Tevhid üzerine (2. Bölüm)

Ercümend Özkan’ın Sor yayıncılık tarafından 1987 yılında gerçekleştirilen ‘Tevhid Üzerine’ isimli soruşturmasına verdiği yanıtların ikinci bölümünü sunuyoruz.

2. Soru: “Lâ İlâhe İllallah diyen cennete girer”; “İnsanlarla, lâ İlâhe İllallah deyin­ceye kadar savaşmakla emrolundum” hadis-i şeriflerinin çeşitli şekil­lerde yorumlandığı günümüzde, tevhi­di dar kalıplar içerisine sokarak, he­men tekfir etme yolunu seçenler ol­duğu gibi, bunun tersi olarak da kü­für niteliğindeki birçok söz ve davra­nışları İslâmî gösterecek kadar hoş­görü sahibi kimselerin de varlığını düşünerek, tevhidin sınırlarını açıklar mısınız? Yani tevhidde ifrat ve tefrit olabilir mi?

2. Rasulullah (as) Kur’an’a rağmen bir şey söyleyemez, Kur’an’ın söylediği­nin tersine de bir şey söyleyemez. Zira İslam’da Şârî, yani itikaddan ameline kadar şeriat koyucu Allahu Teâlâ’dır. Bu itibarla Allah kimleri cennete soka­cağını, ne yapanları, ne şekilde itikad edenleri söylemişse, O’na rağmen pey­gamber bir şey getiremez. Bunu belirt­mekte fayda görüyorum. Bu itibarla “Lâ ilâhe illallah diyen cennete girer” sözü çok mücmel, çok genel bir ifade. Elbette siyak-sibakına muttali olmayan bir insa­nın, bu sözden çıkarabileceği yüzeysel bir anlam, tamam ben de lâ ilâhe illallah dedim mi, o zaman iş bitti deyivermesi mümkün olur. Zaten insan, kolayı tercih eden, özellikle nefsine kolay geleni ter­cih eden bir varlık olduğu için, zayıflığı burada kendisini gösterir ve rahatlıkla bunu der ve geriye ne yaparsan yap… Yap bakalım da bu kalıyor mu ortada onu da gör. Yani Allah’tan başka Allah yoktur de, ondan sonra ne yaparsan yap. Yap bakalım; Allah’tan başka Al­lah var mı yok mu? Daha ne Allah’lar çıkıyor önüne, ne yaparsan yap’ın sonu­cunu bir gör. Nitekim de bunun tarihte birçok sapık diye tanımlanan mezheplerde, tarikatlarda örneklerini görüyoruz… Ta­bii ki bu söz, çok mücmel; bir bütünden koparılıp alınmış, çıkarılmış bir cıvata gibi, bir mil gibi, bir eksen gibi, belki daha önemli bir ifade ama tek başına o makineyi ifade eden, açıklayan bir mil, bir parça olamaz. Dolayısıyla da yalnız bu ifade ile “Lâ ilâhe illallah di­yen cennete girer” ifadesiyle ne amel edilir, ne ondan bir şey anlaşılır.

Üstelik Kur’an dururken, hadisleri öne almak, hadislere bakmanın da anlamı olma­mak lâzım gelir. Kur’an’da ise yalnız bunu diyen cennete girer demiyor. Pey­gamber’in de Kur’an’a rağmen böyle demiş olması düşünülemez. Öyleyse Peygamber’in söylemiş olduğu bütünü izah sadedindeki cümlelerden, sözler­den bir parçasının alınıp çıkarılmışlığı sonucudur bu söz. O bakımdan diyorum bu sözle amel edilemez diye. Çünkü bütünü ifade etmiyor ki. Kur’an’dan anlıyoruz bütünün ne oldu­ğunu, “İnsanlarla lâ ilâhe illallah deyin­ceye kadar savaşmakla emrolundum” hadisi de ait olduğu bütünden çıkarıl­mış, koparılmış ve vasatın dışında mü­talâa edilen sözler haline gelmiş. İnsanlarla lâ ilahe illallah deyinceye kadar savaşmakla emrolundum diven bir in­sanın zımmî kabul etmemesi gerekirdi. Örneğin “Dinde zorlama yoktur” diye bir âyeti bulunan bir Kur’an’ı getiren peygamberin buna rağmen, insanlara kılıçla lâ ilâhe illallah dedirteceğim gibi bir ifadenin sahibi olmasını mümkün görmek kabil değildir. Yani Kur’an’a karşı çıkmasını mümkün görmek kabil değil Peygambe­r’in. Kur’an’ın mantığıyla, Kur’an’ın izahıyla, açıklamalarıyla ters düşmesi de mümkün değildir. İnsandır, bir yanlışlık yapabilir, yanlış anlayabilir ama Allah mutlaka düzeltir. Aksi takdirde insanlar doğruyu kimden öğreneceklerdi?

Dola­yısıyla yukarıdaki “Lâ ilahe illallah diyen cennete girer” hadisi hakkındaki mütalâamız, “İnsanlarla lâ ilâhe illallah deyinceye kadar savaş­makla emrolundum” hadisi için de ge­çerli.. Olsa olsa, işin bütünü içerisinde mütalâa ederseniz rahat anlaşılabilir. Son nefesine kadar insanın bildiği hakkı yaşamaya ve inanılması, yaşanılması için başkalarına da tanıtmakla görevli olduğunu ifade eden bir şey bu. Yoksa kılıç elden düşmeyecek; ölene kadar son nefesi kılıçla verecek! Meselâ pey­gamberimizin onca yıllık hayatına ba­kıyoruz, hayatında eline kılıç aldığı an­ları toplasan üç-beş ayı geçmiyor, yirmi üç yıllık peygamberlik hayatında. Bedir’i, Uhud’u, Hendek’i… ufak gazveleri, şunları bunları hepsini toplasanız bu kadar eder. Onun dışında başka şeyler­le meşgul… İnsanların salih olması için uğraşmakla meşgul. Çeşitli yerlere elçiler göndermekle meşgul. İslam’ı öğrenmek isteyenlere öğretici göndermekle meşgul, onlara öğretmekle meş­gul, hazmetmelerini sağlamakla meşgul. Bunların hepsine mi kılıç gözüyle baka­cağız? Değil tabii. Kılıç kılıçtır. Dolayı­sıyla, bu gibi ifadelere ve ibarelere ba­karak, insanların birbirlerini tekfir etme­si, ya da bunun tam tersine, işte asıl tevhid düşüncesine sahip olan budur deyivermesi çok ucuzluk olur ve köşe dönücülük gibi bir şey olur ve büyük yanlışlıklar çıkar ortaya. Bu bakımdan bunlardan hep kaçınmak lazım, işin bütününü anlayıp, düşünmek, ele almak lazım.

Tevhidin sınırlan elbette ki Kur’an ile belirlenmiştir. Yani ifratın da, tefritin de olması söz konusu edilemez. Kimse, Allah’ı Allah’ın istediğinden fazla razı edemez, etmesi de istenmiyor çünkü. Kimsenin müslümanlıkta Peygamber’i geçmesi beklenemez, istenmiyor da. Yani Allahu Teâlâ, akşam namazını üç rekat kılın demişse, Ramazan orucunu tutun demişse, Ramazan da yarattığı ay ve ona verdiği devir, seyir itibariyle, ya yirmi dokuz, ya otuz çekiyorsa, biraz daha Müslüman olmak için Ramazan’ı yirmi sekiz gün tutalım, otuz bir tutalım diyemezsiniz. Yani ifrat edemezsiniz. Ettiğinizde kimi yeri gelir haram olur, ki­mi yeri gelir nafileleşir. Yani O’nun ira­desini taşamazsınız. Taşma düşünce­niz, sizdeki bir bozukluğun sonucudur. Sizin dini anlamadaki ve yaşamadaki bir bozukluğunuzun sonucudur. Bu iti­barla tevhidde ifratın da tefritin de söz konusu olması mümkün değildir. Dikkat edilirse bize kadar gelen bilgilerle, iyi Müslüman, has Müslüman bildiğimiz ki­şilerin hiç birinde ifrattan da tefritten de bir eser görülmüyor. Örneğin Rasu­lullah (sav), önce bütün âyetleri o alma­sına rağmen, Allah’ın Rasûlü olmasına rağmen, Cibrîl ona sık sık gelmesine rağmen, her hangi bir ifratı, herhangi bir tefriti, yahut ifrat veya tefrit diye ni­teleyebileceğimiz bir hareketin, Pey­gamber’den sâdır olduğunu görmüş müyüz? Yok. Doğal bir insan tavrı hâkimdir Peygamber’in bütün hareketlerinde. Normal, ruh sağlığı yerinde, kişilikli, İslâm’ı kendine kişilik edinmiş, kendine güvenen, Allah’a karşı durumu belli, Al­lah’ın kullarına karşı durumu hâkezâ belli. Düzgün bir şahsiyet.. Hz. Ömer’e bakın, Hz. Ebu Bekir’e bakın bunlarda ifrat veya tefrit görmek mümkün değil. Ebu Hanife’ye bakıyoruz; halkın bilahare şişirerek kırk sene bilmem yatsı abdestiyle sabah namazını kılmış demesi tamamen uydurma, İslâm’a da uygun bir şey değil ve olamaz da.. Niçin? Al­lah’ın Kur’an-ı Kerim’de “geceyi biz isti­rahat için yarattık” dediğini, sırf halkın hatırı için terk edecek ve aman halk beni öyle biliyormuş, öyle değildim ya, öyle olayım diyecek derecede yufka akıllı ol­saydı müctehid olamazdı, bugüne ka­dar da adını kimse bilemezdi. Halbuki Ebu Hanife’nin içtihatlarına baktığımız zaman, akliyetine, kavrayışına baktığı­mız zaman, böyle düşünemeyecek ka­dar akıllı birisi olduğunu, Müslüman bi­risi olduğunu görüyoruz. Bunlar Esâtir’in, olağanüstülüğün iğreti olarak yakıştırılmaya çalışılmasıdır, hepsi bu Ka­dar..

Peygamber’in hiç de öyle yapma­dığını görüyoruz. Peygamberden daha mı dindar olmuş? Ve peygamber, in­sanların Rasûlullah böyleymiş, Rasulullah şöyleymiş demelerine bakarak kendini yön­lendiren bir Peygamber değil. Rabbinin buyurduklarına bakarak kendini yönlendiren, yöneten bir peygamberdir. O’nun ümmetinden, onun getirdiği me­sajı gereği gibi de anlamaya çalışmış bir müctehidin böyle yapmasını düşün­mek mümkün olur mu? Ama uyduru­yorlar işte. Nasıl olsa zan; delile lüzum yok, hüccete lüzum yok, uydur uydur söyle haline getirilmiş, bir birikimi miras olarak almışlar, hâlâ o çürük sakızı çiğ­niyorlar, uydurup uydurup söylüyorlar.

“Lâ ilâhe illallah diyen cennete gi­rer”, “İnsanlarla lâ ilâhe illallah deyin­ceye kadar savaşmakla emrolundum” hadisleriyle ilgili mütâlâamızda olsun, gerekse birinci soruya daha genişçe cevap verirken değinmeye çalıştığımız gibi, kesinkes İslâm ifrat ve tefrit dini ol­mayıp vasat yol yani, orta yol dinidir. Kur’an-ı Kerim, yani Allah’ın kendisi kul­lanıyor bu ifadeyi. Orta yol ismini ver­mesi resmen, ondan başka anlaşılması­na yol vermemek içindir. Dolayısıyla if­ratın ve tefritin İslâm’da bulunmaması gerekir. “Müslümanım” diyende bulunma­ması gerekir. Ama müslümanım diyen­ler bu duruma düşüyorlarsa bilsinler ki bir arıza hali söz konusudur kendilerinde. Kendilerini tamir etmelidirler orta yol ile. Yani orta yola getirerek. İfrattan ya da tefritten, yani sol şarampole ya da sağ şarampole kaymaktan, direksiyonlarını düzelterek yolun ortasına ya da sağına, kendilerine ait yerde gitmek suretiyle.

Bu bakımdan, gerek özellikle tasavvufa hâkim bir düşünce olarak kendini gös­teren, onların da yardımıyla halk dinine de damgasını basan, kimsenin hemen hemen kâfir olamayacağı kadar bir ge­nişliğin İslâm’la uzaktan-yakından ala­kası olmadığı gibi, özellikle bağnazca -bilhassa bugünkü gençleri kastederek söylüyorum- önüne gelen şeye bu kâfir, bu küfür, bu bilmem ne deyivermesi de yanlışlığın bir başka türünü, bir başka çeşidini teşkil eder. Kesinlikle ikisinin de İslâm’la alâkası yoktur. İki tür davranışın­da da insan rahatlıkla kâfir olur. Küfrün ne olduğu, şirkin ne olduğu bellidir. Bu­na iltifat eden, buna giren rahatlıkla küf­re girmiş, şirke girmiş ve kâfir olmuş olacağı gibi, önüne gelene küfürdür de­me isteğinin fazlalığı da, müslümana yakışır, müslümandan beklenen bir ta­vır değildir. Bu itibarla, böyle diyenler de, -kimseye gavurluğu yakıştıramayanların yanlışından az olmamak üzere-, önüne gelene aklına esen sebepten dolayı kâfirdir, küfürdür diye tekfir edivermesi de kendisi açısından en az öbürü kadar belâlı bir iştir, bir arızadır ve iki tür davranış da sahibini Allah’ın rızası yörüngesinden çıkaran tavırlardır.

Rasûlullah (sav)’in böyle davranma­dığını, böyle hareket etmediğini, yani bu iki gruptan da müstağni olduğunu bili­yoruz. Yani insanları tekfir etmekte ace­le davranmadı. Kâfir olduklarını kesin­kes bildiği halde onları tekfir etme yeri­ne, teslime, yani İslâm olmaya çağırıcı bir kişilik taşıdığını, inançlarıyla, tavırla­rıyla, hareketleriyle, tüm hayatı boyun­ca öyle olduğunu görüyoruz. Bu hali, kâfirlere de el uzatması, yani teslim olun; güzel bir şekilde tutulacak bir el uzatması, küfre puan veriyor, küfre prim veriyor mâna­sına gelmez. Küfürden İslâm’a çağırı­yor mânasına gelir idi, geliyordu. O bi­liyordu münafık da var, kafir de var; Ebu Cehil kâfir olarak öldü. Ubey b. Selul münafık idi. Dırâr’ı inşâ edenler, münafık idiler. Daha yeni yeni toplan­maya, bir toplum olmaya çalışan Müslümanları ayrı bir mescitle ikiye bölmek, daha yeni bir ümmet, bir topluluk olu­şurken olur mu? Bütün bunları biliyor ama biliyor olmasına rağmen, yine biliyor ki onların üzerine sert de gitse, örneğin mescitlerini de yaksa gelen vahyin ge­reği, bu sertlik, insanlardan ziyade dav­ranışlara karşı gösterilen, yani düşün­cenin yanlışlığına gösterilen bir genelle­me şeklinde tezahür ediyor. Ve o insanların da bulundukları halden vazgeçebilmeleri imkânını, fırsatını onlara ta­nıyan bir sertliktir. Yani gelemezsin, İs­lâm’a giremezsin artık veya bunca şeyi yaptın, senin hakkın yok demeye kimsenin hakkı yoktur peygamber dahil.

3. Soru: Tarihi incelediğimizde görmek­teyiz ki, ilâhi olarak sınırları belirlen­miş olan tevhîd ve şirk mensupları arasında, özellikle tevhid ehlinin içerisine düş­tüğü sapmalar ve verdiği tavizler yü­zünden akidevi benzerlikler, yakın­laşmalar yaşanmıştır. Bizler ise, Al­lah’a inandığını söyleyen ve bazı emirleri fert olarak yerine getirmeğe çalışan bir toplum içerisinde yaşa­maktayız.

Kur’an-ı Kerîm’deki “Andolsun onlara, gökleri ve yeri kim yarattı; gü­neşi ve ayı kim (sizin yararınıza çalış­mak için) boyun eğdirdi? desen, ‘Al­lah’ derler.” (Ankebut: 61); “Onlara, kim gökten suyu indirip de ölmüş olan yeri onunla diriltti? diye sorsan, ‘Allah’ derler…” (Ankebut: 63); Zümer: 38; Zuhruf: 9 ve bunlara benzer daha birçok âyet-i kerimelerden anlıyoruz ki, müşriklerde de -yetkileri sı­nırlı da olsa- bir Allah inancı var. Bu­nun yanı sıra, içerisinde yaşadığımız ve ‘cahil’ diye vasıflandırılan mevcut toplumu, tevhîd noktasından nasıl değerlendirmek gerektiği bilinme­mektedir. Öte yandan Saadet Asrı’ndan sonra müslümanlardaki itikaden sürekli bir bozulmaya doğru olan gidiş, son yıllarda yeniden asl’a dö­nüş sürecini yaşamaktadır.

Bütün bunların ışığında, müşrikle­rin Allah-ilâh-put anlayışları ile Müslümanların ve vahyin inzâline şahit olmuş sahabe nesli ile günümüz Müslümanlarının inançlarını mukaye­se eder misiniz? Ayrıca bizleri bekle­yen en büyük çağdaş tehlikeleri özel­likle göz önüne alarak, şahadeti bo­zan şeyler hakkında bilgi verir misi­niz?

3. Sorunuz bir bakıma tarihi süreç boyunca yaşana gelmiş bir olayın, Kur’an’ın açıklığa kavuşturduğu gibi ve o açıdan yeniden açıklığa kavuşturul­masını talep eden bir soru… Dikkat edi­lirse, İslâm’dan insanlar, tâ başından beri haberdar edile gelmiş, Allahu Teâlâ nerede bir kavim yaratmış ise, oraya o kavimden seçtiği peygamberlerle doğruyu, tevhid dinini bildirmiştir. Şayet herhangi bir kavme bildirmedi ise, onla­ra da sorgu söz konusu olmamak lâzım gelir. Zaten “Biz her kavme, ken­dinden, kendi diliyle konuşan peygam­berler gönderdik.” Meâlinde, bu konuda söylenen âyetler, verilen haberler oldu­ğunu biliyoruz. Meseleye baktığımızda, yani müşriklerin peygamberle fazla ihti­laflı olmalarının, yani Kureyş’in pey­gambere karşı fazlaca ihtilaf çıkarma­sının, görüntü olarak en önde gelen sebeplerinden birinin de, sen bizim halimiz­de bir bozukluk mu görüyorsun? Biz sapmış değiliz, biz sapıtmış değiliz, biz de Allah’ı biliyoruz, Yani sen ne söylü­yorsun? İlla bizimle hır çıkarmak mı maksadın? Yani sen bambaşka bir şey söylemiyorsun! Sen Allah diyorsun. Biz bilmiyor muyuz Allah’ı? Bilmediği­miz Allah’tan mı bahsediyorsun, sen ne demek istiyorsun gibi, onları hırçınlaştıran bir hal içerisinde görüyoruz. Bu da dikkatimizi çekiyor doğrusu.. Hakikaten Allah’ı hiç bilmeyen bir kavme söylüyor olmadığını Kur’an’dan da anlıyoruz, o günün bize intikal eden tarihi bilgile­rinden de. Eğer tâbir caiz ise, kendileri­ne göre müşrikler de müslümanlardı diyebiliriz. Kendilerine göre, kendi an­layışlarına göre. Nereleri kâfir, nereleri gâvur? Ne yaptılar, nasıl sapıttılar? Al­lah’ı mı bilmiyorlardı ki bu Muhammed çıktı da onlara bir şeyler söylüyor? Söyledik­leri şey ne? Allah’a çağırıyor.. Bilmiyor­lar mı onlar Allah’ı? İtirazlarının tonu bu dikkat ederseniz.

Buradan anlaşılıyor ve âyetler de ortaya koyuyor ki müşrikler de kendilerini Müslüman sayıyorlardı. Genel bir ifade olarak kullanırsak, ente­resan gelmesine rağmen, hakikaten Müslüman idiler, öyle sanıyorlardı yani. Hırçınlıkları biraz da bundan kaynakla­nıyor. Meselâ bizim bugün de karşılaştı­ğımız İslâm’dan hiç haberi olmayan biri­sine İslâm’ı anlatırken çok daha rahatsı­nız, o da, siz de. O, yabancısı olduğu müjdeyi dinliyordur, siz de iyi-kötü bildiğiniz, benimsediğiniz bir şeyi anlatıyorsunuzdur. Fakat İslâm’ı müslümanım diyene anlatmaya başladınız mı, gürül­tünün-patırtının boyutlarının alabildiği­ne genişlediğini görüyoruz. Neden? O da Müslüman; sen ne söylüyorsun? Tıpkı Peygamber’le Kureyş arasında çı­kan şiddetinde hır çıkıyor, gürültü çıkı­yor. Niye? O da kendini Müslüman sa­yıyor, o da Allah’a inanıyor. Öyle söylü­yor ya.. İşte yağmuru kim yağdırıyor de­sek, derler ki Allah, değil mi? Peki, o zaman fark ne? Yine âyetlerin açıkladıkla­rına bakarsak açıkça ortaya çıkıyor: Evet Allah’ı biliyorsunuz; Allah’ı biliyorlardı. Çünkü Allah inancını getiren bildi­ren sadece Muhammed aleyhisselam değil ki. İlki de değil, ortancası da değil. Bunu en son söyleyen bir Peygamber. Ta Adem aleyhisselamdan bu zamana Tevhid dini, İslâm dini yalnız Muhammed’le gönderilen din de­ğil. Tüm peygamberler tevhid dininin peygamberleri… Adını bildiğimiz, en az Kur’an’da geçtiği kadarıyla yirmi yedi-yirmi sekiz peygamber var. Bilmediği­miz de artık belli değil.

Öyle ise dert ne? Niye bu sıkıntı? Biliyorlar, daha ev­velki insanlar Allah inancından haber­darlar. Çünkü tevarüsen de birtakım şey­ler geliyor. Tevarüsen, miras içerisinde iyi de geliyor, kötü de geliyor. Derken Allah inancı da gelmiş. Ama zaman içe­risinde insanlar, vehimlerini dine so­karak, dinden vehmetmeleri sonucu bazı şeyleri çıkararak, öyle bir din, özel­likle öyle bir tevhid inancı, öyle bir Allah inancı meydana getiriyorlar ki, Allah ama âdeta yetkileri elinden alınmış ve­ya kulları ile uğraşmaya tenezzül et­mez, onlarla uğraşsın diye daha alt se­viyede Allah’lar tayin etmiş bir Allah… falan. Tabii ki Allah’ı böyle düşünebil­mek ancak vehimle mümkündür, ger­çekle alâkası yoktur. Yani Allahu Teala kuluna şah damarından daha yakın, ama bakarsınız bir düşünce Allah adına çıkar da, krallara, sultanlara, hüküm­darlara nasıl vasıtasız yanaşılamazsa, işte Allah da kainatın sultanı, kralı, O’na da yanaşılmaz. Dolayısıyla bir velî, O’nun dostu gerek.

Bu mantık bakımın­dan Kureyş’in müşrikleri ile tasavvuf ehli arasında hiçbir fark yoktur. Onlar da Al­lah’a yaklaşmak için bir vesile ittihaz ediyor, beriki de… Hem bu vesile, Alla­hu Tealâ’nın takdir ettiği vesile değil. Meselâ Allah’ı razı etmek için Kur’an’da vesileler bulun, arayın diyor. Meselâ bil­dirmiş, meçhul bırakmamış; işte fakire-düşküne yardım edin, yetimi görüp-gözetin. Allah yolunda iyilik etmek için, ihsanda bulunmak için vesileler arayın. Bu babtan, aynı frekansta vesileler bu­lun diyor. Meselâ Allah’ı razı etmek için iki meyhane daha açılsın diye çok para harcadım diye bir vesile olamaz. Niçin? O’nun razı olmadığı işler cümlesinden zikredilen bir işi vesile ittihaz edemezsi­niz. O gazabına vesiledir, rızasına değil. Dolayısıyla rızasına vesileler faslından ancak vesile arayabilirsiniz. Yani akra­bayı gördün, gözettin; ayrıca hiç tanı­madığın bir fakir çıktı. İşte ona da yar­dım et; işte vesile ara Allah yolunda harcamak için. Ona da yardım et, Ona da ihsanda bulun. Bu anlamda…

Şimdi müşrikler de dediğimiz gibi kendilerini Müslüman sayıyorlardı, teslim olmuş sayıyorlardı. Allah’ı biliyor, Allah’a inanı­yor sayıyorlardı, kendilerini. Ne var ki, Kâbe’ye doldurdukları, inandıklarını, ina­na geldiklerini, reddetmeyi asla düşün­mediklerini söyledikleri putlar Allah’la kendileri arasına o denli girmiş ki, Al­lah’ı onlara gösteremez olmuş. Yani sığınacak mı? Gidip puta kurban kesiyor. Yolculuğa mı çıkacak? Puttan başına dert gelmemesini istiyor. Yani bir bakı­ma hâşâ ve kellâ bütün yetkileri elinden alınmış, emekliye çıkarılmış bir kral gibi Allah’ın konumu. Fiilen, kendilerini, kâi­natı idare eden ise putlar. Tehlikelerden onları koruyan, rızıklarını getiren, işlerini düzelten, yürüten, eden…

Bugün de dikkat ederseniz şu üçler-yediler-kırklar anlayışı… Kâinat bir piramit gibi, alt ta­banı geniş, tepesinde tek kutub, gavsu’l-azam bilmem ne… uydurmaları so­nucu, sanki kâinatı bunlar yönetiyor. Eski Hind dinlerinden bir dinin akidesi bu. Kâinatı onlar yönetiyor insanların ecellerini bunlar tayin ediyor, rızıklarını bunlar takdir ediyor. Yani tamamen ay­nen.. Ancak bugünkülerin adı Hubel de­ğil, Lat değil, Menat değil falan.. Adı sa­nı gibi bazı şeyler hariç, işlev itibariyle o günkü kendini Müslüman sayan Kureyş’e nasıl Allah’ı göstermez olup, Al­lah’la kendi aralarını kapatırcasına her şeylerine hâkim olan hâle gelmişse put­lar, bugün de müslümanım diyen nice insan ki, özellikle tasavvuf ehliyim, tari­katçıyım bilmem neyim diyen şeyhinden müridine kadar hemen herkes, dindarlı­ğı o zannediyorlar. Çoğu bilmeyerek ya­pıyor, çok azı da bu işin farkında ancak bir çarktır, o çarkı çeviriyor. Yani rahat­lıkla, Allah bu aciz kula kadar inecek veya bu ne cür’etle, ne ukalalıkla Al­lah’a doğrudan muhatap olacak, Allah’a doğrudan yalvaracak?… Ancak işte şeyhinin yüzü-gözü hürmetine falan… Onun vasıtasıyla şeyhin eteğini tutarak, ondan istimdat ederek.. O bunların dilekçelerini toplayacak, Allah’a toptan bir dilekçe verecek özetle. Çünkü Allah’ın yanında O’nun iktidarını paylaşan var­lıklar âdeta, kavram olarak. Yani O’nun namına tasarrufta bulunuyorlar. Örne­ğin tasavvuf kitaplarına bakarsanız, rızıkları bölüştürmekten tutunuz da, ecel­leri tayin etmeye varıncaya kadar…

Risale-i Halidiye tercümesinden dergide yaptığımız iktibasta okumuş olmalısınız. Tasavvufun el kitabı olarak el’an da özellikle Nakşîler arasında yaygın bir şekilde kullanılıyor. Onda mürşidlerin müritlerinin ecelini, rızkını tayin yetkisi olduğundan bahsediyor. Nasıl köle es­ki Roma – Yunan hukukunda mal idiyse ve kölenin malı (malın malı) olamaz idiyse, bunun gibi müridin bütün malı, mülkü, evlad u ıyali -gene bahsettiğimiz kitaptan yaptığımız iktibasta dikkatlerini çekmiştir okuyucuların- tamamı şeyhin aslında, şeyhin zimmetine verilmiş, fa­kat zilyedliği yani intifaı müridde, iste­diği zaman şevh alabilir.

“Müşriklerde de -yetkileri sınırlı da olsa- bir Allah inancı var” şeklindeki ifadeniz, sonuçta durumun böyle oldu­ğunu; başlangıçta yavaş yavaş Allah’ın yerine başka şeyleri koymaya, Allah adına başka şeyleri koymaya, Allah adına başka şeyleri de O’nun yanında sevmekle başlıyor. O’nun gibi, O’nun sevgisinin, O’nun saygısının cinsinden bir sevgiyle sevmekle başlıyor. Sev, sev, sev, nitekim var örnekleri… Allah’ın elçisini seveceğiz diye onu, Allah’ın oğ­lu yapmış Hıristiyanlar, bu yüzden kâfir olmuşlar. Allah’ın elçisini seveceğiz di­ye Muhammed-Allah diyenler çıkmış. Allah’ın elçisinin damadını seveceğiz diye, ona Allah diyenler, ona peygam­ber diyenler çıkmış. Mâlum Gulat’tan Gurabiyye, Ali-ullahîler denen Cimcimîler çıkmış.

Yani bütün mesele Allah’ın ha­kikaten eşi bulunmadığı, O’nunla ilgili her şeyde kendini göstermeli. O’nun sevgisinin de eşi hiç bir şeye gösterilmemeli, O’na saygının eşi hiçbir şeye, hiç kimseye gösterilmemeli. O’na huşûun, O’na saygının, O’na kud­ret izafe etmenin… Çünkü (şirk) böyle giriyor. Nasıl bir vücuda mikrop, bir açık yer­den, ağızdan, burundan, ya da derideki bir çizikten, bir yarıktan, bir delikten gi­riyorsa, İslâm akidesini, tevhidi de bo­zan şey, bu tür çizikler, bu tür delikler, bu tür açıklıklardır. O açığı bulundurma­mak lazımdır. Yani Allah’ı nasıl seve­ceksiniz? Bir kere hiç kimseyi sevmeyi, O’nun sevgisiyle, O’nu sevmeyle bir tut­mamalısınız ki, kendinizi şirkten koruyasınız. O’nu nasıl sayacaksınız, O’nu na­sıl tazim edeceksiniz?

Dikkat edin, ken­dilerini bugün şirk içinde gördüğümüz veya dün de şirke düşmüş olanlar haki­katen Allah’a yakın diye, Allah’ı seviyor diye, sevmeye başladıklarına da Allah’a gösterdikleri prestiji göstere gelmeleri sonucu bugün sevgilerini, Allah’a gös­teremez, yalnız onlara gösterebilir hal­de kalmışlar ve baştan ayağa şirk içeri­sinde olagelmişlerdir. İnsanlara duyulan saygı, peygamber de olsa, hiçbir za­man Allah’a duyulanla eş olmamalı, eş tutulmamalı. Meselâ “Allah’a itaat edin, Rasul’e itaat edin” buyruluyor âyet-i kerimede. Ama Rasûlüne itaatte sual sorma hakkı var kulun. “Ya Rasûlallah, bu, ilerisine ya da gerisine gidemeyeceğimiz, Rabbimizden size vahyolunan emrin gereği mi, yoksa kendi dü­şünceniz mi?” Kendi görüşüyse tartışı­yor, konuşuyor, karşılıklı, öyle olmaz, böyle olur diyebiliyor. Rabbinden ise, amennâ! Rabbinden gelen için tartışma söz konusu olur mu? Onu tar­tışması söz konusu değil. Öyle ise, Al­lah’a itaat ile Rasûle itaat arasında bir fark var. İtaat aynı gibi görünmesine rağmen, şeksiz-şüphesiz, tereddütsüz bir itaat Allah’a söz konusu olduğu hal­de, Peygamber’e konuşarak (sorarak) itaat. Söyledi­ği Allah’tan ise, zaten o çıkıyor aradan. Yok Peygamber’in kendi görüşü ise, o zaman kendi fikrini söyleyebiliyor. Do­layısıyla ikisine itaat doz itibariyle de birbirine eşdeğerde değil. Ve “ulu’l-emri minkum” de hâzâ, öyle değil mi? Zira İslâm’da “Allah’a masiyette kula itaat yoktur” esastır.

Önemli olan, sahabe nesli ile günü­müz müslümanlarının inançları mesele­si değil, herkesin Kur’an tarafından istenenler kar­şısındaki durumudur. Sahabe mi şöyle, biz mi şöyleyiz mes’elesi değil.. Sahabe neye göre Müslüman oldu? Kur’an’a göre Müslüman oldu. Kur’an müslümanı oldu. Peygamber neyi ahlâk edinerek Müslüman oldu, neye teslim oldu? O da Kur’an’a teslim olarak Müslüman oldu.. O zaman ilk planda söylenmesi gereken şey, doğrudan Kur’an’a tebâiyyet, yani bizim Kur’an’a bağlılığımız, ba­kışımız ile onların bakışı.. Onlarınkini daha sağlıklı görüyoruz. Biz de o sağ­lıklılığa kavuşur isek, kavuşturur isek bakış açımızı, onların olabildiğini olma­mıza hiçbir engel yok. Zaten olmak is­tenilen şey de Peygamber olmak değil. Peygamberliğe gerek de kalmamış, bitmiş.. İstenilen şey, Peygamber değil, bir Müslüman olmak. Dolayısıyla, rahat­lıkla onlar gibi olunur. Yani Müslümanları birbirine kıyas etme yerine, Müslümanları Kur’an’la kıyas etmek… Onlar iyi miydi? Evet. Neden? Onlar Kur’an’ı gereği gibi anlıyor, gereklerine uyuyor idiler. Bu iyilikleri, Allah katındaki iyilik­leri, dünyadaki izzetleri Kur’an’ın izzetiyle izzetlenmiş olmalarından kaynaklanıyordu. Bizde o kadar izzet yok ise, biz o durumda değil isek, demek ki on­larda bulunan bizde yok. Gayet basit, sade; çetrefilli değil sorunun cevabı bence.

Ama bu sonucu elde etmek, ya­ni Kur’an’ı anlamak, hemen o kadar ba­sit mi, o kadar sade mi, yani bir defa okur okumaz hemen insanın içine ge­çer, gıda olur mu? Hiç bir şey böyle ol­maz, zamanla olur.. O gördüğümüz müslümanlar da hemen müslüman olmuş ve dört dörtlük oluvermiş değildi­ler. Zaman içerisinde; zaman zaman bi­liyorsunuz birtakım cahilî şeyler nükse­diyordu, tavırlar koyuyorlardı ortaya, yanlışlar yapıyorlardı. Hatta bir kısmı, aldı aldı, bilahare kustu tümünü. Gördük, bilahare çıkan olaylarda, Sıffîn ve bunu tâkip eden olaylarda, bu kusmala­rı, istifraları gördük. Bu itibarla onlarla bizim bir bakıma hiç bir farkımız yok. Bütün mesele, ilgi meselesi, ilgi farkı meselesi.

Ebu Bekir’in, Ömer b. Hattab’ın gös­terdiği ilgiyi sen de gösterirsen, akliyetin becerin kadar; Allah ne diye senden esirgesin ki… Belli bir zamanda doğan­lar imtiyazlı olur diye, fal bakıcıların itibar ettiği şeylerin İslâm’da yeri yoktur. Ne zaman yaşarsan yaşa, Allah’ı razı edebilen bir kul olma şansı, bahtı bana daima açık olmalı ki, Allahu Teâlâ ahirette hesap sorabilsin. Yoksa ben Muhammed’in gününde gelmedim. Ne ya­payım? Ben mi istedim de bugün gel­dim yani.. Bilakis ne zaman ne olursa olsun? Bütün mesele, ne zaman geldi­ğin, nerede yaşadığın, hangi kavimden olduğun, kimlerle tanıştığın, görüştü­ğün, hangi asrın insanı olduğun değil, neyin insanı olduğun; yani Rabbinin ku­lu mu, yoksa başka bir yolun yolcusu mu olup olmadığındır senin hakkında, insan hakkında sonucu belirleyen. Pey­gamberi görmedi diye kimseye eksik puan verilmeyecek. Çünkü görmek, gör­memek insanın kendi elinde değil ki.. Görmek de bir keramet değil. Gördüğü halde gümbür gümbür cehenneme gi­denlerle de doluydu etraf…

Önemli olan, Allah mademki hâkim-i mutlaktır, mademki kadir-i mutlaktır, mademki mükevvenatın hükmünü, dü­zenini, kaidesini O koymuştur, hükmün­de de O’nun ortağı yoktur; varlıkta ol­madığı gibi, bilmekte olmadığı gibi, âlimlikte olmadığı, işiticilikte olmadığı gibi. Meselâ hepimiz işitiyoruz, bize o özelliği vermiş; hayvan da işitici, insan da işitici. Ama hiç bir zaman Allah’ın Semi’ sıfatı boyutlarında, O’nunla ortalıkta, yani o mu, bu mu dedirtecek düzeyde değil işiticilik. Hüküm koyuculuk da öy­le. Yani O’nda bulunan vasıfların tü­münde hiç kimse, O’nunla yarışamaz, yarışması ya da yarıştırılması, rahatlıkla söylenebilir ki tevhide gölge düşürmek, tevhid dışına çıkmak demektir. Yani hü­küm koyuculukta Allah tam ve mutlak yetki sahibidir. Zaten koymuş da. Bunu gösteriyor da fiilen. Örneğin bir kısım koyduğu hükümler var. Zorunlu olarak eşya buna uyuyor. Meselâ güneşi, gü­neş sistemi içerisinde bir yere oturtmuş ve aya da bir yörünge, bir seyir yolu tayin etmiş, ay yolu. Dünya da o yolu ta­kip ediyor. Hem kendi etrafında, hem de belirli bir yörüngede.. Haydi çıksın bunun dışına, haydi çıkarın bakalım bunun dışına. Bir kısım da var, uyup uy­mamak konusunda insana ihtiyar, seç­me hakkı tanımış. Yani bir kısmı zorun­lu, bir kısmı da böyle, O da seçme hak­kı tanımış demek, cennet veya cehennemi kendin seç demektedir.

Yoksa se­nin de hüküm koyma hakkın var, yani bunu yapar isen, tabi bu senin hakkın olduğu anlamına gelen bir şey değil. Yaparsın, bırakmış seni bu şekilde, bu şekilde yaratmış. Yani bir insanın adam öldürebilmesi demek, Allah’a o bakım­dan benzemesi demek midir? Kesinlikle alâkası yok. Bir işverenin, işçiye maaş vermesi demek, işverenin de rızık veri­ci, Rezzak olduğunun mu emaresidir? Kesinlikle alâkası yok. Yani rızkı yaratıcı eşsizdir. Hiçbirimiz yaratmıyoruz, yok­tan var etmiyoruz. Dolayısıyla tabii ki adına çağdaş tehlike deyin -ki çağdaş falan da değil bence- yani her çağda aynı tehlike, aynı tehdit tevhid için varit olmuş, dolayısıyla çağdaş demenin bir anlamı yok. Her çağın derdi, sıkıntısı, rahatsızlığı sapıklık olarak var olagelmiştir. Bu asra mahsus değil ki.

4. Soru: Biliyoruz ki tevhîd, kendisini ka­bullenenlere belirli yükümlülükler ge­tirmektedir. Örneğin Kelime-i Şehadeti kavramak ve gereklerine göre ıs­rarla amel etmek; velâ’yı Allah’dan, Rasulü (s)’nden ve mü’minlerden başka kimseye vermemek; küfürden, şirkten uzaklaşmak, tevhidin temel gereklerindendir. Tevhidi kabul etmelerine; ettikleri­ni söylemelerine rağmen, amelleri çok farklılık arzeden günümüz müslümanlarına ışık tutacak mahiyette tev­hidin gereklerini (muktezasını) izah eder misiniz?

4. Bu dördüncü sorunuzla ilgili ola­rak, İktibas Dergisi’nde gerek ‘Kavram­lar’ gerek ‘Selam ile’ ana başlığını taşıyan kısımda, gerekse okuyuculardan gelen mektuplara verdiğimiz cevaplar­da, parça parça da olsa, müslümanların nasıl davranması gerektiği, küfürden – şirkten uzak durmanın, tevhidi koruma­nın, onu küfür ve şirke yaralatmamanın yollarından bahsetmeye çalışıyoruz. Genel olarak söylemek gerekir ise, ha­kikaten Allah’tan başka Allah yok de­mek, Allah’ın taşıdığını söylediği tüm sı­fatları -ki kendi sıfatlarını zikrediyor- o sıfatların O’nun dışında kimsede bulunmadığını kabullenmektir. Bunu böyle algılamak, Kur’an’ın da muktezâsıdır. Allah’a inanıyor olmanın da, Allah’tan başka ilah yok demenin de muktezasıdır. Nasıl ki şu elmadan başka elma yok, nasıl ki şu karpuzdan daha başka karpuz yok demenin anlamı, bu elma­nın üstüne yok, bu elma gibi elma yok anlamında bir ifade ise, Allah’tan baş­ka Allah yok demek de bu mânadadır.

Evet, Allah’tan başka Allah yok de­mek, Allah’da ne var ise vasıf olarak, hemen tüm vasıflarının O’nun dışında kimsede bulunmadığını kabul etmek; bunu da bu ifade ile söylemiş olmak, ik­rar etmiş olmak demektir. Bu itibarla, örneğin Allahu Teâlâ eliyorsa -ki diyor Kur’an’ı Kerîm’de- gaybı yalnız ben bili­rim, gaybı bilmek bana mahsustur, o takdirde bu vasfı, Allah’ın dışında bi­rine izafe etmek, birine atfetmek gaybı, da bilir, gaybtan o da bilir gibi; Al­lah’tan başka Allah yok demeye, demişliğe aykırı düşen bir ifadedir. Zira Al­lah’tan başka Allah yok demek, yukarı­da da belirttiğimiz gibi O’nda bulunan sıfatlar gibisi, başkasında yok de­mek anlamını da kapsıyor. Lafız olarak bunu söyler, sıfatları başkasında da gö­rür iseniz, lafzınız laftan ileriye gitmez ve kesinlikle tevhid söylediğinizi sandı­ğınız halde şirk ifade eder hal içinde olursunuz.

Tevhidi bozan şeyler üzerinde durur­ken, özellikle buna dikkat etmekte çok büyük önem var. Zira dikkat edilirse Kur’an’da zikredilen Allah’ın zâtı, sıfat­ları gibi hususların dışında, meselâ cen­net – cehennem gibi, melekler, kitaplar, başka peygamberler gibi konularda, öl­dükten sonra dirilme gibi konularda pek ihtilafın çıkmadığını, fazla ihtilafın bu­lunmadığını görüyoruz. Yani sapık dedi­ğiniz insanların birçoğunda bile. cen­net – cehenneme inanma, öldükten sonra dirilmeye inanma var. Ama daha ziyade sapıklıklar kendisini, Allah’ın zatıyla. sıfatlarıyla ilgili hususlarda, kâi­natın yaratılışıyla ilgili hususlarda Kur’an açıklamalarıyla iktifa etmeyip, başka felsefelerin, başka düşünce sis­temlerinin açıklamalarını, İslâm akidesi yerine ikame edenlerde gösteriyor. Ve hakikaten büyük sapıklıklara düşenlerin tümünü inceleyin, paranteze alınabilir beraberlikler bulursunuz. Bu paranteze giren müşterekin de Kur’an’ın, yaratılış ile ilgili, Allah’ın kendisi ile ilgili, sıfatları ile ilgili açıklamalarının ya dışına taşan­larda ya da açıklamalarla iktifa etme­yen, ya da onu eksiltip veya tümden kaldırıp yerine başka açıklamalar geti­renlerde bu sapıklıkların görüldüğünü görürsünüz.

Bu itibarla, tevhidi bozan şeyler olarak bilhassa bunlara dikkat çekmek ve her halükârda sakınıcılardan olmak, sa­kınanlardan olmak gerektiğine inanıyo­rum. Tabi bu husus üzerinde detaylı olarak çok uzun uzun durulabilir ama biz kısaca şimdilik bu kadar söyleyelim ve bu sözü kapatalım.

5. Soru: Tarih boyunca tevhîdi hâkim kıl­madaki metot farklılığının, Müslümanların vahdetini parçalamakla kal­mayıp, tekfire yol açmış olduğunu ve hatta kimilerinin tevhid sınırları dışı­na taşmalarına neden olduğunu bili­yoruz. İnsanımız halen, tevhidi nasıl yaşayacağını, insanlara nasıl götüre­ceğini; tevhidi götüreceği insanlar arasında ayırım yapıp yapmayacağını anlayabilmiş değildir.

Bu noktalardan hareketle, son ola­rak şu hususları sormak istiyoruz: Özellikte son yıllarda yoğun biçim­de gündemde tutulan tevhidde, sade­ce Kur’an göz önüne alınıyor gibi bir hal var.. Tevhîdi anlama ve yaşama noktasında Kitap yeterli midir, yoksa Sünnet de zaruri midir; ne ölçüde? Bir Müslüman fert ya da toplum, tevhidi hayatında nasıl gerçekleştire­cektir? Ayrıca tevhîdin, mü’minlerin vahdeti üzerindeki etkisi ne olmalı­dır?

Beşinci sorunuz da yine kapsamlı, önemli. Müslümanların dün olduğu gibi bugün de büyük sorunlarının, soru hali­ne getirilmiş şekli. Gerçekten tarih bo­yunca tevhidi hâkim kılmada kullanılan metot farklılığının, Müslümanların vah­detini parçalamakla kalmayıp, tekfire yol açmış olduğunu görememek müm­kün değil. Aslında düşünce ve metodun aynı cinsten olması zorunluluğu, metotta farklı bulunmamayı kaçınılmaz kılar­ken, metodun ne olduğunun gereğince tarif edilmemiş olmasından dolayı, belki üslûp ile karıştı­rılması, belki metodun düşüncenin cin­sinden olma gereğine gerektiği kadar önem verilmemiş bulunması gibi sebeplerle, sanki başka başka ideolojilerin metodu imişcesine birbirinden farklı metotların, gerek tevhidin yaygınlaştırılmasında, gerekse başka şeylerde kullanıldığını göre gelmişiz. Bu, tabii büyük bir nok­sanlık, Müslümanlar adına.. Bu konu, ge­reğince kavranılmaya çalışılmalı. Yani İslâm düşüncesi yeterince kavranılırsa, metodun ona bağlı olarak bağımlılığı, bağlılığı da o derece kendisini farzettirecektir kanaatimizce.

İnsanımız, tevhidin tebliğini, tevhidin açıklamasını götürürken, ne Kur’an’ı, ne de Sünnet’i göz önünde bulundurmadı­ğı, bulundurduğunu sandığı halde bu­lundurmadığı, belki cüz’i, yüzeysel, sat­hi bir şekilde Kitab’a ve Sünnet’e baktığı gerçeğine rağmen Kitab ve Sünnet’in tâ kendisini işliyormuş, kendisine göre amel ediyormuş gibi bir halet-i ruhiye içerisinde dilediğini tebliğin dışına çıka­rabiliyor, dilediğini mükerreren üstünde durdurabiliyor, dilediğini tekfir ettiriyor, dilediğini tevhide getirtiyor… Bu şekilde tamamen keyfi bir uygulama ile karşı karşıyayız.

Müslüman olanın, neyi tebliğ edece­ğini bilmesi gerektiği gibi, kime, nasıl, ne şekilde tebliğ edeceğini, tebliğ et­memesi gerekenlerin bulunup bulun­madığını da yine Tevhid Dininden öğ­renmesi gerektiği gerçeği ile karşı kar­şıyayız. Nitekim Kur’an’da Allahu Teâlâ, en genel ifade ile “Eyyuhen’n-nâs!” (Ey insanlar, en halk) dediği halde, bugün ya da zaman zaman tarihte Müslümanlar, bu hitabı sanki kendilerinin seç­me hakkı varmışçasına, diledikleri in­sanlara hasretmişler, onun dışına çıkar­mayı bir kıskançlıkla reddetmişler âde­ta. Bu büyük eksiklik, mutlak suret­te giderilmeli, Kitab’ın ve Sünnet’in bu konudaki işareti, gerçekten gerektiği gi­bi bilinmeli ve mucibince amel edilmelidir. Başka türlü Müslümanın (ne tebliğ eden, ne tebellüğ eden olarak) bir yere var­ması mümkün olamaz. Çünkü Allahu Teâlâ’nın, bütün insanlara bildirilmesini istediği şeyi, sizin belirli vasıfları taşıyan kişilere tahsis etmeniz, onların çerçeve­sinde bunu tutmanız, kesinlikle size hak olmayan, reva görülmemesi gereken bir şey iken, sizin onu kendinize reva görmeniz, elbette kendiniz açısından, yani böyle yapan açısından bir musibet olmak lazım gelir. Zira hakkı, hakkın te­meli olan tevhidi, kimseden saklamaya kimsenin hakkı yoktur, olamaz, tevhidi kabulden kimse kimseyi menedemez, bu mümkün olamaz.

Özellikle son yıllarda dinamik İslâm’ın, hayatı tümüyle kapsayan, ya­şanılan hayat halindeki İslâm’ın hiç de­ğilse düşünce düzeyinde gelişmeye, boy atmaya, insanların nezdinde kök salmaya, onların hayatlarını, kapsamı içine almaya başladığını biliyoruz. Fakat bu arada bazı sakatlıkların birlikte bulunduğunu da biliyoruz; hani bazı mahsulün iyi olurken diğer taraftan bir hastalığa da yaygın şekilde müptelâ oluşu gibi. Meselâ yalnız Kur’an’ın gö­z önüne, gerek tevhidin tebliğ ediliş tar­zı, gerekse tevhidin mahiyeti konusun­da, bunu anlama ve açıklama konusun­da yalnızca, yani tek başına Kur’an’ı Kerîm’in göz önünde tutuluyor bulunuşu ve tutuluyor temayülünün ağır basması­nın büyük bir yanlışlık olduğunu, büyük bir eksiklik olduğunu belirtmek gerekir. Zira Rasûlullah (sav) de elbette Kur’an’dan anladı İslâm’ı… Onsuz Kur’an anlaşılmaz mı? Anlaşılır ama, O’nun tasvibe mazhar olmuş anlayışı gibi anlaşılmaz.. Yani siz de anlarsınız, başkası da anlar. Ama aca­ba hangi anlayış daha sahih, daha sıh­hatli, yani anlasınlar için göndermiş ola­nı razı edici? İşte bu konuda bir tek id­dia sahibi olabilir, o da Rasûlullah (sav)’dir. Zira onun da anlayışı düzgün olmayabilir iken o düzgün olmamak ibka edilmez, mutlak surette tashih edilir, düzeltilir idi. İnsanların hiçbirinin ona nispetle bu konuda üstünlüğü değil, eşitliği bile söz konusu olamaz. Pey­gamberlerin avantajlarından biri de bu. Bu bakımdan peygambersiz İslâm, Sünnetsiz İslâm olmamalıdır, olmaz da… Neden? Tâbir yerindey­se Kur’an teori ise, sünnet, yani Rasû­lullah (sav)’in İslâm’ı yaşayış biçimi, şekli, anlayışı ve onu kuvveden fiile inti­kal ettirişi bir bakıma teorinin pratik, yani mücerret anlamdaki hükümlerin haya­ta geçiriliş biçimini, peygamberin sün­netinde görmekteyiz. Elbette bu konu­da Peygamber’den sonra gelenlerin de Peygamber’de bulunmayan hususlarda sünnetler ihdas etmesi söz konusu ola­caktır. Görülmeyen, bulunmayan hu­suslarda… Ama espri itibariyle Pey­gamber’in sünnetinden şaşmanın, ruh itibariyle, esas itibariyle, müslümanlıkla uzlaşır bir şey olabileceğini sanmıyoruz.

Yani peygamber alelâde bir haberci de­ğildir. Haberci var, bir mektup getirir elini­ze tutuşturur gider, mektubun içinde ne yazıyor, ne ediyor bilemez, ancak getir­diğini ve getireceğini bilir. Haberci var, biraz da malumatla gelir. Yine haberci var mektubun içindekini de bilir, ziyade­sini de bilir.. Şimdi elçiler ge­nellikle hem yazılı talimatla hem de o talimatı hazmetmiş tavır bütünlüğü ile gönderiliyorlar insanlara. Devletler ara­sında da bu böyledir dikkat edilirse. Hiçbir devlet, kendisini temsil yeteneğini taşımayanı kendisini temsil etmek üzere başka bir ülke nezdinde elçi tayin etmiyor. Elbette Allahu Teâlâ da mura­dını kullarına eriştiremeyecek, ulaştıramayacak birisini peygamber seçsin, el­çi seçsin, bunu düşünmek mümkün de­ğil.

O itibarla açıklanması, iyice açıklığa kavuşması açısından Kur’an’ın açıklayıcısı, -Kur’an kendisi açıklayıcı bir kitap olmasına rağmen onu da açıklayan- bir de insan cinsi bir elçi olması gerekir. Bu da Kur’an’ın kendisine gönderildiği kişi olacaktır. Bu bakımdan da Peygamber’i dışlamak mümkün olamaz. Bu, büyük bir yanlışlık, büyük bir eksikliktir. Bir, “olmazsa olmaz” eksikliğidir. Mutlaka tevhidi anlamada, yaşamada, kendi ya­şamına ve toplum yaşamına hâkim kıl­mada, tevhidin açıklayıcısı, bildi­ricisi, mübelliği olarak gönderilen Pey­gamber’in sünneti dediğimiz İslâmî ya­şam anlayış ve biçimini göz ardı etmek kabil değildir, olamaz da.

Belki bu konuda Kur’an yeterlidir di­yenlerin bile Kur’an’ı yeterince bilmiyor, düşünememiş olmasında, sünneti ihmal etmiş olmalarının da büyük payı bulun­mak lazımdır. Keşke anlasa idiler. Yani yalnız Kur’an bize yeter diyenlerin bu iddiaları, kanaatim o ki, Kur’an’dan ha­beri olmayanlar olmaları sebebiyledir. Sünnetten anlamayanlar, habersiz olan­lar olduğunu söylemek, çok da ters bir hüküm olmaz sanıyorum. Keşke Kur’an’ı gereği gibi anlamış olsa idiler. Anlamış olsa idiler, Kur’an’ın Sünnete olan atfını da anlamış olur idiler. Zira Al­lahu Teâlâ hiçbirimizi örnek göstermez­ken, O’nu ve ondan önce gönderilmiş, salihliğini, iyi kişiler oluşlarını Kur’an’ı şahit göstererek bize anlatıyor. Kur’an’la anlatıyor. Kur’an da gereği gi­bi anlaşılsa yine peygamberi dışlamak mümkün değil.

Bir Müslüman ferdin ya da toplumun tevhidi hayatında gerçekleştirmesi, mutlaka tevhidin kitabını gereği gibi an­lamak ve hayatına uyarlamaya çalış­makla mümkündür. Ve bunu parçala­nabilir, her parçası diğerinden ayrılabilir şeklinde görmek değil, biri diğerinden ayrılması mümkün olmayan bir bütünü oluşturan parçalar şeklinde anlamak ile mümkün olur. Bu anlaşılmadığı takdirde ise mü’minlerin vahdetini sağlamada tevhidin rolü bulunmaz veya asgari dü­zeyde olur. Bu sebeple tevhid ne kadar gerektiğince anlaşılır ise, Müslümanların vahdeti de o kadar gerçekleşme şansına sahiptir. Ben her şeye kâdir olarak Allah’ı bilir, sen her şeye kâdir falan adamı bilirsen, biz tevhid üzerinde değiliz ki, vahdet halinde olalım. Müm­kün müdür? Yani birleşmede, benim de, senin de, onun da kabul ettiği bir şey olacak. O ‘bir’ üzerinde’leşeceğiz’. Yani birleşeceğiz. Vahdet de bu­dur. Allahu Teâlâ’yı kabul ettik, yetmi­yor. Niye yetmiyor? O neyi nasıl kabul etmemiz gerektiğine dair tafsilat da bil­diriyor. Vasıflarının kendisinden başka­sında görülmemesi gerektiğini bildiriyor. Dolayısıyla O, neye nasıl inanmamız; inançlarımızın gereklerinin de nasıl ol­duğu hususunda bize Kur’an’da açık açık neler buyuruyorsa, o şekli ile itikad etmemiz, itikadlarımızın o şekliyle gere­ğini yerine getirmemiz halinde tevhid üzerinde olmamız mümkündür. Ferden ferdâ tevhid üzerinde olmaya çalışmak, cemaat olarak, tevhid üzerinde bulunma­nın, vazgeçilmez bulunma yoluna er­menin, o yolda kesifleşmenin vazgeçil­mez yolu olmalıdır.

Tevhidin yalnız başına gereklerini göz önünde bulundurmaz iseniz, -esas gereklerini- yalnız başına müslümanları vahdet halinde bulundurmayı sağlayıcı olmadığını da söylemek, belirtmek iste­rim. Meselâ bugün İran vahdetin üze­rinde, tevhidin üzerinde ısrarla durdu­ğunu inkılapçı müslümanlarıyla dünya­ya duyurmuş, inkılabî idaresiyle de uy­gulamasını yaptığını söylüyor. Bütün dünyaya bunu seslendiriyor. Ama tevhi­din gereklerini yerine getirme konuşun­da gereken hassasiyetin, Müslüman ol­mak açısından ziyade, Şia olmak, ya da Sünniler açısından düşünürsek Sünni olmak açısından ele alınması ve mezhebe ağırlık verilmesi halinde tevhidin vahdeti gerçekleştiricilikten ne kadar uzaklaştığını hemen görüvermemek için hiçbir sebep yok. Gayet rahat görülür! Yani mezhebi görüşünüzü -mezhebinizin görüşü anlamında söylüyorum- dininiz­den önde tutar iseniz, ister Şia olun, is­ter Sünni olun, mümkün değil, vahdet halinde olasınız. Çünkü mezheplerin birbirinden farkı meydanda iken, din bir­den fazla değil ki İslâm olarak, birbiriyle cedelleşme halinde, yarış halinde bulunsun. Din, İslâm dini. O sebeple biz inanıyoruz ki, -bu, mezhebi reddetme anlamında değil, öyle anlamayalım; sat­hi bakımdan bunları söylüyorum- kesin­kes Allahu Teâlâ’nın peygamberlerine vahyettiği dinden olmaya bakmalı in­san, yani İslâm dininden… Onun şu mezhebinden, bu mezhebinden olmaya değil. Herhangi bir mezhebine göre amel edebilir. Ama bilmeli ki, bu iş yani mezhep işi arkada, din işi önde gelmeli. Gelmediği takdirde vahdet halinde ol­mayı beklemek müslümanlar için ancak garabet olur, gariplik olur, yani mümkün olmaz. 

(Tevhid Üzerine, Soruşturma-1, Sor Yayıncılık, 1. Baskı, Ankara-1987, s. 107-154)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *