Dili Dillendirin Ama Asla Şişinmeden

Dili Dillendirin Ama Asla Şişinmeden

Şimdi geldiğimiz noktada neler kaybettiğimizin, bize birilerinin nelerden mahrum bıraktıklarının farkındayım artık ama ben eski-mez yazıyı hala bilmiyorum maalesef!

Eskimez Yazı…

Hatırlarım, çocukluğumda mahalle bakkalından alışveriş yaptığımızda dükkân sahibinin kara kaplı deftere o günkü alışverişimizin miktarını Osmanlıcayla yani birilerinin kullanmayı çok sevdiği eski-mez yazı ve rakamlarla yazdığını görürdüm. O zaman farkında değildik olan bitenden. Biz Türkçe öğreniyorduk ama bakkal amca son demlere gelmiş yaşlarda hala eski-mez yazıyla yazıyor ve alacak-verecekleri de eski-mez rakamlarla hesaplıyordu. Sorgulamadık, sorgulatmadılar belki bize onlar niye öyle yazıyorlar da biz farklı yazıyor okuyoruz diye. Doğaldır ki geçmişle o denli bağı olan, geçmişten bugüne sahip oldukları eksik-fazla tüm kültürüyle köprü olabilecek insanlar yok artık aramızda.

Onlar aslında yaşayan tarihti de biz kıymetlerini bilmiyorduk, bilecek yaşlarda da değildik zaten.

Hayata şimdiki gibi anlam katarak, katmaya çalışarak bakmayı bilseydim, bilebilseydim eğer, öğreneceğim çok şey olurdu onlardan. Şimdi geldiğimiz noktada neler kaybettiğimizin, bize birilerinin nelerden mahrum bıraktıklarının farkındayım artık ama ben eski-mez yazıyı hala bilmiyorum maalesef! Öğrenmeye çok niyet koysam da olmadı işte!

Ki öğrensem bile çocukluğumuzun ihtiyarlarının, o bakkal amcaların, teyzelerin duygularını çıkarabilir miyiz o harflerde, yazılarda? Birebir, nefesini yüzünde hissederek yüz yüze konuşmak, dertleşmek gibi olur mu hiç sahipleri daru-l bekaya gitmiş satırları okumak?

Bu durumu Arapça metinler, diğer yabancı dillere ait eserler için de söylesem garip kaçar mı?

Silinen Hafıza ve Arşiv Çalışmaları…

Nihayetinde hafızası silinmeye, geçmişiyle irtibatı zorla koparılmaya çalışılmış bir toplum, eski-mez yazıyla yazan ve düşünen bir nesil; İslam’a, İslam tarihine ait ne varsa arkalarında bırakması, unutması istenen bir millet! Şimdi ise inadına, siyasal erk ve ona yaslanan birileri engel koymaya çalışsa da her şeye rağmen geçmişi bugüne taşımak, kaybettiğimiz yani aslında zorla kaybettirilen tarihin dokusunu olanca çıplaklığıyla geçmişten bugüne getirmek isteyenler var aramızda.

Ve onlardan bazıları en olası cesaretle, yukarıda da değindiğimiz gibi siyasal erkin bloke ettiği ve konjoktürel baskılar nedeniyle yer yer kapılarını açmak zorunda kaldıkları arşivlerin tozlu raflarından indirdikleri sayfalarda gezinip gerçekleri sunuyorlar, sunmaya çalışıyorlar bizlere.

Dayatılan resmi tarihe rağmen, tarihin derinlikleri bu girişimler sayesinde sığlaşıyor artık. Böylelikle de karanlık noktalar aydınlanıyor, yanlış veya doğru bilinenlerin aslında ne olduğu keşfediliyor. Tarihi bilgilerin dışında, en önemlisi Dine dair ne söylenmiş ne yazılmışsa eskilerde, çevirisi yapılıp öylecene bizim anlam dünyamıza, idrakimize sunuluyor. Yakın gelecekte, belki de arşivlerde geride kalan gizli-saklı her ne varsa ortaya çıkarılacak ve böylece gizemli tarih konusunda insanlar aydınlanacak, olur mu olur.

Âlim, Aydın, Entelektüel olmak Ama Her Şeyden Önemlisi Tevazu sahibi olmak…

Bu girişten, en azından Osmanlıcayı, zımnen de Arapçayı bil-e-memenin ezikliğini dile getirdikten sonra, geçmişten bu yana devasa kültür hazinesini insanların hizmetine sunan “dil-lisan” bilen akademisyenlerin, nev-i şahsına münhasır araştırmacıların ki üzerine basarak söylemiş olalım, bir kısmının takındıkları tavır ve tutumlarına değinmek istiyorum gücümüz yettiğince.

Dünya âlem bilir ve kabul der ki tevazu sahibi olmak hem vahyi ölçekte ve hem de onun öğretisine muhatap olmuş ortak insan aklının öncelediği, ayrıca tavsiye ettiği değerler manzumesinde başat faktörlerden sadece biridir.

İnsanlar sahip oldukları artı değerlerden dolayı alçakgönüllülüğü öncelemezlerse şayet, toplumun ahlaki normlar üzerinde şekillendiğini varsaydığımız dinamik yapısının bozulması kaçınılmazdır. Zikrettiğimiz hasletlerin yaşatılmadığı vasatta kibir, haset, kıskançlık, çekememezlik vs. gibi tersi olumsuzluklar da isyan bayrağını açacaklardır haliyle.

Dolayısıyla vahiy bağlamında ziyade edersek, tekebbür, istiğna, müstağni tavır ve benzerleri gayr-i ahlaki hususlarla beraber zemmedilmiş, muhatapları tuğyan edenler kategorisinde değerlendirilmişlerdir.

Şu halde soralım: Osmanlıca ve Arapçayı neredeyse anadili gibi bildiklerini söyleyenlerin bu hususlardan haberdar olmamaları mümkün müdür?

Hayır, asla ve kat’a!

İnsanı tarif ve terbiye eden Kur’an-ın dışında, geçmişin kültürünü yansıtan ve o zamanlarda oluşturulmuş disiplinlerin kaynağı olan Osmanlıca ve Arapça yazılmış eserlerde de İslami hassasiyetler bağlamında işlenmiş de ondan.

Fakat ne yazık ki dil bilenlerin ve bildikleri dil bağlamında tercüme gayretini gösterenlerin bazıları ama yazılarıyla ama söyleşileriyle ama katıldıkları TV. programlarında ama davet edildikleri panel, sempozyum, konferans, kolokyum vb. yerlerde ama sunum yaptıkları, ders verdikleri seminerlerde sahip oldukları bu özelliklerini tekebbüri bir edayla biteviye başa kaktıkları da bir realitedir.

Muhataplarına titrlerini, akademik kariyerleri, ihtisas alanlarını sormak; mevzu edilen konuya dair dil-i ne kadar bildiğini öğrenmeye çalışmak, kendi bilmesinin diğerine rağmen olduğunu ifade etmek ve daha neler vazgeçilmezlerden olmuş onlara göre! Kendini bilmez yaşlarda dil öğrendiğini söyleyenleri, akademik kariyerini karşı tarafa dayatanları, kitaplarının bilmem kaçıncı baskı yaptığını söyleyenleri, dilinin hafızı olduğunu seslendirmekten zevk duyanları, sülalesinin âlim olduğunu zikretmeyi ibadet telakki edenleri, okuduğu kitapların sayısını söylemeyi görev addedenleri duymayanımız, görmeyenimiz ve dahi dinlemeyenimiz var mıdır aramız da?

Onlar öyleler ya; her şeyi en iyi bilendirler artık!

Bu âlimlerimizin(!), bu aydınlarımızın(!) ağır abi olanlarımızın dünyasında tevazu kelimesi yoktur. Mütevazı olmak nedir bilmezler. Aslında onları tarif eden kibir kavramını da silmişlerdir lügatlerinden, yakıştıramazlar kendilerine bir türlü. Onları bu durumları hatırlatılınca; ”Bizim öyle bir derdimiz yok ki öyle anlıyorsanız sizin zafiyetinizden, kompleksinizdendir!” derler.

Gazete köşelerinde, dergi sayfalarında yazarlar ve bu arada muarızlarını konuştuğu dili dahi bilmemekle suçlarlar. Noktasını, virgülünü eleştirirler; cümle yapısını bilmekten aciz olduklarını seslendirerek “Ben seni noktamla, virgülümle döverim!” derler.

Bu ruh haliyle de Arapça vb. dillerden çeviri yarışı yaparken başka birileri de ilim-bilim adına o çevirileri didik didik ederler ve nihayetinde “Olmamış!” fetvasını verirler. Eleştirenler de az değildir hani, muhataplarını neredeyse nasıl rezil rüsva ederiz dercesine üslup takınırlar. Eleştirilen de eleştirmene cevap hakkını kullanarak benzer bir üslubu taklit eder ve bu böylecene kör dövüşü şeklinde gider de gider. Haklarını yemeyelim, onlar bütün bunları ilim bilim adına ve bizatihi Allah’ın rızasını kazanmak için yaparlar(!)…

Kendi akranlarına takındıkları bu tavrı hadi anladık diyelim ya okuyuculara-okuyucularına takındıklarına ne demeli? Onlar çeviri yapıyorlar, ayrıca kendi dillerinden kitap ve makaleler telif edip bize havale ediyorlar. Bizler de önemlerine binaen istifade etmek için alıp okuyor ve yazılanlara, çevirisi yapılanlara dair düşünce-fikir geliştiriyoruz.

Fakat öyle anlaşılıyor ki bizim düşünce üretmeye, konu hakkında bir şeyler demeye yetki ve salahiyetimiz yok yazarlarımıza göre. Onlar “havas” biz “avam” ız çünkü!

Onlara sormak gerek, anlayamayacaksak şayet, okuduklarımızdan fikir-düşünce üretemeyeceksek eğer

“Sahi siz niye kitap yazarsınız, niye yabancısı olduğumuz eserleri dilimize çevirirsiniz?” diye.

Anlayamayacaksak, kafamız basmayacaksa niye sağda solda konuşursunuz, bildiklerinizi seslendirmek için neden çırpınıp durursunuz, niçin kitap makale nevinden şeyler yazarsınız?

Türkçe Kur’an Meali…

Sözü buraya getirdikten sonra, inandığımız dinin kaynağı olan Kur’an-ın Cumhuriyetin ilk yıllarında metazori olarak elan sahip olduğumuz dile çevirisinin yapılmasına ve “ona dair geliştirilen anlama sorununun neliğine değinmeye ve bu çerçevede gelişen alçak gönüllükten, buna paralel erdemlerden yoksun tartışmalara gönderme yapmak da şart oldu artık.

Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren başlayan “Türkçe Kur’an olur mu?” sorusunun geliştirdiği tartışmaların akabinde bugüne kadar, bir rivayete göre iki yüz yirmi adet Kur’an meali Türk insanına anlasınlar(!), okusunlar diye ikram edilmiştir. Bazı üstadlar “Onları üst üste koyamazsınız, biri diğerinden daha bir ustalıkla tercüme edil-e-memiştir!” dese de bu böyle. Meallerin yanında Kur’an tefsirlerinin, hadis ve fıkıh külliyatların, siyer ve siret malzemelerinin tercümeleri, yabancı aydın-âlimlerden yapılan çeviriler de anlama problemimizi halletmek için kütüphanelerimizde rafları çoktan doldurmuş vaziyettedir ve bahsettiğimiz şey önlenemez bir sürecin geldiği noktadır ve artık olan olmuştur.

Geçmişteki yani Cumhuriyetin inşa edilmesi sırasında insanların Kur’an-ı Türkçeye çevirme çabalarını tartışmanın, arka planında ne gibi niyet taşıdıklarını tespit etmenin, geleceğe dair aynı tuzaklara düşmeme açısından belki faydası umulur ama hemen şimdi yaşayanlar için, inanma ve öğrenme sorununu halletmesi açısından bir faydası var mıdır, tartışmaya açık bir durumdur. Bu sebeple, neredeyse imanlarına halel gelecekmişçesine ümmet-i Muhammed’i alenen veya zımnen Arapça ve dahi Osmanlıca öğrenmeye zorlamanın da bir anlamı ve gereği yoktur. Velev ki böyle bir imkân ele geçti, yeniden bir hafıza inşa etmenin zorluğuyla karşı karşıya gelmeyecek mi insanlar?

İçinde doğduğu toplumun diline ve o dile dair kültüre vakıf olmak için zaten olabildiğince çaba göstermesi gerekenlere, tarife muhtaç olmayan kuşatılmışlığın içinden çıkıp, sair dilleri öğrenme şartını farz telakki ederek dayatmak ne kadar sağlıklı olacaktır?

Talip Olma, Paylaşma ve usül…

Kabul edelim ki bu talip olma, gönül işidir; her şeyden önce bir imkân işidir.

Talip olanlar, talip olduklarına kavuştuklarında; imkânı olanlar, ellerindeki bu fırsatı değerlendirme becerisini gösterdiklerinde yapılması gereken şey de halisane bir niyetle değer adına her neye sahiplerse derhal insanlarla paylaşmaktır.

Ama kesinlikle usulünce ve kesinlikle takaza yapmadan, tekebbür göstermeden, müstağni bir tavır sergilemeden, Müslümana yakışan bir tutumla ümmetin menfaatine sunmalıdırlar bildiklerini.

Zaten olan oluyor, üniversitelerde, özel okullarda ve değinildiği gibi bireysel çabalarla öğrenen öğreniyor her şeyi. Deruni boyutu hedefleyenler üniversite düzeyinde kalmayıp daha da ileriye götürüyorlar öğrenme sürecini. Talip olanlar için bu iş niye zor olsun ki?

Halisane niyet koyanların zaten hem ilahi ölçekte ecirleri vardır ve hem de toplum kalbinde yer tutmaları işten bile değildir. Hal böyleyken daha ne istenir?

Meal Bolluğuna Rağmen Anlama Sorunsalı…

Demeye çalıştığım şudur ki doğup büyüdüğü toprakların diline, kendi cinsinden olanlarla anlaşabildiği kadarıyla vakıf olanlar; hiç bilmedikleri dillerden yapılmış çevirileri de evrensel anlamda mesaj verdiği söylenen Kur’an ‘ın kendi dilinde şekillendirilmiş mealini de pekâlâ anlayabilirler.

Ve korkulmasın, yukarıda da zikrettiğimiz gibi eğer doğruysa iki yüz yirmi adet meal var.

Va’z ettiği hayat ister öncelensin, ister öncelenmesin istatiki verilerden de anlaşılacağı üzre artık her ev ve ailede birkaç adet Kur’an Meali bulunduğu bir vakıadır. Biraz araştırma ve öğrenme gayreti taşıyanların kütüphanelerinde daha da fazlası yer tutmuş vaziyettedir. Bu arada konu-kavram çalışmalarının derlendiği çok sayıda sair kitap-eserleri zikretmeyi de ihmal etmeyelim.

Eldeki imkanlar dahilinde okumamız halinde hala anlayamayacağımızı ve hala anlamaya dair düşünce-fikir üretemeyeceğimizi kim söyleyebilir ki?

Tekrardan seslendirelim; okuduklarımızdan faydalanıp, anlayamayacaksak; fikir-düşünce üretemeyeceksek niye yazılır-çizilir bunca eser?

Bizden daha fazla bildiğini söyleyenler gazetelerde niye yazarlar ve dahi konferans, panel vb. yerlerde niçin konuşurlar? Sahih-doğru bilgiyi paylaşmak, Ümmet-i Muhammed-i cahillikten kurtarmak, en nihayetinde emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker için değil mi?

Sorulduğunda öyle demezler mi?

Bu denilenlere doğrudan muhalif olmanın bir gereği de yok.

İtirazımız da zaten söylenenlere, yazılanlara karşı düşünce –fikir üretirken, onların neredeyse ”Siz ne bilir, ne anlarsınız ki?” dercesine tavır takınmalarınadır.

Onlar yazacak biz yazılanları okuyacağız; onlar konuşacak biz dinleyeceğiz, hadi diyelim ki bu doğru olan ama okumak ve dinlemek beraberinde anlamayı da getirmez mi?

Hülasa…

Sorumluluğu üstlenmiş her akıl ama türlü okumalarından ama tecrübelerinden bir şeyler üretir ve ürettiklerini kendinde tutmaz paylaşır. Fakat bunu kendini yücelerde görerek yani müstağni kılarak yapmaz, yapmamalıdır da.

O bilir ki, bilmelidir ki; ondan fazla bilenler de vardır. İlim-bilimde, anlama ve yorumlamada da mutlak manada son yoktur. Okuduğumuz kitaplar, tarih ve yaşadığımız süreç bize bunu öğretti çünkü.

(Peygamberin rıhletinden hemen sonra ortaya çıkan siyasal manzara, yaklaşık yüz elli yıl denilen zaman diliminde zuhur eden itikadi ve ameli mezhepler; fetihlerle, sair din ve felsefelerin etkisiyle transfer edildiği söylenen yüzlerce tasavvufi ekoller yani tarikatlar ve onların şimdiki güncel versiyonu denilen dünya dolusu cemaatler, resmi anlamdaki uzantıları dernek ve vakıflar, sendikalar, yardım kuruluşları, sair STK’lar, çeşitli platformlar, siyasi görünürlükleri SP ve AKP gibi partiler, yazılı ve görsel medya bağlamında gazete, dergi ve televizyon kanalları anlama ve yorumsamadaki sıkıntıların tezahürleri değil midir?)

Evet, biz âlim diye bilinenlerden, aydınlardan, akademik kariyere sahip hocalarımızdan, gazetelerde yazan ağır ağabeylerimizden, romancılarımızdan, şairlerimizden ve dahi cemaat önderlerimizden sadece bilgilerini paylaşsınlar istiyoruz, hepsi bu. Kendilerine bu dünya ölçeğinde saygı gösterilmesini/duyulmasını istiyor ve itibar edilmeyi bekliyorlarsa kibri değil, tevazuyu öncelemeliler. Ve cahilliğimizi(!) yüzümüze vurmadan, aşağılamadan paylaşmalılar bildiklerini.

Biz, çevirilerde az veya çok farklılıklar olsa da Kur’an meali ve tefsirleriyle, bilgi, fikir-düşünce paylaşımı dolayımında yazılanlarla, tercümesi yapılan eserlerle anlayabildiğimiz kadar anlarız merak edilmesin. Hem bu ara bizim bilgilenmemize ve aydınlanmamıza, en önemlisi ilahi mesajı anlamamıza vesile oldukları için dualarımızdan da eksik etmeyiz onları, az şey mi bu?

Sahi alçakgönüllü olmak bu kadar mı zor?

Malumdur ki üslub-ı beyan ayniyle insandır demiş, eskiler…

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *