Bekleyen Müslümanlara…

Bekleyen Müslümanlara…

Bazılarının “Hak”, bazılarının “Adalet”, bazılarının “İs­lam” dedikleri bu mübarek tren kutsal yükü ile gelecek ve onları kurtaracaktı!.

“Kaç gündür yolda olduğunu unutmuştu.

Bitkin bir durumda olmasına rağmen, çok halsiz kal­masına rağmen, uykusuz olmasına rağmen, ayaklarını zor­la sürümesine rağmen durmak ve durdurulmak istemiyor­du. Çünkü trene yetişecekti. Çünkü trene yetişmesi lazımdı. Çünkü kutlu ve mübarek trene binmesi ve bu atmosferden, bu zulümden, bu çirkeften kurtulması gerekti.

Tren düşüncesi aklına gelince tozlu topraklı yüzü tek­rar aydınlandı. Ayaklar tekrar çırpındı koşturmak için. Elindeki tesbihin her tanesini çekerken “Yetişmeliyim, yetişmeliyim, yetişmeliyim..” diyordu. Otları, ağaçlan, taşlan soğuk nefesiyle okşayan rüzgârın uğultusunda sanki tren düdüğünü duyuyor ve bu endişeyle, bu korkuyla daha hızlı, çok daha hızlı gitmek istiyordu.

İstasyonu gördüğü zaman bütün yorgunluğunu unut­muştu. Mekke’ye giden hacıların Kâbe’yi görünce nasıl heyecanlandıklarını, nasıl sevindiklerini yaşarcasına hissetti.

Yetişmişti, yetişmişti işte!..

Besmeleyle ve bildiği duaları okuyarak girdi içeriye. Bekleme salonuna girince şaşkınlığı bir kat daha arttı. Muhteşem bir bekleme salonuydu bu. Lokantalar, marketler,   kafeteryalar,   yayınevleri, kasetçiler,  videocular  ve daha neler neler serpilmişti etrafa. Mescitlerin yanında ce­naze levazımatçısı dahi vardı. Hayretle bakındı etrafına ve hoşlanmıştı bu gördüklerinden.

“Maşallah her şey var!,11 dedi kendi kendine.

Bekleme salonundaki kalabalık, trenin henüz gelme­diğini gösteriyordu. Bekleme salonundaki kalabalığa göz gezdirdi. Birçok tanıdık sima, birçok tanıdık isimle karşılaş­tı burada. Sözü dinlenir, yazısı okunur yazarlar ve konuş­macılar hep buradaydı. Müftüler, vaizler, hoca efendiler hep buradaydı. İnsanlar birbirlerinin etrafında toplanmış­lar, birbirlerini dinliyorlardı.

Bir kısmı kitap okuyor,

bir kısmı kaset dinliyor,

bir kısmı video seyrediyor,

bir kısmı yemek yiyor,

bir kısmı çay içiyor,

bir kısmı uyuyor,

bir kısmı hastalanıyor,

bir kısmı ölüyor,

bir kısmını imamlar defnederken, bir kısmını analar yeniden doğuruyordu.

Sanki başlı başına bir dünyaydı bu bekleme salonu!. İnsanların yaşadıkları ve insanların öldükleri bir dünya!..

Seçim sandıklarının içinden konuşan, gerçek yüzleri ve gerçek kimlikleri belli olmayan politikacılar, sandıktan çıkmak ve bekleme salonunda iktidara gelmek istiyorlardı. Belli başlı vaadleri, tren tarifelerinde yapacakları ucuzluk­tu. Şayet onlar iktidar olursa, henüz gelmeyen trenin bilet­leri daha ucuza satılabilecek ve herkese emzikli iki anah­tarlık verilecekti.

Yorgun olmasına rağmen henüz oturmamıştı.

Etrafı gezmeye devam ediyor ve karşılaştığı müslümanlarla selamlaşıp,                                         selamlaştığı müslümanlarla kucaklaşıyordu. Sonra bir grup müslümanla bekleme salonunun yumuşak koltuklarına oturdular. Konuşmaya, sohbet etmeye başladılar, Muhteşem bekleme salonuna tekrar göz gezdi­rerek bu salonu kimin yaptırdığını sordu. Fakat verilen ce­vaplar birbirine karışmıştı. “Devlet mi, Diyanet mi, Faysal mı, Rabıta mı..” dediler pek anlayamadı. “Belki de hepsi­nin bir katkısı vardır!” diye düşündü. Bu kuruluşlar hakkın­da duyduğu menfi haberleri uzaklaştırmak istedi zihninden.

Duyduğuna mı inanacaktı, yoksa gördüğüne mi?

Adamların yaptıkları meydandaydı işte!.

İnsanların, özellikle müslümanların nankörlük yapma­maları gerekirdi. Adamcağızlar bunu yapmasalar bunca in­san nerede bekleyecekti? Yağmurdan, soğuktan nasıl ko­runacaklar ve çeşitli ihtiyaçlarım nasıl karşılayacaklardı? Söz konusu kuruluşların yaptıklarını tekrar gözden geçire­rek onları şükran duygularıyla yad etmek istedi.

Çaylar birbiri arkasına geliyor ve sohbetler koyulaşıyordu. Mevcut ortamdan şikâyet eden, nefret eden gözler, söz trene geldiği zaman umudla parlıyor, parıldıyordu. Herkes bu treni bekliyor ve herkes bu trenle umudlanıyordu.

Bazılarının “Hak”, bazılarının “Adalet”, bazılarının “İs­lam” dedikleri bu mübarek tren kutsal yükü ile gelecek ve onları kurtaracaktı!.

Sohbeti dinlerken, sohbete katılırken bir kulağı hep trendeydi. Ufacık bohçası elinin altında hazır duruyor ve tren düdüğünü du­yar duymaz kalkmaya hazır bir vaziyette bekliyordu. Sohbet uzamasına ve hayli vakit geçmesine rağmen henüz tren gelmemişti. Sanki bir suç işliyormuş gibi usulca sordu etrafındakilere.

Tren ne zaman gelecek? Bütün gözler kendisine çevrilmişti!

Sanki imanından kuşku duyulan bir müslüman duru­muna düşmüştü. Sözü dinlenir kişiler, iman esaslarından bahsediyor gibi kendilerinden emin bir sesle konuşmaya başladılar.,

Az kaldı kardeşim, sakın endişelenme!

Gelecek elbet, gelecek. Bunca insan boşuna mı bekliyor?

Neden sordunuz ki, yoksa kuşkunuz mu var?

Tabi ki kuşkusu yoktu!. Burası istasyon olduğuna göre tren elbette ki gelecekti. Ne var ki beklemekten ve bitmeyen sohbetlerden sıkılmaya başlamıştı. Treni yolda görme umuduyla bekleme salonundan dışarıya çıktı.

Dışarıda kimsecikler yoktur.

Tabi ki bunu da pek yadırgamadı. Rahat ve geniş olan bekleme salonundan neden dışarıya çıksınlar ve ne­den üşüsünler, neden üşütsünler ki!.

Trenin hangi taraftan geleceğini anlayabilmek için demiryolunu ve levhaları aradı gözleri. Bekleme salonunun dört bir yanını dolaşmasına rağmen ne demiryoluyla, ne de levhalarla karşılaşmıştı. Her taraf otluk, her taraf taşlıktı!. Bir daha, bir daha dolaştı.

Fakat yoktu, yoktu aradıkları!..

Ameliyatta iki bacağı birden kesilen ve bu durumdan habersiz olarak kendisine gelen hastanın duyduğu dehşeti yaşadı.

Ayakları yoktu!

Yürüyeceği, koşacağı ve istediği yere gidebileceği ayakları yoktu!. Ayaklarını arayan gözleri, ayak boşluklarına takılıp kalmıştı!.

Evet, yoktu, raylar yoktu!

Raylar döşenmemişti!

Kutsal treni omuzlayacak, sırtında taşıyacak raylar yoktu. Yol yoktu, yöntem yoktu, yoktu olması gereken şeyler, yoktu!..

Peki tren nasıl gelecekti?

Nereden gelecekti? Kim getirecekti? Nasıl getirecek­ti?

Beynini hedef tahtasına çeviren sorular, beynini delik deşik yapmıştı sanki. Beynine ve benliğine saplanan bütün sorular, sadece tek bir cevap ile kucaklaşıyordu. Duymak istemediği, yalanlamak ve uzaklaşmak istediği bu cevap, korkunç bir salgın gibi her tarafını kuşatıyor ve her tarafını ateşleyen bir haykırışla onda yankılanıyordu.,

Tren gelmeyecek, tren gelmez, gelmez bu tren..

Evet,

bu istasyona tren gelmezdi!. Yolların belirlenmediği, yolların açılmadığı bu istasyona tren gelmezdi.

Ağlamaya başlamıştı.

Uzun bir sürede beslediği, büyüttüğü bütün umudlar gözyaşlarıyla ayrılıyordu kendisinden. “Durun, gitmeyin, beni terk etmeyin demiyordu, diyemiyordu. Hak etmediği bütün umudları gönderdi kendisinden, bütün umudlarından ayrıldı.

Ekmeden biçmek istemişti!.

Başkalarının açacağı yoldan bir tren beklemişti. Her­kes aynı beklenti içindeydi. Herkes başkalarının açacağı yoldan trenin geleceğini umud ediyor ve bu trenle kurtul­mak istiyordu.

Oysa başkaları yoktu!.

Kendisinden ve kendisi gibilerden başkaları yoktu. El­leriyle işaret edecekleri ve “İşte bunlar yapacaklar, bunlar edecekler..” diyecekleri başkaları yoktu. Fakat herkes baş­kalarından bekliyor ve başkalarından umudlanıyordu.

Ama o, o anlamıştı artık!.

Kendisinin olmadığı bir yerde başkalarının olmadığı­nı, başkalarının olamayacağını anlamıştı. Kendisinden umudu yok ise başkalarından umudlanmaya hakkı olmadı­ğını çok iyi anlamıştı.

Bekleme salonundan yükselen sesler ile kendisine geldi. Gelmesi beklenen tren üzerine, gelmesi beklenen sevgili üzerine ilahiler okunuyor, marşlar söyleniyordu. Boş ve boşalmış gözlerle bekleme salonuna tekrar baktı. Bekleme salonundaki insanların duyduğu umudlardan çok uzaklaşmıştı artık. Bilet veznelerinin önündeki kuyruğa ve bu kuyrukta umudla bekleyen insanlara bilet satan tüccar­lara öfkeyle baktı.

Gelmeyecek trenin biletini satıyorlardı!.

İnsanları gerçekleşmez vaadlerle aldatıyorlar ve aldat­tıkları insanları sömürüyorlardı. Trenin gümüş üzerine se­def kakmalı maketi duvarlarda asılıydı. Trenin resimleri, maketleri gösteriliyor, isteyene birinci mevki, isteyene ikin­ci mevki bilet kesiliyordu.

Şimdiye kadar duymadığı, hissetmediği duygular içer­isinde bekleme salonuna girdi. Bilmem kaç yıldır umudla yazdığı dergileri, kitabları özenle yere bırakarak bunlar üzerinde biraz yükseldi. Kendisine bakan ve bakmayan bü­tün insanları işaret ederek olanca gücüyle bağırdı:

Beklediğiniz tren gelmeezz!.

Duvardaki tren maketini göstererek bir şeyler anlatan­lar, anlatılanları dinleyenler, gerçekleşmez umudlarla biletleri alanlar, gerçekleşen umudlarla biletleri satanlar duymuşlardı bu sesi,

Bekleme salonundaki insanların itikadını zedeleyen bir sesti bu!.

İtikadı zedeleyen, umudları sarsan bir sesti. Bir uğul­tu, bir homurtu yükseldi bekleme salonundan. Bu sesi duyanlar, bu sesten rahatsız olanlar, sesin geldiği tarafa yö­neldiler. Sözü dinlenir itibarlı kimseler, “Beklediğiniz gelmez” diye tekrar tekrar bağıran adamın üzerine gitmiş­ler ve adamı tekmelemeye, tartaklamaya başlamışlardı.

Diğerleri için örnek bir davranıştı bu!.

Demek ki bu sapık ile konuşmaya, bu sapığın anlat­tıklarını dinlemeye hiç gerek yoktu!. Büyüklerini izlemeye ve bu sapığı hep birlikte tartaklamaya başladılar. Karşılaştı­ğı tepkiye rağmen onun susmadığını görenler, “Ne azılı sapıkmış!” diyerek daha şiddetli saldırıyorlardı. Akıllarını, gö­nüllerini, gözlerini ve kulaklarını kapatan insanlar tekrar tekrar vurmaya devam ediyorlardı.

Gözleri ve dünyası karardı yerdeki adamın. “Bekledi­ğiniz gelmez” diyerek bir kez daha haykırdı.

Tekmelere ve tekme seslerine karışan son sözleri ise hiç duyulmadı. Kanayan ağzı, kanla karışık bir fısıltıyla kapanmıştı.,

Raylar yok ki!.”1

Seksenli yıllar ve hemen sonrası yıllar böylesi yıllardı. İslam’ın tevhid mesajı ile yeni tanışan İslam’a özlem duyan, bulmuş olmanın sevinci ile bıkmadan usanmadan durmak bilmeden bu mesajı çevresine taşımaya çalışan tevhidi İslam ailesinin içerisinde olmayı arzulayan, İslam’ın çevresine toplumuna hükmetmesini dileyen bunu kalpten isteyen birçok kardeşlerimiz vardı.

O günde kendisi bir şey yapmadan bekleme salonlarında oturan, oralarda olmayan İslam üzerinden çevre edinen, yüksek dünyevi makamları arşınlayan kimseler de vardı. Bu kimseler bir umutla dava dedikleri İslami anlamlar yükledikleri partisel çalışmalarına kuvvetlice tutunmuşlardı.

Bunlarda tıpkı hikâyede anlatıldığı gibi gördüklerine inanmayı tercih ettiler. Çevrelerinde kendilerini uyaran tren istasyonunun etrafında rayların olmadığını fark eden trenin gelmesinin imkânsızlığını kendilerine hatırlatan kimselere karşı hep şüphe ile hep küçümseyerek baktılar. Şimdilerde haklı oldukları zannına da iyice kapılmış görünüyorlar. Çünkü ilk etapta gördükleri şeylere inanmaya devam ediyorlar. Çünkü gözleri ile bunca yıldır değişen şeyleri Müslümanlar adına kazanılan şeyleri görmüş olmanın rahatlığı ile konuşuyorlar. Fakat gelen ya da kazanılan haklar o koskoca bekleme salonunda sergilenen kazanımlar neyi güçlendiriyor ve de kimin hanesine kazanç olarak yazılmış, gelen şey olmayan yolda nasıl gelmişte kazanca dönüşmüş böylesi şeylere kafa yormuyorlar. Olmayan yoldan çile çekilmeyen, bedel ödenmeyen yoldan nasıl oldu da İslam böylesi Müslümanlar ile kucaklaştı bir düşünmek gerek.

Şuanda laik sistemin yönetimine talip olan kimselerin metodu, izledikleri yöntem,  yasama yetkisini Allah’a ait kılmak gibi görülmüyor. Üstelik bu işin daha kötüsü bu esas üzere olan sistemlerden, rayı olmayan hiçbir zaman Allah’ın sözlerinin geçerli olmadığı böylesi sistemlerden çekilmek ve onu değiştirmek için çabalamak gibi uğraşları da engelliyor olmasıdır. Ve bu sistemlerin işleyişi İslam’a ters olan kapitalizme göre işliyorken böylesi kimseler hala biz yapılanlara bakarız diyebiliyorlar. Yani asıl olan bu dünya da elde edilen kazanımlar olarak hep ele alınıyor.

Müslüman kimliğinde, samimi kardeşlerimiz bilirler ki;

“Ama kimilerini de ekonomik refah ve Müslümanların şahsi işlerinin kolaylaştırılması fitneye düşürdüyse o kimse bunları; yasamada ve hayatın her alanında Allah’ın emrine başvurarak Allah’ı birlemeyi kurban etme karşılığında, mazeret görecektir.

Çünkü fürular (dallar-ayrıntılar) için asılları (temelleri) zayii ediyor. Onu başarılı kabul etmek, Rasulullah’a Mekke’deki Dar’un Nedve’ye katılması ve Kureyş’i bulunduğu hal üzere onaylaması teklif edilseydi, ona tabi olan mustazafları rahatlatmak karşılığında bunu kabul ederdi demeyi gerektirir ki, Rasulullah’ı bundan tenzih ederiz.”2

Bu toplum itikadlarını bozan böylesi sözlere inanmıyor

Duyduğuna mı inanacaktı, yoksa gördüğüne mi?

Söylenen sözler hep böylesi sözler. Çünkü hep görüyorlar ki kendileri her hangi bir zahmet çekmeseler de hep bir şeyler kendileri adına değişiyor. Ve bu değişimler bu kimselerin din adına inandıkları bazı uygulamaları kolaylaştırıyor. Fakat yapılan onlara verilen böylesi tavizler sistemin yapısında bir değişikliğe yol açmıyor. Müslümanlar böylesi aldıkları kazanımlar ile sistemin işleyişine ses çıkarmıyorlar. Herkes aynı beklenti içinde. Herkes böylelikle başkalarının açtığı yoldan trenin gelmesini bekliyor. Fakat ortada trenin gelebileceği bir ray yok. Ve bu aldatanlar tren tarifelerinde yapacakları ucuzluktan bahsediyorlar. Henüz gelmeyen gelmeyecek olan trenin biletlerini ucuza satacaklar.

Burada aslonan tek şey sistem işlemeye devam edecek. Ve bu satışlardan elde edilen gelirden belli başlı köşe taşlarına ihaleler dağıtılacak ağırlıkları oranında. Hayatları bolluk ve refah içinde olan din diye benimsedikleri ibadetlerini de rahatça yapabilen böylesi kimselerin tek görevi de aykırı gördükleri sesleri kısmak olacak. Algı yöntemi ve kamuoyu oluşturacaklar.

Ve şu anda yapılanlar da tıpkı böylesi şeyler.

Bu propagandalara aldanmış kimseler için artık sizlerin Kur’an’dan ayetler ile bir şeyler anlatmaya çalışmanız da fayda vermeyecektir. Maslahat adı altında uydurdukları bir takım kavramların dayanağının ne olduğunu bir türlü açıklayamayacaklar. Kur’an’dan bir delil Peygamberin hayatından bir delil gösteremeyecekler. Bu onlar için maalesef bir sıkıntıya da dönüşmüyor.

Şunu bilmeliyiz ki bütün maslahatlar İslam’ın içindedir. Bu tip ifadelerle İslam’ın dışında maslahatlar arayanlar Allah’ın bizlere önerdiği tek din olan İslam’ı bırakıp farklı ideolojilerin gerekleri ile amel etmeyi mahsurlu görmeyenler bu tavırlarıyla sanki İslam’ın eksik olduğunu, tamamlanmadığını ima etmektedirler. Allah bu dini tamamlamıştır. Din olarak ta bizlere İslam’ı seçmiştir. Dolayısı ile İslam dini dışında herhangi bir dinin içerisinde maslahat aramak o dini benimsemek anlamındadır.

Peki, neden korkuyoruz ki?

Neden İslam’ın maslahatını değil de kendi maslahatımızı önceliyoruz?

Sanki bu dünyaya bazen acı, bazen yokluk/ çile, ticaretimizin kesada uğraması, canlarımızın cennet karşılığında satın alınması pahasına denenmek için gelmedik mi? Hep hiçbir şey yapmadan hiçbir riske girmeden bir hayatı başkalarının çizdiği yoldan giderek yaşamaya devam mı edeceğiz?

Belki hikâyede anlatılan kişi gibi artık kendimizin olmadığı bir yerde başkalarının olmayacağını anlamamız gerekiyor. Kendimizin İslam adına kendi değerlerimizi hâkim kılmak adına umudumuz yoksa başkalarının umudunun da olmayacağını anlamamız gerekiyor.

Bakın bugün günümüzde “uluhiyyeti inkârın öbür adı olan marrksist zındıklardan boşalan yeri Allah’ın rububiyyetini; yani hükmeden, yöneten, terbiye eden, idare eden boyutunu inkâr eden laik/libarelistler doldurmaya çalışmaktadır.

Şirkin en yeni ve çağdaş biçimi laisizm/libaralizm adı altında pazarlanmaya çalışılmaktadır günümüzde. İşin garibi bu şirki uygulayanların birçoğunun Müslüman olduğunu iddia etmeleridir. Hatta iddiadan da öte bu tipler içerisinden Müslümanlıklarından zerre kadar şüphe etmeyenler dahi çıkabilmektedir.

Yöneticinin dininin Müslüman olmasını yeterli sayanlar yönetimin dinine pek aldırmamaktadırlar. İşte bu anlayış, Müslüman yönetici/kâfir yönetim trajedisini ortaya çıkarmaktadır.”3

Hal bu ki; Allah yegâne kanun koyucu ilah’tır. Yusuf suresi 40. ayette “ Hüküm koyma hakkı Allah’ındır “ buyurarak helal ve haram yasak ve ruhsat belirleme hakkının Allah’a ait olduğunu buyurmuştur.

Bizler nasıl olurda bizleri yönetme hakkını batılıların oluşturduğu sistemlere verir buna razı oluruz. İnandığımız İslam dini buna izin vermemektedir. Kur’an’a rağmen Allah’a rağmen böylesi bir anlayışı sürdüremeyiz. Bu konuda daha dikkatli okumalara ihtiyacımız var. Bizlere başkaları tarafından sağlanan kolaylıklar karşılığında nelerin etkisizleştirildiğini bu işten kimlerin kazançlı çıktığını, kaç milyon kardeşimizin kanının ne için akıtıldığını, bizlerin bunlara neden razı olmak zorunda kaldığımızı anlamaya çalışalım. Bu sofra haram sofrasıdır gerekirse başkalarının kurduğu bu sofradan bir şey yemeden kalkalım aç kalmayı göze alalım.

“Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının.” (Haşr, 59/7) ayetini okuyan samimi kardeşlerimiz bilirler ki Allah ve Resulü bizlere faizi yasaklamıştır. Zinayı yasaklamıştır. İçkiyi yasaklamıştır.  Kâfirler ile dost olmayı yasaklamıştır. Allah ve Resulü bizlerden böylesi şeyleri yaşam özgürlüğü adı altında serbest bırakan bu konular ile ilgili serbestlikler ve yasaklar belirleyen sistemlere razı olmamızı istemezdi. Bu yüzden bizler Allah ve Resulünün yasakladığı şeyleri yasak görmeyen bir sistemin işletilmesine talip olamayız.

İşte bu halimiz ile kendimize de ihanet ettiğimizin farkına varmalıyız.

Şuan da öyle görülüyor ki; “ Kendisine ihanet ettiğinin farkına varmadan yaşayan, yaşamaya çabalayan, insanı insan yapan erdemlerden uzak bir kitle ile karşı karşıyayız. Karşı karşıya da değil hatta iç içeyiz… Ölümü hatırlamamak üzere kurulu olan bu sistemde, kendisine şahdamarından daha yakın olan Rabb’den “daha nasıl kaçabilirim?”in hesabını yapan bir zihniyet…

Kendisinden kendisine nasıl kaçmaya çalışır insanoğlu? Akvaryumda okyanus hayalleri kurup, hayalleri gerçek olmayınca da akvaryumu nasıl okyanus ilan eder?… Her şeyin ölümlü olduğu bir dünyada, elbette ki dünya da ölümlüdür. Şu bir gerçektir ki dünya hiçbir zaman cennet olmayacaktır.

Biz, bu dünyaya sahip olmaya değil, şâhit olmaya geldik!

Biz, bu dünyaya eşref-i mahlûkat olmaya geldik!

Biz, bu dünyaya ölümle vuslat yaşamaya geldik!”4

 

Umarım ölümlü olduğumuzu, sınırlarımızın olduğunu unutmaz kendimizin olmadığı başkalarının yapıp ettikleri şeylerin kazanımlarını kendi adımıza kullanmaya böyle bir istekte bulunmaya devam etmeyiz. Bekleme salonların ihtişamı yapılıp edilen çalışmaların büyüsü bizleri Kur’an’ın hükümlerine karşı umursamaz tavırlara sürüklemesin. İnşallah Allah’ın hâkimiyetinin söz konusu olduğu yerlerde Allah bizlere yaşamayı lütuf eder. Şunu da unutmayalım ki böylesi bir umudu gerçeğe dönüştürmek yalnızca bizlerin yapabileceği bir şeydir. Başkalarının kavramlarını başkalarının araçlarını kullanarak Allah’ın dinini hâkim kılamayız. Meşru hedeflere meşru yollar ile gidilir. Eğer böyle bir yol izlemez ise o hedefe vardığımızda varılan yer İslam olmayacaktır zaten.

Şunu da unutmayalım ki; “Uçurtmalar rüzgâr sayesinde uçmaz! rüzgara karşı durdukları için yükselirler!!”  beşeri sistemlerin bizlere sundukları imkanlar ile başarı elde etmemiz mümkün değildir. Ancak değerlerimiz adına dik durabilir isek yükselebiliriz. Uçurtma asla rüzgârı içine almamalıdır. Bedeninde oluşan bir açıklık onun tekrar yere düşmesine sebep olur. Bizler de İslam’ın içerisine dışarıdan bir şeyler karıştırmamalıyız. Yoksa bu da bizlerin sonu olur.

Selam ve dua ile…

 

 

1 Mehmed Alagaş “Cumaya 5 Kala”, Bekleme Salonu

2 Filistin asıllı düşünür Dr. İyad Kunaybi

3 İman; Mustafa İslamoğlu, Sayfa 136

4 Y.Emre Tozal

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *