Kur’an’ı Anlamanın Önündeki En Yeni Engel: Mealcilik

Kur’an’ı Anlamanın Önündeki En Yeni Engel: Mealcilik

Evet kesinlikle kanaatımız odur ki peygamber bir postacı değildir. Peygamber güncel bir deyimle “YAP-İŞLET-DEVRETÇİ”dir. Yap, işlet, devretçi olanın görülmezlikten gelinmesi mümkün olmadığı gibi, ihmal edilmesi de mümkün değildir. Hem aklen mümkün değildir, hem naklen.

Ercümend Özkan

Öncelikle şunu belirtelim ki Kur’an Meali okumak başkadır, Mealcilik olarak nitelediğimiz şey başkadır, insanlar elbette ki ana dilleri (en iyi anladıkları dil) ile yazılı olanları dinleyerek veya okuyarak anlayabilir. Bu sebeple de bütün peygamberlere Allah’ın mesajı hep o peygamberlerin ve içinden çıkarıldıkları toplumların apaçık anladıkları dilden gönderilmiştir(1). Niçin yabancı bir dilden gönderilmediğini, şu adam ne diyor bir anla­yan olsa da bize de anlatsa (41/44) diye ifadelendiren Allah, yeryüzünde gezip dolaşan melekler olsa idi biz elbette onlardan (meleklerden) birini onlara elçi gönde­rirdik (17/95) derken, diğer yandan meleklerden de onların arasından elçiler gönderdiğini (22/75, 35/1) buyur­maktadır. Bu konu ile ilgili âyetlerin tümü özetle şunu anlatmaktadır ki Allah, kullarına bir yol göstermek ve onların dünyada işlerini düzene koymalarını, sonuç ola­rak da ahirette rahat etmelerini istemektedir. Bunun için hangi topluma mesaj göndermişse mutlaka o toplumun anlaşabilmek için konuştuğu dil ile konuşan, yani o topluluğun (toplumun) bir ferdini o topluma elçi olarak seçmiş ve kendisine vahyederek kaçınılmaz olarak için­de yaşadığı toplumdan başlayarak vahyi insanlara açıklaması, okuması emredilmiştir. Bu açıklamanın ise o toplumun dilinden olması kadar gerekli ve kaçınılmaz bir şey olamaz. İşte bu sebepledir ki Kur’an, Hz. Muhammed’e kendi toplumunun konuştuğu, anlaştığı dil ile ki o dil Arapça’dır – gönderilmiştir. Yoksa Arapça’nın bir imtiyazı, bir üstünlüğü, bir farklılığı olmasından dolayı, cennette konuşulacak dil olması(!)ndan dolayı de­lil. Bu gibi sözler uydurmadır. Bu arada şunu da belirtmekte zaruret görüyoruz ki Kur’an tercüme edilemez, meallendirilemez değildir. Asırlar boyunca tercüme edilmiş ve meallendirilmiştir. Kimilerinin sandığı gibi tercümedeki güçlük, meallendirmedeki zorluk Arapça ile Türkçe arasındaki bir özel durumdan doğmamaktadır. Unutulmamalıdır ki hiçbir dilde yazılmış bir eser bir başka dile, orijinal dilindeki gibi ne tercüme edilebilir, ne meallendirilebilir. Zira her dilin tarihî süreç içinde o dili konuşan toplumun coğrafyasından, iklimine, arazi yapısından yediklerine, yaşam biçiminden ekonomik duru­muna, yerleşik veya göçebe oluşundan dünya görüşle­rine kadar sayılması uzun sürecek birçok unsurun etkisi ile oluşmuş kelime ve kavramları, kelime ve kavram­ların anlam farklılıkları vardır. Zira içinde yaşanılan şart­lar, kelimeler, aynı da olsa bu kelimelerin kafalardaki iz­düşümü farklı bulunmaktadır. Örneğin soğuk denildiği zaman Mekke’de yaşayanların anlayacağı soğuk -Allah bilir- sıfır üzeri 15-20 derece olmalıdır. Aynı kelime bir Erzurum için veya kutuplar için çok farklı derecede bir soğukluğu anlatacaktır. Kutuplardaki soğuğu Arab’ın aklının alması bile çok güç iken, Mekke’deki sıcağı da Grönland’da yaşayan birilerinin anlaması herhalde güç olmalıdır. Bu örneğimizi hemen her konuda çoğaltabil­mek mümkündür ve ne demek istediğimizi anlatmaya örneğimizi yeterli görüyoruz.

İşte bu sebepledir ki, hiçbir dilden bir diğer dile tam karşılıklı tercüme yapabilmek mümkün değildir. Buna dillerin, o dili konuşan halkın diğer halklardan farklı şart­ları olmasının zarureti sebep olmaktadır. Bundan ötürü­dür ki, ne Türkçe bir eseri tam anlamıyla Arapça’ya ter­cüme edebilmek, ne çingeneceyi bir başka dile tam an­lamıyla çevirebilmek mümkün değildir. Ancak, kimilerinin san­dığı gibi Kur’an hiçbir dile tercüme edilemez değildir. Tercüme edilir ve edilmiştir de. Halen de edilmektedir. Lâkin bilinmesi gereken şey odur ki Kur’an, Allah’ın sözleridir. Fakat asla ‘Rabça’ bir kitap değildir. Allah’ın, kullarının düzeyinde, onların anlayabilmesi için anlaşıl­ması da kolaylaştırılmış bir kitap olarak gönderilmiştir. Zira açıktır, açıklayıcıdır.

Peygamber şârî değildir. Şârî olan yalnızca Allah’tır. Fakat unutulmaması gereken bir husus vardır ki o da peygamberin bir uyarlayıcı, bir uygulayıcı olduğu hususudur, İnsanlar Allah’ın dinini gerek teorik olarak (âyetlerin aynen elçinin ağzından çıktığı gibi) gerekse pratik olarak (yaşama geçirilmesi olarak) O’nun elçile­rinden öğrenmekteyiz. Onlar güvenilir insanlardır. Onlar da yanılırlar fakat diğer insanlardan farkları -ki bu farklılık çok önemli bir farklılıktır ve elçilerin dışında hiçbir in­sanda bu fark bulunmamaktadır- yanılgılarının, yanlış­larının kendilerine hayatta iken ve genel olarak yanlışı yapmasını takiben düzeltilmesi farkıdır. Ki bu fark, onların Kur’an teoriğinin, pratize edilmesinde hüccet teşkil etmesinin dayanağıdır. Dindeki bir hususu Allah’ın elçisi dururken, elbette ki bir başkası açıklayacak değildir. Olsa olsa soru şeklinde sorabilir ve Allah’ın elçisinin konu ile ilgili olarak söyleyeceklerini dinlemek ve onlara uymak zorundadır. Elçiler de içinde bulundukları toplumun birer ferdidirler. Bu sebeple o toplumun bazı özelliklerini taşırlar. Şayet bu özellikler kendilerine gelen vahyin özüne aykırı ise Allah elçilerindeki bu uymazlığı giderir ve onları düzeltir. Bununla ilgili âyetlerin bulunduğunu, bir diğer tabirle, ALLAH’IN, ELÇİSİNİ DÜ­ZELTTİĞİNİ(2) biliyoruz. Hiçbir elçi, taşımaktan ötürü şeref duyduğu görevini kötüye kullanmak istemez ve kullanmaz. Şayet bunun tersine hareket olursa, “O ken­disinden bir söz uydurup da sonra onu bize isnâd etse (bunu bana Allah söylüyor, vahyediyor dese) onu (bu­nu yapan elçimizi) şah damarından yakalar ve sağ elini (bütün güç ve kuvvetini) ondan alırdık, içinizden kimse de onu elimizden alamazdı (kurtaramazdı)” (69/44-47) Allah’ın böyle bir halde ne yapacağını yine kendisi anlatmaktadır.

Şu açıkça bilinmelidir ki, peygamberin uygulamaları -yeter ki onun uygulamaları olduğundan emîn olalım- bütün müslümanları bağlar. Örneğin namazın hemen bütün erkânı Kur’an’da bulunduğu halde rekat sayısı ile ilgili bilgilerimiz peygamberimizden gelen hem lafzî, hem amelî rivayetteki tevatürdür. Aksine de hiçbir riva­yete rastlanmamıştır. Rastlansa idi bir avuç da olsa bir kısım müslüman çıkar ve o rivayete göre namaz rekat­larını belirlerdi. Böyle bir rivayete asla rastlanmamıştır. Bu sebeple namaz rekatlarının sayıları da müslümanım diyenleri bağlamaktadır. Bir hususta Allah’ın elçisinin yaptığına itibar etmeyip, hevasına (kendi anlayışına) uymanın İslam’da yeri bulunmadığı bilinmelidir.

Bila istisna herkesin tevâtüren bildiği ve yapageldiği gibi Arapça’daki ‘salat’, peygamber tarafından bilindiği gibi kılınmış(ikame edilmiş)tır. Zaten namazın erkânı olan tüm hususlar (rekat sayıları dışında) Kur’an’da zikredilmektedir. Abdest, İstikbâl-i Kıble, Kıyam, Rüku, Secde, Kur’an’dan kolayına gelenin okunması(kıraatı)dır. Biz düşüncemizin sağlamasında, peygamberin yaptığı fakat yanıldığı, yanlış yaptığı hususlarda Allah’ın durmayıp dininin yanlış anlaşılması ve uygulanmasına engel olmak için bu yanlışı, yanılgıyı düzeltme sünne­tine dayanmaktayız. Ve bu sebeple kimilerinin söylediği gibi, yolda giderken ayakta dua etmenin namaz demek olmadığından eminiz. Örtülerini omuzlarının üzerine indirsinler âyetinde baş örtüsü kelimesinin geçmemesi sebebiyle kadınların başlarının (saçlarının ve boyun­larının) açık olabileceğini ileri sürenlere omuzların üzeri­ne indirsinler ifadesinde indirmenin yukarıdan aşağıya yapılması gereken bir iş olduğunu hatırlatıyor ve omu­zun üzerindeki üst yerin de baş olduğunu hatırlatmak istiyoruz. Başka bir alternatif düşüncenin bulunamayacağı kanısındayız. Bu sebeple mealcilerin hiç değilse bir kısmının cevahir bulmuş gibi sarıldıkları baş örtüsü­nün Kur’an’da geçmediği ve açık olunabileceği düşün­cesinin kof bir düşünce olduğu kanısındayız ve bir fahşa olarak görüyoruz bu düşünceyi…

Yine kimi mealcilerin, Kur’an’a itibar edeceğiz diye ‘şarabın haram edildiği’, diğer içkilerin içilebileceği kanı­sında olmalarını da, en azından anlayış kısırlığı ve kendi­ni kilitlemek olarak görüyor ve değerlendiriyoruz. Böyle­si şaşkınlıkları da şu âyetle açıklıyoruz: “… (Ey Muham-med), Rabb’inden sana indirilen, onlardan çoğunun az­gınlık ve inkârını artıracaktır…” (5/68)

Dikkat edildiğinde görülen şey şudur. Meal okuyan­lar değil, mealcilik yapanlar, yani itibar edilecek şeyin yalnızca meal olduğunu söyleyerek Kur’an’a da aykırı bir tutum sahibi olanlar, Allah’ın o Kitap’ta peygamberi için, “Onda sizler için güzel bir örnek vardır” (33/21, 60/4-6) âyetini görmüyorlar mı? Kitap, yani Allah, elçisine hukukî bir deyimle atıfta bulunmaktadır. Bu atfa itibar etmemek, atıf yapana itibar etmemektir ve hukuk man­tığına, hukukun esaslarına aykırıdır.

Tevhide sarılacağız derken, tevhidi zedeleyenler şirke girmekten korktuklarını söyleyerek bu ve benzer esaslı yanlışlara düşenleri uyarmak ve Allah’ın kitabını tepkisel olarak değil, peşin hükümsüz algılamalarını ve ona göre düşünüp, amel etmelerini tavsiye ediyoruz.

Tepkiselliğin asırlardan beri altında hadis yazan ne buldularsa hepsinin karşısında şapka çıkaran, selam duranların düştüğü esaslı yanlışın karşıtı olarak ortaya çıktığını görüyor ve aynı cinsten esaslı bir yanlışın yapıldığına inanıyoruz. Bu yanlışı yapanlara da Mealci diyoruz. Nasıl peygamberin sözü değil; peygamberin söylediği söylenen sözlerin tümünü din sananlar esaslı yanılgıda olmuşlarsa, aynen onların yaptığı yanlışı tersinden yaparak esaslı yanlışlığa düşenler de mealcilerdir ve peygamberi dışlamaktadırlar. Evet kesinlikle kanaatımız odur ki peygamber bir postacı değildir. Peygamber güncel bir deyimle “YAP-İŞLET-DEVRETÇİ”dir. Yap, işlet, devretçi olanın görülmezlikten gelinmesi mümkün olmadığı gibi, ihmal edilmesi de mümkün değildir. Hem aklen mümkün değildir, hem naklen. ‘Onda sizin için güzel örnek vardır'(33/21). Bunu mümkün görenlerin kendilerini gözden geçirmelerinde, akıllarının yerinde bulunup bulunmadığını kontrol ettirmelerinde umulmaz yararlar görmekteyiz. “Kim uğraşacak o kadar hadisle” gibi bir mantığı kendilerinde gördüğümüz kimi mealcilerin kolaycılığını, asırlardan beri altında her hadis yazan sözün peygamber tarafından söylenilmiş gibi algılayıcıların kolaycılığından hiçbir farkını görmüyor ve bu taifenin de aşırı gidenlerden olduğunu açıkça belirtmekte zaruret görüyoruz. Din kolaydır ve Allah dinini kolaylaştırmıştır fakat asla ucuzlatmamıştır.

Biz bugüne değin ne kadar mealci ile tanışmış, görüşmüş ve konuşmuş isek inanınız hepsini kolaycı olarak görmüşüzdür. Hiçbir orijinaliteleri olmadığını fakat kendilerini çok şey sandıklarını görmüşüzdür.

Kur’an meali okuyunuz ama asla mealci olmayınız. Mealcilerin siyâsî açıdan kısırlığı ortak paydalarındandır. Mealcilerin kolaycılığı ve burunlarının ucunu bile görmekten acizliği, kendilerine imrenilmesini engelle­mektedir.

Bizim, yılların birikimi sonucu kanaatimiz odur ki Mealcilik, Kur’an’ı anlamanın ve hayata geçirmenin önündeki en yeni engeldir. Uzak durulmasını dileriz.

(İktibas, sayı 216)

Dipnotlar
1 Rad 13/37, Nahl 16/103, Meryem 19/97, Taha 20/113, Şuara 26/193-195, Zümer 39/28, Fussilet 41/3 ve 44, Şura 42/7, Zuhruf 43/3, Duhan 44/58, Ahkaf 46/12, İbrahim 14/4.
2 İktibas Dergisi, VII. cilt, 133-134-135. sayılar, Kavramlar bölümü

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *