin Kelime-i Şehadeti kavramak ve gereklerine göre ısrarla amel etmek; velâ’yı Allah’dan, Rasulü (s)’nden ve mü’minlerden başka kimseye vermemek; küfürden, şirkten uzaklaşmak, tevhidin temel gereklerindendir. Tevhidi kabul etmelerine; ettiklerini söylemelerine rağmen, amelleri çok farklılık arzeden günümüz müslümanlarına ışık tutacak mahiyette tevhidin gereklerini (muktezasını) izah eder misiniz?
4. Bu dördüncü sorunuzla ilgili olarak, İktibas Dergisi’nde gerek ‘Kavramlar’ gerek ‘Selam ile’ ana başlığını taşıyan kısımda, gerekse okuyuculardan gelen mektuplara verdiğimiz cevaplarda, parça parça da olsa, müslümanların nasıl davranması gerektiği, küfürden – şirkten uzak durmanın, tevhidi korumanın, onu küfür ve şirke yaralatmamanın yollarından bahsetmeye çalışıyoruz. Genel olarak söylemek gerekir ise, hakikaten Allah’tan başka Allah yok demek, Allah’ın taşıdığını söylediği tüm sıfatları -ki kendi sıfatlarını zikrediyor- o sıfatların O’nun dışında kimsede bulunmadığını kabullenmektir. Bunu böyle algılamak, Kur’an’ın da muktezâsıdır. Allah’a inanıyor olmanın da, Allah’tan başka ilah yok demenin de muktezasıdır. Nasıl ki şu elmadan başka elma yok, nasıl ki şu karpuzdan daha başka karpuz yok demenin anlamı, bu elmanın üstüne yok, bu elma gibi elma yok anlamında bir ifade ise, Allah’tan başka Allah yok demek de bu mânadadır.
Evet, Allah’tan başka Allah yok demek, Allah’da ne var ise vasıf olarak, hemen tüm vasıflarının O’nun dışında kimsede bulunmadığını kabul etmek; bunu da bu ifade ile söylemiş olmak, ikrar etmiş olmak demektir. Bu itibarla, örneğin Allahu Teâlâ eliyorsa -ki diyor Kur’an’ı Kerîm’de- gaybı yalnız ben bilirim, gaybı bilmek bana mahsustur, o takdirde bu vasfı, Allah’ın dışında birine izafe etmek, birine atfetmek gaybı, da bilir, gaybtan o da bilir gibi; Allah’tan başka Allah yok demeye, demişliğe aykırı düşen bir ifadedir. Zira Allah’tan başka Allah yok demek, yukarıda da belirttiğimiz gibi O’nda bulunan sıfatlar gibisi, başkasında yok demek anlamını da kapsıyor. Lafız olarak bunu söyler, sıfatları başkasında da görür iseniz, lafzınız laftan ileriye gitmez ve kesinlikle tevhid söylediğinizi sandığınız halde şirk ifade eder hal içinde olursunuz.
Tevhidi bozan şeyler üzerinde dururken, özellikle buna dikkat etmekte çok büyük önem var. Zira dikkat edilirse Kur’an’da zikredilen Allah’ın zâtı, sıfatları gibi hususların dışında, meselâ cennet – cehennem gibi, melekler, kitaplar, başka peygamberler gibi konularda, öldükten sonra dirilme gibi konularda pek ihtilafın çıkmadığını, fazla ihtilafın bulunmadığını görüyoruz. Yani sapık dediğiniz insanların birçoğunda bile. cennet – cehenneme inanma, öldükten sonra dirilmeye inanma var. Ama daha ziyade sapıklıklar kendisini, Allah’ın zatıyla. sıfatlarıyla ilgili hususlarda, kâinatın yaratılışıyla ilgili hususlarda Kur’an açıklamalarıyla iktifa etmeyip, başka felsefelerin, başka düşünce sistemlerinin açıklamalarını, İslâm akidesi yerine ikame edenlerde gösteriyor. Ve hakikaten büyük sapıklıklara düşenlerin tümünü inceleyin, paranteze alınabilir beraberlikler bulursunuz. Bu paranteze giren müşterekin de Kur’an’ın, yaratılış ile ilgili, Allah’ın kendisi ile ilgili, sıfatları ile ilgili açıklamalarının ya dışına taşanlarda ya da açıklamalarla iktifa etmeyen, ya da onu eksiltip veya tümden kaldırıp yerine başka açıklamalar getirenlerde bu sapıklıkların görüldüğünü görürsünüz.
Bu itibarla, tevhidi bozan şeyler olarak bilhassa bunlara dikkat çekmek ve her halükârda sakınıcılardan olmak, sakınanlardan olmak gerektiğine inanıyorum. Tabi bu husus üzerinde detaylı olarak çok uzun uzun durulabilir ama biz kısaca şimdilik bu kadar söyleyelim ve bu sözü kapatalım.
5. Soru: Tarih boyunca tevhîdi hâkim kılmadaki metot farklılığının, Müslümanların vahdetini parçalamakla kalmayıp, tekfire yol açmış olduğunu ve hatta kimilerinin tevhid sınırları dışına taşmalarına neden olduğunu biliyoruz. İnsanımız halen, tevhidi nasıl yaşayacağını, insanlara nasıl götüreceğini; tevhidi götüreceği insanlar arasında ayırım yapıp yapmayacağını anlayabilmiş değildir.
Bu noktalardan hareketle, son olarak şu hususları sormak istiyoruz: Özellikte son yıllarda yoğun biçimde gündemde tutulan tevhidde, sadece Kur’an göz önüne alınıyor gibi bir hal var.. Tevhîdi anlama ve yaşama noktasında Kitap yeterli midir, yoksa Sünnet de zaruri midir; ne ölçüde? Bir Müslüman fert ya da toplum, tevhidi hayatında nasıl gerçekleştirecektir? Ayrıca tevhîdin, mü’minlerin vahdeti üzerindeki etkisi ne olmalıdır?
Beşinci sorunuz da yine kapsamlı, önemli. Müslümanların dün olduğu gibi bugün de büyük sorunlarının, soru haline getirilmiş şekli. Gerçekten tarih boyunca tevhidi hâkim kılmada kullanılan metot farklılığının, Müslümanların vahdetini parçalamakla kalmayıp, tekfire yol açmış olduğunu görememek mümkün değil. Aslında düşünce ve metodun aynı cinsten olması zorunluluğu, metotta farklı bulunmamayı kaçınılmaz kılarken, metodun ne olduğunun gereğince tarif edilmemiş olmasından dolayı, belki üslûp ile karıştırılması, belki metodun düşüncenin cinsinden olma gereğine gerektiği kadar önem verilmemiş bulunması gibi sebeplerle, sanki başka başka ideolojilerin metodu imişcesine birbirinden farklı metotların, gerek tevhidin yaygınlaştırılmasında, gerekse başka şeylerde kullanıldığını göre gelmişiz. Bu, tabii büyük bir noksanlık, Müslümanlar adına.. Bu konu, gereğince kavranılmaya çalışılmalı. Yani İslâm düşüncesi yeterince kavranılırsa, metodun ona bağlı olarak bağımlılığı, bağlılığı da o derece kendisini farzettirecektir kanaatimizce.
İnsanımız, tevhidin tebliğini, tevhidin açıklamasını götürürken, ne Kur’an’ı, ne de Sünnet’i göz önünde bulundurmadığı, bulundurduğunu sandığı halde bulundurmadığı, belki cüz’i, yüzeysel, sathi bir şekilde Kitab’a ve Sünnet’e baktığı gerçeğine rağmen Kitab ve Sünnet’in tâ kendisini işliyormuş, kendisine göre amel ediyormuş gibi bir halet-i ruhiye içerisinde dilediğini tebliğin dışına çıkarabiliyor, dilediğini mükerreren üstünde durdurabiliyor, dilediğini tekfir ettiriyor, dilediğini tevhide getirtiyor… Bu şekilde tamamen keyfi bir uygulama ile karşı karşıyayız.
Müslüman olanın, neyi tebliğ edeceğini bilmesi gerektiği gibi, kime, nasıl, ne şekilde tebliğ edeceğini, tebliğ etmemesi gerekenlerin bulunup bulunmadığını da yine Tevhid Dininden öğrenmesi gerektiği gerçeği ile karşı karşıyayız. Nitekim Kur’an’da Allahu Teâlâ, en genel ifade ile “Eyyuhen’n-nâs!” (Ey insanlar, en halk) dediği halde, bugün ya da zaman zaman tarihte Müslümanlar, bu hitabı sanki kendilerinin seçme hakkı varmışçasına, diledikleri insanlara hasretmişler, onun dışına çıkarmayı bir kıskançlıkla reddetmişler âdeta. Bu büyük eksiklik, mutlak surette giderilmeli, Kitab’ın ve Sünnet’in bu konudaki işareti, gerçekten gerektiği gibi bilinmeli ve mucibince amel edilmelidir. Başka türlü Müslümanın (ne tebliğ eden, ne tebellüğ eden olarak) bir yere varması mümkün olamaz. Çünkü Allahu Teâlâ’nın, bütün insanlara bildirilmesini istediği şeyi, sizin belirli vasıfları taşıyan kişilere tahsis etmeniz, onların çerçevesinde bunu tutmanız, kesinlikle size hak olmayan, reva görülmemesi gereken bir şey iken, sizin onu kendinize reva görmeniz, elbette kendiniz açısından, yani böyle yapan açısından bir musibet olmak lazım gelir. Zira hakkı, hakkın temeli olan tevhidi, kimseden saklamaya kimsenin hakkı yoktur, olamaz, tevhidi kabulden kimse kimseyi menedemez, bu mümkün olamaz.
Özellikle son yıllarda dinamik İslâm’ın, hayatı tümüyle kapsayan, yaşanılan hayat halindeki İslâm’ın hiç değilse düşünce düzeyinde gelişmeye, boy atmaya, insanların nezdinde kök salmaya, onların hayatlarını, kapsamı içine almaya başladığını biliyoruz. Fakat bu arada bazı sakatlıkların birlikte bulunduğunu da biliyoruz; hani bazı mahsulün iyi olurken diğer taraftan bir hastalığa da yaygın şekilde müptelâ oluşu gibi. Meselâ yalnız Kur’an’ın göz önüne, gerek tevhidin tebliğ ediliş tarzı, gerekse tevhidin mahiyeti konusunda, bunu anlama ve açıklama konusunda yalnızca, yani tek başına Kur’an’ı Kerîm’in göz önünde tutuluyor bulunuşu ve tutuluyor temayülünün ağır basmasının büyük bir yanlışlık olduğunu, büyük bir eksiklik olduğunu belirtmek gerekir. Zira Rasûlullah (sav) de elbette Kur’an’dan anladı İslâm’ı… Onsuz Kur’an anlaşılmaz mı? Anlaşılır ama, O’nun tasvibe mazhar olmuş anlayışı gibi anlaşılmaz.. Yani siz de anlarsınız, başkası da anlar. Ama acaba hangi anlayış daha sahih, daha sıhhatli, yani anlasınlar için göndermiş olanı razı edici? İşte bu konuda bir tek iddia sahibi olabilir, o da Rasûlullah (sav)’dir. Zira onun da anlayışı düzgün olmayabilir iken o düzgün olmamak ibka edilmez, mutlak surette tashih edilir, düzeltilir idi. İnsanların hiçbirinin ona nispetle bu konuda üstünlüğü değil, eşitliği bile söz konusu olamaz. Peygamberlerin avantajlarından biri de bu. Bu bakımdan peygambersiz İslâm, Sünnetsiz İslâm olmamalıdır, olmaz da… Neden? Tâbir yerindeyse Kur’an teori ise, sünnet, yani Rasûlullah (sav)’in İslâm’ı yaşayış biçimi, şekli, anlayışı ve onu kuvveden fiile intikal ettirişi bir bakıma teorinin pratik, yani mücerret anlamdaki hükümlerin hayata geçiriliş biçimini, peygamberin sünnetinde görmekteyiz. Elbette bu konuda Peygamber’den sonra gelenlerin de Peygamber’de bulunmayan hususlarda sünnetler ihdas etmesi söz konusu olacaktır. Görülmeyen, bulunmayan hususlarda… Ama espri itibariyle Peygamber’in sünnetinden şaşmanın, ruh itibariyle, esas itibariyle, müslümanlıkla uzlaşır bir şey olabileceğini sanmıyoruz.
Yani peygamber alelâde bir haberci değildir. Haberci var, bir mektup getirir elinize tutuşturur gider, mektubun içinde ne yazıyor, ne ediyor bilemez, ancak getirdiğini ve getireceğini bilir. Haberci var, biraz da malumatla gelir. Yine haberci var mektubun içindekini de bilir, ziyadesini de bilir.. Şimdi elçiler genellikle hem yazılı talimatla hem de o talimatı hazmetmiş tavır bütünlüğü ile gönderiliyorlar insanlara. Devletler arasında da bu böyledir dikkat edilirse. Hiçbir devlet, kendisini temsil yeteneğini taşımayanı kendisini temsil etmek üzere başka bir ülke nezdinde elçi tayin etmiyor. Elbette Allahu Teâlâ da muradını kullarına eriştiremeyecek, ulaştıramayacak birisini peygamber seçsin, elçi seçsin, bunu düşünmek mümkün değil.
O itibarla açıklanması, iyice açıklığa kavuşması açısından Kur’an’ın açıklayıcısı, -Kur’an kendisi açıklayıcı bir kitap olmasına rağmen onu da açıklayan- bir de insan cinsi bir elçi olması gerekir. Bu da Kur’an’ın kendisine gönderildiği kişi olacaktır. Bu bakımdan da Peygamber’i dışlamak mümkün olamaz. Bu, büyük bir yanlışlık, büyük bir eksikliktir. Bir, “olmazsa olmaz” eksikliğidir. Mutlaka tevhidi anlamada, yaşamada, kendi yaşamına ve toplum yaşamına hâkim kılmada, tevhidin açıklayıcısı, bildiricisi, mübelliği olarak gönderilen Peygamber’in sünneti dediğimiz İslâmî yaşam anlayış ve biçimini göz ardı etmek kabil değildir, olamaz da.
Belki bu konuda Kur’an yeterlidir diyenlerin bile Kur’an’ı yeterince bilmiyor, düşünememiş olmasında, sünneti ihmal etmiş olmalarının da büyük payı bulunmak lazımdır. Keşke anlasa idiler. Yani yalnız Kur’an bize yeter diyenlerin bu iddiaları, kanaatim o ki, Kur’an’dan haberi olmayanlar olmaları sebebiyledir. Sünnetten anlamayanlar, habersiz olanlar olduğunu söylemek, çok da ters bir hüküm olmaz sanıyorum. Keşke Kur’an’ı gereği gibi anlamış olsa idiler. Anlamış olsa idiler, Kur’an’ın Sünnete olan atfını da anlamış olur idiler. Zira Allahu Teâlâ hiçbirimizi örnek göstermezken, O’nu ve ondan önce gönderilmiş, salihliğini, iyi kişiler oluşlarını Kur’an’ı şahit göstererek bize anlatıyor. Kur’an’la anlatıyor. Kur’an da gereği gibi anlaşılsa yine peygamberi dışlamak mümkün değil.
Bir Müslüman ferdin ya da toplumun tevhidi hayatında gerçekleştirmesi, mutlaka tevhidin kitabını gereği gibi anlamak ve hayatına uyarlamaya çalışmakla mümkündür. Ve bunu parçalanabilir, her parçası diğerinden ayrılabilir şeklinde görmek değil, biri diğerinden ayrılması mümkün olmayan bir bütünü oluşturan parçalar şeklinde anlamak ile mümkün olur. Bu anlaşılmadığı takdirde ise mü’minlerin vahdetini sağlamada tevhidin rolü bulunmaz veya asgari düzeyde olur. Bu sebeple tevhid ne kadar gerektiğince anlaşılır ise, Müslümanların vahdeti de o kadar gerçekleşme şansına sahiptir. Ben her şeye kâdir olarak Allah’ı bilir, sen her şeye kâdir falan adamı bilirsen, biz tevhid üzerinde değiliz ki, vahdet halinde olalım. Mümkün müdür? Yani birleşmede, benim de, senin de, onun da kabul ettiği bir şey olacak. O ‘bir’ üzerinde’leşeceğiz’. Yani birleşeceğiz. Vahdet de budur. Allahu Teâlâ’yı kabul ettik, yetmiyor. Niye yetmiyor? O neyi nasıl kabul etmemiz gerektiğine dair tafsilat da bildiriyor. Vasıflarının kendisinden başkasında görülmemesi gerektiğini bildiriyor. Dolayısıyla O, neye nasıl inanmamız; inançlarımızın gereklerinin de nasıl olduğu hususunda bize Kur’an’da açık açık neler buyuruyorsa, o şekli ile itikad etmemiz, itikadlarımızın o şekliyle gereğini yerine getirmemiz halinde tevhid üzerinde olmamız mümkündür. Ferden ferdâ tevhid üzerinde olmaya çalışmak, cemaat olarak, tevhid üzerinde bulunmanın, vazgeçilmez bulunma yoluna ermenin, o yolda kesifleşmenin vazgeçilmez yolu olmalıdır.
Tevhidin yalnız başına gereklerini göz önünde bulundurmaz iseniz, -esas gereklerini- yalnız başına müslümanları vahdet halinde bulundurmayı sağlayıcı olmadığını da söylemek, belirtmek isterim. Meselâ bugün İran vahdetin üzerinde, tevhidin üzerinde ısrarla durduğunu inkılapçı müslümanlarıyla dünyaya duyurmuş, inkılabî idaresiyle de uygulamasını yaptığını söylüyor. Bütün dünyaya bunu seslendiriyor. Ama tevhidin gereklerini yerine getirme konuşunda gereken hassasiyetin, Müslüman olmak açısından ziyade, Şia olmak, ya da Sünniler açısından düşünürsek Sünni olmak açısından ele alınması ve mezhebe ağırlık verilmesi halinde tevhidin vahdeti gerçekleştiricilikten ne kadar uzaklaştığını hemen görüvermemek için hiçbir sebep yok. Gayet rahat görülür! Yani mezhebi görüşünüzü -mezhebinizin görüşü anlamında söylüyorum- dininizden önde tutar iseniz, ister Şia olun, ister Sünni olun, mümkün değil, vahdet halinde olasınız. Çünkü mezheplerin birbirinden farkı meydanda iken, din birden fazla değil ki İslâm olarak, birbiriyle cedelleşme halinde, yarış halinde bulunsun. Din, İslâm dini. O sebeple biz inanıyoruz ki, -bu, mezhebi reddetme anlamında değil, öyle anlamayalım; sathi bakımdan bunları söylüyorum- kesinkes Allahu Teâlâ’nın peygamberlerine vahyettiği dinden olmaya bakmalı insan, yani İslâm dininden… Onun şu mezhebinden, bu mezhebinden olmaya değil. Herhangi bir mezhebine göre amel edebilir. Ama bilmeli ki, bu iş yani mezhep işi arkada, din işi önde gelmeli. Gelmediği takdirde vahdet halinde olmayı beklemek müslümanlar için ancak garabet olur, gariplik olur, yani mümkün olmaz.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *