Geçmişle Hesaplaşmak, Yüzleşmek

Bizler, Müslümanlar olarak kendi referans sistemimize yabancılaştığımız için direniş iradesi gösteremiyoruz. Modern seküler ideolojiler, ya üstün ırk safsatasıyla, ya insanlığı kurtaracak sınıf (proleterya) gibi safsatalarla tarihi kirlet­tiler.

Bütün değerlerin nitel olmaktan çıkarıldığı, nicel bir alanla sınırlandırıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Bütün de­ğerler dünyalılaşıyor, maddileşiyor. Uhrevi anlamlara /ilgile-re /sorumluluklara yabancılaşıyoruz. Ölümün hayatın bir parçası, hayatın her anında var olan bir gerçek olduğunu unutuyoruz. Dünyalılaşan ufkumuzu, piyasa putları belirliyor. Reklam dünyasının tüketim toplumuna dayattığı taleplerle sınırlı bir hayat tarzı oluşuyor. Hayatın her alanını kuşatan matematiksel yaklaşımlar sebebiyle, iman’ın yerini hesapçı akıl alıyor. Tefekkür ve düşünce, düşünce olmaktan çıkarak bir tekniğe dönüşüyor.

Hayatın bütün boyutlarını kuşatması gereken bilgi, tek boyuta, ekonomik boyuta indirgeniyor, bilgi çıkarcı bilgi­ye dönüşüyor. Neoliberal hayat tarzı, bedensel güdülere hizmet ediyor. Dünyayı nesneye dönüştüren modern-seküler-endüstriyel dünya görüşü, insanı da üretim aracına dönüştürüyor. Düşünen insanın yerine, kitle insanı geçiyor. Kitle insanı her şeyi bayağılaştırıyor, İslam algısını da bayağılaştırıyor. Tefekküre yabancılaştırıldığımız, kaba bir pozitivizme saplanıp kaldığımız için, bilimlerin sınırlılığını fark etmiyoruz, bilim için hala pek çok şeyin büyük bir meçhulden ibaret olduğunu hatırlamıyo­ruz.

Modern-seküler-neoliberal dünyada insani varoluş, cin­sellik ve üretim içgüdüsüyle sınırlı hale geliyor. Birbirinden çok farklı hayat tarzlarını birlikte yaşamaya çalışıyoruz. Bu durumun şizofrenik bir durumun yansıması olabileceğini hiç dü­şünmüyoruz, inanç ve kültür dünyamızla hiç bir biçimde ilişkisi olmayan kavramları bilinçsiz bir biçimde kullanmaya devam edebi­liyoruz. Bu kavramların içerikleri, oluşumları, hangi bağlama ait oldukları konusunda maalesef bir fikir sahibi değiliz. Ken­di iradelerimiz dışında yönlendiriliyoruz. Derinlikli bir biçimde düşünmeye vakit bulamıyoruz. Kimilerimiz ideoloji robotu, ki­milerimiz cemaat robotu, kimilerimiz parti robotu olarak hayatı­nı sürdürüyor. Bu konum nihai bir gaflet haliyle bütünleştiğimi­zi gösteriyor, nihilist hayat tarzı, dünya görüşü ilahi Vahyin yerine, kontrol edilemeyen, aşırı aklı koyduğu günden bu yana hayat; içgüdüler, hazlar, şehvetler tarafından işgal edildi. Kişisel Özgürlükler, başıboşluk ve her tür değer sistemini inkar anlamına geldi. Popüler kültür, dini kültürün de popülerleşmesine yol açtı. Kitleler popüler hale getirilen dini kültür aracılığıyla etkisizleştirildi. Popüler kültür aracı­lığıyla etkisiz hale getirilen dini çevrelerin toplumsal ve siyasal anlamda islami talepleri yok. İslami cemaatler mutlak bir edilginlik ve teslimiyetçilik içerisindeler. Koşullara bağlı tavır, koşullara bağlı tercih, koşullara bağlı koşullan­ma çıkarcı bir alışkanlık haline gelmiş, ilkesel tercih/tavır/duruş ve konumlanma terk edilmiştir. İlahi Vahye, nasslara dayalı bilgi’de unutulmuş ya da unutturulmuş, keşif/ilham/ sezgi/zevk yoluyla kazanılan bilgiler “meşruiyet” kazanmış­tır. Akılcı yönteme karşı çıkan, yeni bir “işrakilik” moda ha­line gelebilmiştir.

Bizler, Müslümanlar olarak kendi referans sistemimize yabancılaştığımız için direniş iradesi gösteremiyoruz. Modern seküler ideolojiler, ya üstün ırk safsatasıyla, ya insanlığı kurtaracak sınıf (proleterya) gibi safsatalarla tarihi kirlet­tiler. Nihilist bir hayat tarzı sebebiyle, iyi ya da kötü gi­bi ayrımlara itibar etmeyen bir anlayış gelişti. Ahlaki mutlalar/ölçütler/kaygılar yok sayıldı. Karşı karşıya bulunduğumuz ağır yapısal sorunlarla yüzleşmeye cesaret edemediğimiz için, yeni başlangıçlar yapamıyoruz. Bugün, en büyük sorunumuz îsla­mi anlamda zihinsel özgürlük sorunudur. Zihinsel/düşünsel ba­ğımsızlığa sahip olmadığımız takdirde, hiç bir konuyu, hiç bir sorunu ciddi bir biçimde konuşamayız, çözümleyenleyiz. Zi­hinsel/düşünsel bağlamda bir bağımsızlığa sahip olmadığımız takdirde, îslami bir gelecekten söz edemeyiz. Bugün, insanlığa yirmibirinci yüzyılda nasıl bir îslami dünya önereceği­mize ilişkin elimizde teorik-bütüncül bir çalışma bulunmuyor. Zihinsel-düşünsel-kültürel inziva halinden çıkmamız gerekir. Zihinsel-düşünsel-kültürel-bilimsel üretkenlikte Amerika’ya, ya da Avrupa’ya bağımlılık sürerken’, özgün eserler/çözümlemeler ortaya koyamayız. Tahakküm üreten modern-seküler dile/söyleme karşı bir direniş gerçekleştiremediğimiz takdirde, bağımsız ve onurlu bir hayata sahip olamayız.

Modern/seküler/materyalist değerler, batı dünyasının kendi kültürel-sosyal-tarihsel birikiminin/özelliğinin bir ürünü iken bu değerlerin mutlak değerler halinde İslam dünyasına dayatılı­yor olması hiç bir gerekçeyle kabul edilemez. Dünya tarihinin, oryantalist bir zeminde, Avrupa merkezci yaklaşımlarla kurgulanma­sı da keza kabul edilemez.

Biz Müslümanların, özellikle de genç kuşakların, sorgula­yıcı bir bilincin yürüyüşünü başlatmaları gerekir.

Saldırgan, ırkçı, narsist, nihilist bir dünya görüşüne öy­künmek kadar büyük bir saçmalık ve ahmaklık olamaz. Batılı kav­ramların himayesi altında Îslami çözümlemeler yapmaya çalışmak, normal karşılanabilecek bir durum değildir.

Bilgi ile hakikatin, akıl ile aşkın, akıl ile vahyin, zahir ile Batı’n bütünlüğünü bir kez daha gerçekleştirmek zorundayız, İslam’ın evrensel değerlerini ulusal sınırlar içerisine hapsedemeyiz. Irkçı emperyalizmin bir cinnet biçiminde bütün dehşetiyle sürdürüldüğü günümüzde; bilincimizi, öfkemizi bir kez daha güçlen­dirmemiz gerekir. İslamcılık, İlahi modelin tarihe kazandırılma­sı mücadelesinin adıdır, hiç bir nedenle hafife alınamaz. Değer üretmek yerine, ödünç değerlerle oyalanamayız. Hayatın her alanında özgün ve özgür bir üretkenlikle zihinsel/düşünsel felç durumu­nu iyileştirebiliriz. Ciddi/tutarlı/bütünlüklü sorular sormadığı­mız takdirde, bizi etkisiz hale getiren nedenleri anlayamayız.

İlahi rahmete istihkak kazanabilmemiz için, kendi hayatı­mızı yaşayabilmeliyiz. Seküler-liberal etkilere karşı direnmek, birikim ister, şecaat ve cesaret ister, kararlılık ister. Birbi­riyle çatışan, birbirini ötekileştiren bir kültürün çarpık temsilcileri haline geliyoruz. Hepimiz kitlesel insana dönüşme tehdidi altındayız. Çok bilmek yerine, neye ihtiyacımız varsa, nereden sorumlu bulunuyorsak o kadarını bilmeliyiz. Günümüz dünyasında gerçeklik, gerçekte olup bitenlerden çok farklı bir yerdedir. Bizim taleplerimiz, ilgi ve beklentilerimiz dışında bize anlatı­lanlar, daha doğrusu manipülasyon yöntemleriyle bize dayatılan­lar “gerçeklik” haline getirilmiştir. Televizyonun, internetin insanları seyirciye dönüştürdüğü bir dünyada, düşünmek ve okumak çok zahmetli ve yorucu bir çabaya dönüşmüştür. Toplumlarımızda her hangi bir fikir, düşünce, sanat ya da edebiyat hareketi Batı­lı paradigmaya yakınlığı ölçüsünde meşruiyet kazanıyor. Ne paha­sına olursa olsuna sanat/fikir/edebiyat/siyaset, ahlaki bir zemin ve ufuk içerisinde, bir bütünlük içerisinde üretilebilmelidir. İnsanlık kültürüne katkıda bulunabilecek, nihai sorunla­rımızı gündemine alabilecek, bunları tartışabilecek bir edebiyat yaklaşımını hayata geçirebilmeliyiz.

Her tür değerden bağımsız materyalist akılcılık, bugü­nün dünyasında insanlığı sayılabilir, yönlendirilebilir, denet­lenebilir, gözetlenebilir hale getiren bir düzen oluşturdu. Bu düzen, bizler farkına varmadan, zihinlerimizi de Kontrol edebili­yor. Bu düzen farklıya hayat hakkı tanımayan, farklı’yı bir şe­kilde cezalandıran şovenist bir düzendir. Modern seküler insan, yalnızca ölçülebilir ve sayılabilir değerlerle ilgileniyor. Farklı’ya hayat hakkı tanımayan şovenist düzen, Batılı olmayan değer sistemlerini, hayat tarzlarını tarihin ve hayatın dışına sürgün edebiliyor.

Müslümanlar olarak geçmişe doğru düşündüğümüz için, kronik hale gelen iç sorunlarımızla hesaplaşmayı düşünmüyoruz. Bu sorunlarla hesaplanmadığımız için sorunlarımız birikiyor, derinleşiyor. İçerisinde bulunduğumuz sorunlarla hesaplaşamadı­ğımız için yenilgi üzerine yenilgi alıyor, yenilgileri birikti­riyoruz. Dini hayatımıza, düşünce hayatımıza, kültürel hayatımı­za ciddi bir biçimde Orta Çağ’a ait tasavvufî yaklaşımlar, renk­ler, biçimler, yorumlar yön veriyor. Sözünü ettiğimiz tasavvufî yaklaşımlar büyük ölçüde temel şeriat ilkelerinden bağımsız bir anlayıştır. Mevlana ve Mevlevilik dinlerin aşkın birliğini sa­vunurken, Türk Şamanizminin etkisi altında gelişen Türkmen şeyh­likleri de, Yunus Emre örneğinde görülebileceği üzere yetmiş iki millete ve din’e eşit bir gözle/anlayışla yaklaşır. Kendilerini İslam hukuku karşısında, şeriat ilkeleri ve nasslar karşısında sorumsuz sayan “ibahiye” akımı, başta Yunus Emre olmak üzere, Taptuk Emre, Hacı Bektaş, Sarı Saltuk, Barak Baba, Baba İshak gibi pek çok Türkmen şeyhi/dervişi etkilemiştir.Mevlevilik ortaya çıktığı dönemde, Şii/Kalenderi akımlar­la bütünleşmiş bir akımdır.

Müslümanlar, Ortaçağ din/tasavvuf ikliminin, İbahilik gibi akımların etkisi altında bulundukları için, 1948 yılından bu yana emperyalizm/sömürgecilik ve İsrail karşısında hiç bir varlık ve hayatiyet ortaya koyamıyor, yalnızca utanç ve zillet sergiliyor.

Bugünün gerçekliği, her tür romantizmi, popülizmi, ha­maseti ezip geçiyor. İslam Dünyası ülkeleri Türkiye örneğinde görülebileceği üzere, İsrail’le ilgili olarak, ancak sözlü ça­tışmalara cesaret edebiliyor. Uzlaşmaz çelişkiler yaşıyoruz, uzlaşmaz çelişkiler içerisinde yaşanılabileceğini sanıyoruz. Kurgulanmış, gerçek olmayan zihinlerle/akıllarla hiç bir et­kinlikte bulunamayacağımızı anlayabilmiş değiliz. Kurgulanmış bireylerin hiç bir zaman gerçek kimlikleri, gerçek kişilikleri olamaz. Sömürgeci bilginin zihinlerimizi kötürümleştirdiği günden bu yana, insanı ve toplumu eylem iradesinden yoksun bire kan bir geleneği yaşatıyoruz. Bu gelenek yüzünden, bugün her tür müdahaleye aşık bulunuyoruz. Hangi alana ilişkin olursa olsun, dışarıdan, bilinçli tercihlerimiz dışında bir müdahaleye maruz kalmak, özgürlükten de, bağımsızlıktan da yoksun olmak anlamı taşır. Batıni geleneklerin, sezgisel-ruhsal tecrübele­rin, içsel zevklerle ilgili marifetlerin, sırların bilgisine sahip olduklarını iddia edenlerin, Allah’tan doğrudan bilgi aldıklarını, Allah’ın sözünü doğrudan işittiklerini, sözleri­nin Allah’tan geldiğini iddia eden, iddia edebilen, şeriat tarafından kabul edilmesi hiç bir biçimde mümkün olmayan düşün­celeri kutsallaştıran, Yunan Felsefesinin etkisi altında ge­lişen, Eflatuncu batnilikle bütünleşen, şeriat’tan bağımsız bir tasavvuf anlayışının zihinlerimize vurduğu zincirlerden kurtulamadığımız için İslami anlamda bağımsız ve bütüncül tercihler yapamıyor, kamusal alanla ilgili iddiaları olmayan, bireysel tercihe indirgenmiş bir din algısıyla günümü­zü gün ediyoruz. Kureuluk-Neonurculuk örneğinde görülebileceği üzre; zulme karşı, isyan ve tuğyan’a karşı, emperyalizme, sö­mürgeciliğe, ırkçılığa karşı, işgal, istila, soykırım ve kat­liamlara karşı, bir eylem ve direniş iradesi ortaya koymak, bir mücadele ve muhalefet bilincini yükseltmek yerine; yalnızca “dua etmemiz ve ağlamamız” isteniyor. Tarih boyunca bu derecede büyük bir alçalış görülmemiştir. Bu tür bir zihniyet sebe­biyle Müslümanlar tarihin öznesi olamıyor, bu zihniyet sebebiyle Müslümanlar tarihin sistematik olarak aşağılanan nesnesi konumundalar. Yalnızca gönüllere hitap etmekle sınırlı bir din yaklaşımıyla yola çıkan Nurcu-Neonurcu akım bugün iktidar ve para ihtirasları adına her tür politik atraksiyonu meşru sayabiliyor.

Modern seküler zamanlarda yaşanan paradigma savaşlarını, her alanda hezimete uğrayarak kaybettik. Bu savaşları kaybetti­ğimiz için bütün bir düşünce, kültür, sanat, bilim, felsefe dün­yamız tarihten dışlandı. Bizler bugün hayatın her alanında, kay­bedenlerin dilini kullanıyoruz. Bu dil bizim sorunlarımızı anlat­maya güç yetiremiyor. Bizini sorunlarımız, acılarımız, trajedile­rimiz küresel gündeme, insanlığın gündemine yansımıyor, yansıtılamıyor. Paradigma savaşlarını kaybettiğimiz gibi, aynı zamanda ciddi bir yön kaybı da yaşıyoruz. Zihinsel bir istikrarsızlık ve karmaşa içerisindeyiz. Zihinsel/düşünsel paramparça olma du­rumu, bugün de sürüyor. Emperyal sistemin onayını almayan hiç bir hareket/siyaset/oluşum meşruiyet kazanamıyor. Her alanda içi boş spekülasyonlar yapıyoruz. Kaybedilmiş bir dil ve düşünce ile ilgili olarak, bu dil ve düşünceyi özgürleştirme mücadelesi ver­mek yerine, yalnızca melankolik tepkiler veriyoruz.

İktibas, Ocak 2013, sayı 409

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *