Diktatörlük

Diktatörlük, Latince dikte kökünden dikte eden kişi ya da grubun yani diktatörün yönetimi anlamında bir siyasi rejimin adıdır. Dikte kelimesinin sözlük anlamı “bir başkasına o anda söyleyerek yazdırma, yazdırım” demektir.

Diktatörlüğün tarihsel arka planı M.Ö. dördüncü yüzyıla dayanmaktadır. Bu dönemde Roma’da bugün bildiğimizden farklı bir diktatörlük anlayışı vardı. Roma Cumhuriyeti senato tarafından atanan konsüllerce yönetilmekteydi. Savaş ve iç karışıklık gibi olağanüstü haller oluştuğunda senato konsüllerden birini 6 aylık bir süre için diktatör olarak seçer ve bu süre zarfında son derece güçlü bir yönetici olarak ülke diktatör tarafından yönetilirdi. Özel durumun ortadan kalkması ile de diktatör yönetimine son verilir ve yeniden hükümet kurulurdu. Burada belirtilmesi gereken önemli bir husus diktatörlerin sınırsız güç ve yetki ile donatılmadıklarıdır. Ayrıca yönetimleri esnasında yaptıklarından da tamamen sorgulanamaz değildirler.

Günümüzde diktatör denilen kişi ya da gruplar elbette yukarıdaki tarihsel diktatör tanımından oldukça farklıdır. Zira günümüzdeki diktatörlerin temel özellikleri kesinlikle herhangi bir anayasal ya da yasal düzenleme ile sınırlı olmamaları, gücü babadan oğula ya da herhangi bir miras yöntemi ile değil seçimle ya da zorla ele geçirmiş olmaları ve iktidarı elde ettikten sonra son derece despotça bir yönetim sergilemeleridir. Krallar ve padişahlar tahtlarını miras yoluyla elde ettikleri için diktatör sayılmazlar.

Günümüz diktatörleri genelde mevcut hukuki yapıyı tanımaz ve radikal değişikliklere giderler. Anayasayı kısmen ya da tamamen iptal eder veya askıya alır, yasama yetkisini tümüyle ellerine alırlar. İstedikleri yasaları ya bizzat dikte eder ya da göstermelik kurumlar aracılığıyla hayata geçirirler. Böylece ülkelerini istedikleri gibi yönetir, muhalefete hiçbir biçimde müsaade etmezler.

Diktatörler iktidarı zorla ya da seçimle elde edebilirler. Onları diktatör yapan, iktidarı nasıl ele geçirdikleri değil, nasıl ellerinde tuttuklarıdır. Örneğin en iyi bilinen diktatörlerden Almanya’da Adolf Hitler iktidarı seçim yoluyla elde etmişken Libya’da Muammer Kaddafi ve onun özentisi olan pek çok Afrikalı diktatör askeri yollarla hedefe ulaşmıştır. Ancak her iki tip diktatör de diğer benzerleri gibi ülkelerini demir yumrukla ve tamamen kendi istek ve idealleri doğrultusunda yönetmişlerdi.

Diktatörleri diktatör yapan en temel husus iktidarı ele geçirdikten sonra bir şekilde hesap sorulması mümkün olmayan, denetlenemeyen ve ülkesi, halkı için neyin iyi veya kötü olduğuna kendisi karar veren bir yönetim sergilemeleridir.

Diktatörler genelde nasıl gelirlerse öyle giderler. Kanlı askeri ya da sivil darbeler diktatörlerin iş başına gelmeleri için ideal araçlardır. Yasama, yürütme ve yargı kurumları tamamen kontrolleri altına girer. Ancak günleri dolduğunda ya geldikleri gibi darbe ve şiddetle görevden uzaklaştırılırlar ya da ülkelerinden kaçarak canlarını zor kurtarırlar.

Diktatörler genellikle tek kişi olarak düşünülse de zaman zaman belirli bir grup ya da parti de ülkeyi diktatörlükle idare edebilir. Burada önemli olan, kişi sayısı değil, iktidar sahiplerinin iktidarlarını sorgulanamaz bir biçimde devam ettirmeleridir.

Diktatörler kendi iktidarlarını sağlamlaştırabilmek için olası bir halk isyanının çekirdeğini oluşturabilecek her türlü muhalefetin başını şiddetle ezme konusunda uzmandırlar. Bir yandan bu konuda şiddetin her türlüsünü en acımasız bir şekilde kullanırken, diğer yandan halkın da bu muhalifler hakkında vatan hainliği fikrini benimsemeleri için ellerinden gelen her türlü propaganda aracını kullanarak, uyguladıkları şiddetin hainlerle veya dış güçlerin işbirlikçileriyle mücadele ediyormuş izlenimi verilerek meşru bir zemine oturmasını sağlamaya çalışırlar. Şiddet uygulamak için ille de bir tehdit olması da gerekmez. Çoğu zaman tebaalarını korku ile kontrol altına almak için akla hayale gelmeyecek yöntemler ile toplum üzerinde terör estirirler.

Diktatörlük sık sık despotizm, totalitarizm, tiranlık gibi benzer bazı kavramlarla karıştırılmaktadır. Evet, bu kavramlar anlamca birbirine benzemekle birlikte aslında aynı şey değildirler. Örneğin diktatörlük gücün kimin elinde ve nasıl kullanıldığını izah ederken, totalitarizm devletin toplum hayatının her alanına nüfuz etmesini kastetmektedir. Kendisini demokratik olarak adlandıran bir rejim bile zaman zaman totaliter bir karaktere bürünebilir. Hatta bugünkü çoğu demokratik rejimin totaliter olduğu iddia edilebilir. Zira hayatın her alanına müdahale ederek düzenleme gayreti açıkça görülebilir.

Batı düşünce sistemi içerisinde diktatörlüğün karşıtı demokrasi olarak sunulur. Diktatörlük bir kişi ya da grubun keyfi idaresi, istediklerini uygulayabildikleri bir yönetim biçimi olarak tarif edilirken, demokrasi insanların katılımı ile oluşan ve kararların alınmasında çoğunluğun etken olduğu bir rejim olarak ortaya konur. Pek tabii ki Batı, demokrasiyi bugüne kadar geliştirilmiş en iyi yönetim biçimi olarak uygular ve sunar. İnsan hak ve hürriyetleri gibi kendilerinden başkası için akıllarına bile getirmeyi düşünmedikleri kavramları dünyanın geri kalanına pazarlayarak üstünlük sağlamayı hedeflerler. Aslında demokrasi, dünya halklarına söylenmiş en büyük yalandır desek yanılmış olmayız.

Yirminci yüzyıl diktatörlüklerin bolca görüldüğü bir dönem olmuştur. Ne acıdır ki halkları Müslüman coğrafyalarda da pek çok diktatör hüküm sürmüş ve sürmeye de devam etmektedir. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun Müslüman halkları aralarından çıkmış zalim yöneticiler tarafından üstelik ikiyüzlü Batı’nın açık desteğiyle onlarca yıl yönetilmişlerdir. Batı bu yöneticileri görünürde eleştirse de, Müslüman halkları yine bu yöneticiler marifetiyle kontrol altında tutabilmek için gizli-aşikar bunlara destek vermiştir. Batı’nın en büyük korkusu bu yöneticilerin alternatifi olarak geleceğini düşündüğü İslamî yönetimler olmuştur. Batı iyi bilmektedir ki kendisine meydan okuyacak güce sahip en önemli kaynak İslam’dır. Bunun içindir ki bu zalimleri, Müslüman halklar üzerinde yönetime gelirken de, iktidarlarını kanla sürdürürken de desteklemişlerdir.

Şimdilerde özellikle Türkiye örnek gösterilerek bu diktatörlükler tek tek yıkılmakta ve yerlerine yegâne alternatifi gibi gösterilen demokratik yönetimler ikame edilmeye çalışılmaktadır.

Müslümanların aklına İslamî yönetim fikri gelmesin diye de olanca gayretleriyle İslamî bir devlet modelinin olmadığı, İslam’ın aslında bir ahlaki öğretiden ibaret olduğu vurgusu yapılarak ve hatta Müslüman kisvesi altında bu emellerine destek olacak yerli işbirlikçileri üzerinden Ilımlı İslam projelerini yürürlüğe koyarak hedeflerine ulaşmaya çalışmaktadırlar. Müslümanların İslam’ı gerektiği gibi kavrayamamış olmaları da onların bu emellerine ulaşmaları için gerekli zemini hazırlamaktadır maalesef.

Müslümanların siyasi olarak karşı karşıya oldukları iki temel tez bulunmaktadır bugünlerde.

Bunlardan ilki, İslam’ın bir devlet modeli benimsemediği, Hazreti Muhammed’in (s.a.v.) kurduğu devletin dahi aslında böyle bir temel üzerine kurulmadığı tezidir. İkincisi ise eğer bir İslamî devlet modeli varsa bile, bunun da Halife tarafından yönetilen bir tür diktatörlük olacağı iddiasıdır. Her ne kadar birinci tez Müslümanların karşı karşıya oldukları temel tehditse de, konumuz itibarıyla ikinci tez üzerinde kısaca da olsa durulmalıdır. Gerçekten İslamî bir rejim diktatörlük rejimi midir yoksa bunun tam tersine, belirli bir kişi ya da grubun sınırsız güç ve yetkiye sahip olmadıkları ve toplumu belirli bir değer sistemine uygun olarak idare etmek zorunda oldukları bir sistem midir?

İslam ve diktatörlük kelimeleri asla bir arada anılamayacak iki kavramdır aslında. Öncelikle belirtmeliyiz ki İslam Devleti diye bir şey vardır. Müslüman bir halkın özünde tamamen İslamî esaslara dayalı olarak tâbî oldukları bir yönetim şekli yani rejim mevcuttur. Her ne kadar günümüzde bu konuda somut bir örnek tam olarak verilemiyorsa da bu, durumu değiştirmez. Burada İslamî Devlet modelinin detaylarına girecek değiliz ancak özü itibarıyla temel noktaları ortaya koyarak İslamî yönetimin hiçbir şekilde diktatörlükle uzaktan yakından bir alakasının olmadığını vurgulayacağız.

İslam, Allah’ın kulları için seçmiş olduğu ve kemale erdirdiğini belirttiği dinin adıdır.

Kur’an’da ve Peygamberin sünnetinde açıkça ortaya konduğu üzere İslam Müslüman’ın hayatının her alanını düzenlemektedir. Kul olarak insanın üzerine düşen yaşamının her safhasında, attığı her adımda Allah rızasını gözeterek hareket etmesidir. Dolayısıyla insan ve içinde yaşadığı toplumun işlerini düzene koyan devlet mekanizmasını düzenlemeyen bir İslam’ı düşünmek bile abestir.

İslam Devleti’nin yönetimi, bizzat Hazreti Muhammed (s.a.v.) tarafından örneklendiği üzere tamamen Kur’an’ın öngördüğü esaslara göredir. Zulme karşılık adaletin tesisi için çalışır. İnsanlar arasında münkeri engelleyen, maruf ile emreden, uygulayandır. Toplumun gayr-i müslim unsurları için dahi en iyi yönetim biçimidir. Zira insanlar toplumun fesada uğramayacağı bir vasatta hayatlarını sürerler. Adalet, inansın inanmasın, herkes için uygulanır.

Siyasi rejimleri birbirinden ayıran başlıca nokta toplum hayatını düzene koyan anayasa, yasalar ve diğer tüm yasal düzenlemelerin kaynağında neyin esas alındığıdır. Demokrasilerde çoğunluğun heva ve hevesinin ifadesi olan Meclis, egemenliğin yegâne kaynağı olarak tüm yasaların buna göre oluşması sağlanırken, İslamî devlet düzeninde temel kaynak vahiydir. Diktatörlüklerde ise diktatörün toplum için öngördüğü doğrudur, güzeldir ve tartışılmazdır. Bu nokta İslamî sistem ile diğer tüm sistemler arasındaki temel farkı ortaya koyar.

İslamî düzende şûra ile birlikte devlet ve toplum işlerini danışarak yöneten bir emirül müminin vardır. Ancak ümmetin emiri olan kişi ve devletin yönetim kademesi hatta Meclis dahi bu yönetim işlerini icra ederken, yasama hizmetini ifa ederken ve yargı sistemi bu yasalar çerçevesinde adaleti tesis ederken sadece ve sadece Allah’a kulluk bilinci içinde, O’nun hükmünün hâkimiyetini sağlayacak biçimde uygulamada bulunurlar.

Hiçbir fert ya da grup Allah’ın açık hükümlerine rağmen başkaca kurallar koyamaz, İslam toplumlarındaki meclisler de bu tür bir yasama faaliyeti yürütemez. Nasıl ki bugün hiçbir yasa, kararname, tüzük ve yönetmelik mevcut anayasaya aykırılık teşkil edemiyorsa, İslam devletinde de hiçbir hüküm Kur’an’a rağmenlik özelliği taşıyamaz. Burada Kur’an’ın Müslümanların anayasası olduğu gibi bir iddiayı dile getirmiyoruz, zaten öyle de değildir. Eğer İslam toplumunun bir anayasası olacaksa bu da vahye aykırı bir hüküm içeremez. Kısaca özetlemek gerekirse, emirül müminin bile Allah’a masiyet emredemez ve Kur’an’a aykırı davranamaz. Davranması durumunda ise Müslümanların kendisine verdikleri biat geçersiz kalır ve derhal görevden alınarak yerine Kur’an’a göre yönetecek başkası getirilir. Kur’an Allah’ın hükümleri ile hükmetmeyenleri zalimler olarak niteler. Hiçbir zalimin de İslam toplumu üzerinde hüküm sürmesinin hoş karşılanması beklenemez.

Diktatörlük zalimliğin açık örneklerinden biridir. Kendisini insanların geriye kalanından üstün gören, bunun sonucu olarak da yönetimin doğal hakkı olduğunu düşünen diktatörler, bu durumun değişmesi sonucunu doğuracak her türlü kişi, grup ve girişime karşı son derece acımasızca saldırırlar. Kendisini dünyanın geri kalanından zeki zanneden, dolayısıyla da toplum ve ülke için neyin en iyisi olduğuna karar verenler ne akılla ne de vicdanla bağdaşırlar.

Allah böylesi zalimlerin ebedi ikametgâhının cehennem olacağını buyuruyor.

(İktibas, aralık 2011, sayı 396)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *