28 şubat bitti mi/şubatlar biter mi?

28 şubat bitti mi/şubatlar biter mi?

Kendi içlerindeki işlerini halledemeyenler, başka hangi işi halledebilirler? Mümkün mü? Öz’ümüze bizlere gün yüzü yok! Hesap kitap da belli, başka çetele tutmaya da hacet yok!

Evet, Şubat ayını geride bıraktık… Takvim hesabıyla… Takvim olarak tekrar geleceğini de biliyoruz, hem de yaşayanlar için tekraren…
Lakin 28’iyle meşhur olup asla meşruiyet kazanamayacak olan o malum şubat bitti mi, biter mi? Rabbim günleri aramızda döndürüp durduğunu söylüyor. Bu imtihanın doğası gereği…
Hak bela yazmıyor yalnız, kul azmayınca! Başımıza gelen güzellikler daima Allah’tandır buna iman ediyoruz; nasip ve O’nun sonucu takdir etmesi olarak… Ama gel gör ki aynı durumu, başımıza bir bela geldiğinde de kadere bağlayıp geçiştiriyor, üzerimize hiç toz kondurmuyoruz!
Bir tarih bilincimiz, toplumsal bir genel geçer hafızamız yok! Çabuk unutuyor, hep ihmallerle yaşıyoruz. Ertelemeci, yadsımacı davranıyor, sorumluluk almaktan uzak durduğumuz gibi, bir şekilde meydana gelen cereyanların getirisine talip olup götürülerinden, hatalarla ilgili muhasebattan üzerimize düşeceklerden kaçtıkça kaçıyoruz.
Mazoşist değiliz ki illa da zorluklar olsun, sıkıntılarla etraf örülsün, yokluklar ana sınama aracı olsun, zalimlikler zorbalıklar imtihanımız olsun isteyelim! Sadist de değiliz başkalarının, etrafımızdakilerin acı çekmesinden hoşnut olalım!
28 Şubat öncesi ile sonrasını bir mukayese yapıp gerekli dersleri aldık mı? 28 Şubata giden süreci, bizlerin süreçte ve öncesindeki ihmallerimizi, eksik ve yanlış yaptıklarımızı doğru bir analize tabi tuttuk mu? Tarihin tozlu sayfalarındaki, belki de Şubatın 28’ine rahmet okutacak(!) nice zemherilerden, gücük/güdük Şubatlarlardan haberimiz var mı? Kur’an kıssalarını başkalarını anlatıyor, geçmişte kalmış diyerek kale almayarak, Nasreddin Hoca hikâyelerini gülünüp geçilecek birer fıkra gibi okuyup geçerek, üzerlerinde gerekli okumaları yapmadan, tüketerek ders/ibret almak mümkün müdür?
Sopa ile havuç politikalarının ehveni var mıdır? Demokrasi diktatörlüğe bakınca tercihe şayan mıdır? Dostlar, birbirimizi kandırmadan; buradan takiyyeye yol var mıdır? ‘Hedefi doğru belirlemek’, doğru yol üzre olunduğunun teminatı mıdır? Burada her şeye bulduğumuz gibi, mazeret üretmekteki marifetimize binaen farklı argümanlar geliştirilecektir! Bunun vebali ağırdır! Hesabı çetindir! Haydi, kendi mazeretlerimiz, kaçışlarımız bir tarafa, bunun bir yol olduğunu düşünsenize! ‘Kim bir şerre şefaat ederse ona ondan pay vardır!’ sözü kimlere söylenmiştir?
Bedenin köleliği zaten aşamadığımız bir büyük bela iken, bir de daha da fecisi ‘zihinlerin köleliği’ katlanılabilir bir teslimiyet midir?! Celladına aşık olmak ne anlama gelmektedir! Bu bittiğimizin resmidir! Ellerimizle bir bir değerlerimizi teslim ediyoruz! ‘Asıl siz teslim olun!’, ‘Sizi rahatsız etmeye devam edeceğiz!’ diyenimiz kalmayacak böyle giderse! Dahası bunları birileri birer lütufmuş gibi sunuyor ya, bu, katlanılır gibi değil… Allah’ın hakları ile insan hakları ne kolay karıştırılır oldu!
Şimdi, Habeşistan örneği, Hudeybiye anlaşması, Hz. Yusuf meselesi öne sürülecektir! İşte açmazlarımızdan biri de ‘anlamaya çalışmak’ bir tarafa hemen cevap yetiştirmek, bir uyarıyı boşa çıkarmak pahasına, karşıt argümanlar yetiştirmek durumunda hissetmemizdir kendimizi. İşte, Suriye meselesi hemen yanı başımızda vaki olurken camia birbirine düşmüş karşı tezi nasıl boşa çıkarırım, onu nasıl açmaza düşürürüm, değersizleştirir, önemsileştirir, suçlu ilan ederim aculluğuyla hareket edilmektedir. Burada Malik bin Nebi’nin ‘kırmızı pelerin’ metaforunu anmanın zamanı;  önümüze bir pelerin tutuluyor, bir sallanıyor ve kaldırılıyor, birbirine ‘tos’ vuranlar bizler oluyoruz! Bir taşla birkaç kuş! Bu her meselemizde böyle! Bunu illa da ‘her taşın altından onlar çıkıyor!’ tezine bağlamayınız! Niye böyle oluyor, niye birbirimize tahammülümüz yok, niye birbirimizi anlayamıyor (önce dinlemiyor!), niye medeni bir dil, ortak bir akıl geliştiremiyoruz? Zaten yenildiğimiz, yanıldığımız nokta da burası değil mi? Olaylar sanki sırf bizim tartışmalarımız ekseninde cereyan ediyormuş ve biz haklı çıkarsak meseleler halledilecekmiş gibi bir yanılsama içine girmemeliyiz! Kardeşlerimizin haklı çıkmasının davaya, hepimize getireceği hakikat ve hikmet odaklı bir fayda olacaksa eğer haksız çıkmak bizi asla küçültmez! Meselelere böyle bakmak bizatihi küçüklüktür! Hani deniyor ya; ‘Küçük şeyleri kafanıza takmayın, adı üstünde zaten küçük işledir!’ diye. Bu paralelde bizler olaylar bütüncül bakmak, arka planları ıskalamamak, etraflıca meseleleri analiz etmek, duyumlarla duyguları işe karıştırmamak, zan ile hareket etmemek, gıybet ve iftiradan uzak durmak, kardeşimizi kendimiz gibi görebilmek, hatta kendimize tercih etmek şeklinde olmalıdır! Beni mağlup etmeniz sizi galip kılmaz! Hepimizin, karşısında şeytan ve avanesi ile onların insan suretli ‘kel en’ami belhüm edall’ kan emici, değer tanımaz, ekini/bilgi/kültür ve nesli helak eden, ifsad çabasındaki müstekbirler, her çağın zalimlerinden, yeryüzünde ilahlık ve rablik iddiasında bulunanlar olarak; firavunlar, karunlar, bel’amlar, samiriler, mele ve mütrefleri ile yeterince mevcut zaten!
Onların görece gücü ve her taşın altından çıkıyor olmaları, ters orantı ile bizlerin güçsüzlüğünden, çözülmüşlüğünden kaynaklanmaktadır. Bir ‘hakiki güç sahibine’ sahice teslim olabilsek, hakkı hakkınca temsil edebilsek batılın gücü mü olur, esamisi mi okunur; canına okur hak onun, zira batıl zail olucudur! Bizler sömürüye müsait hale gelmişiz, onlara ‘buyurun’ demişiz, hak ve hakikatle irtibatımızı kesmiş, hikmetle iş eylemekten uzak durmuş, müstağni davranır olmuşuz; yetmezmiş gibi bir de birbirimize düşmüşüz, hala bir ‘bit yeniği’ arıyoruz! Bunlar bize zül olarak yeter de artar bile!
Kendi içlerindeki işlerini halledemeyenler, başka hangi işi halledebilirler? Mümkün mü? Öz’ümüze bizlere gün yüzü yok! Hesap kitap da belli, başka çetele tutmaya da hacet yok! Kardeşlik, tahammül, liyakat, vahdet, birlik beraberlik, istişare, dayanışma… Aynı düşünülen konularda ayniyet içinde, ortak hareket etmek; ilkelerle çelişmeyen ayrı düşünülen hususlarda ise bunları paranteze alarak, hoşgörü ve tolerans ile, teenni ve te’min ile hareket etmek gerekmektedir.
Hakkı hikmetle, en güzel biçimde, belki başları çatlatırcasına, tekraren hatırlatmak, haykırmak; burada faydacılıktan, uzlaşmaktan, eklektiklikten, takiyyeden şeytandan kaçar gibi kaçmak gerekiyor. Bırakınız, bazı alanlar kapanıp birilerinin şerri yol tutmasının yolları nehyedilmiyorsa bize sadaka cinsinden alanlar da açılmasın! ‘Çoğu elde edilemeyenin azı reddedilmez’ sözünün bağlamı da iyi değerlendirilmelidir. Bu terk edilemeyecek olan normal bir edinim ve hak ediş midir, yoksa bir ulufe midir? Bir pazarlık sonucu ve sorunu mudur? Ya da bir şeye –sizin dahliniz olmasa da- karşılık olarak mı, yem olarak mı bağışlanmaktadır!
Kendimize geleceğiz, dostlar; öz’e, özümüze döneceğiz, başka çaresi yok! Düştüğümüz yerden kalkarken bize ‘lütfen’ uzatılan her eli tutmak zorunda değiliz! Kaldı ki nerede öpmek! Birbirimizi kucaklayalım önce, el ele verelim; değil mi ki ‘müslümanlar ancak kardeştirler/ancak müslümanlar kardeştirler’, başka bir yol, çare mi var?

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *