İçimizden Biri ve İsyanları

İçimizden Biri ve İsyanları

Din hayat nizamıdır, yaşama, yaşayan insanlara, düşünce ve eylemlerine, birlikteliklerin neliğine yani her şeye müdahale eder.

İçimizden biri dedi ki: Kardeşim benim sıkıntılarım var, emekli maaşımla geçinmekten acizim. Aldığım maaş borçlarıma gidiyor. Borcum azalsa iyi, iktidar-lar-ın zalimane, adaletsiz ve sömürüye endeksli politikaları sebebiyle günbegün artıyor. İcra takibi, karakol ve mahkemeler yabancı gelmiyor bana artık, kanka olduk her biriyle. Ne yapalım ki şartlar elvermedi, kapasiteleri de o kadarmış, okutamadım, okuyamadılar ve çocuklarım şimdi taşeronlara hizmet ediyorlar, onlar da benim gibi yarına borçlu olarak koşturuyorlar. Peki, benim bu halimden, dünyaya borçlu gelen ve bu borcu ödemek için birilerinin kulu kölesi olmak zorunda bırakılan çocuklarımdan;  yardım dernekleri, fak-fuk-fon gibi kuruluşların önünde kuyruk oluşturmuş diğer insanlardan haberdar olan Müslüman dostlarım ne yapıyorlar?
Üzülerek ve hatta kızgınlıkla söyleyeyim ki duyarsızlar! Fildişi kulelerinde ahkâm kesiyorlar. Hayata, birebir insana ve sorunlarına dair önerdikleri neredeyse hiç bir şey yok! Birçoğunun keyfi gıcır, sahip oldukları imkânlarla bugünlerini ve yarınlarını garantilemişler! Son model arabalar, yazlık ve kışlık evler, bankada hesaplar, emekli maaşlarını tavandan alacak makam ve mansıplar yani oh ne ala, durumlar kekâ!
Onlardan bazıları kâh sosyolojiden kâh siyasetten kâh ilahiyattan dem vurarak, “Modernizm böyle, sekülerizm şöyle; kavramların altı üstüne getiriliyor, bazı şeyler inkâr ediliyor, Din rasyonalize ediliyor yani Din elden gidiyor!” diye konuşmaktan da geri durmuyorlar.
Hey gidi mübarekler! Sergiledikleri yaşam tarzlarıyla güya eleştirdikleri zihniyetin göbeğine oturmuşlar,  haberleri yokmuş gibi davranıyorlar, bu halleriyle tutmuşlar Dini savunmak adına rol kesiyorlar!
De gidin kardeşim işinize!
Söylediklerinizin benim hayatımdaki karşılığı ne?
Derdime merhem olabiliyor musunuz, problemlerimi çözebiliyor, borcumu ödeyebileceğim ve bundan sonra da borçsuz yaşayabileceğim bir vasatı hazırlayabiliyor musunuz?
Çocuklarımı ve diğer yüz binlercesini modern zamanların kulu ve kölesi yapmaktan kurtarabilecek (boş geçtik yardımı vs’yi) projeler üretebiliyor musunuz?
İnsanları icra kapılarında, karakol ve mahkemelerde süründürmeyecek; yardım derneklerinin, fak-fuk-fon gibi kurumların önünde kuyruğa dizmeyecek, rezil rüsva etmeyecek yani kendi cinsimizden varlıklara muhtaç etmeyecek bir dünya tasavvurunuz var mı?
İktidarı ele geçirdiğinizde mi düzelteceksiniz her şeyi?
Şimdikiler bu kandırmacalarla iktidara oturmadılar mı? Peki, görece yani kökten olmayan çözümlemeler, rahatlamaların dışında yaptıkları ne, pek bir muhabbet duyduğunuz iktidarın?
Sizi, bizi doğrudan ilgilendirmeyen meselelerle en kral rol kesicilere, en baba sihirbazlara taş çıkartmıyorlar mı? Gidin kırsallara, köylere, gidin arka mahallelere, varoşlara, ne çaresiz, ne derdi olup da paylaşmaktan hayâ eden, paylaştığında da sükût-u hayale uğrama endişesi taşıyan insanlar göreceksiniz. Hadi vazgeçtim kendimden, bırakın beni, bırakın kılı kırk yarıp bende zaaflar aramayı da gidin o insanların sorunlarına çözüm üretin.
Size derdi için gelenlere, “Hadi kardeşim Allah versin! Beni Hilal-i Ahmer Cemiyetinin sahibi mi zannettin?” dercesine fak-fun-fonu, yardım kuruluşlarını yani insani anlamda hiçbir hassasiyet taşımayan ve istismar ediliyor gerekçesi ile insanların önüne bir yığın bürokratik engeller çıkaran kuruluşları adres göstermeyin. Var mı bütün bunlara karşı bir ön tedbiriniz?
Yok tabii ki…
Aksine diyecekleri şu: “Arabesk takılmanın lüzumu yok! Melankolik zafiyetler göstermenin de!
Bize ne senin ve senin gibilerin hesapsız davranışlarından? Ayak-yorgan münasebetini iyi kursaydın! Zamanında gezip tozacağına, har vurup harman savuracağına bir köşeye para koysaydın. Gelmez mi zannettin bu günleri! Aza kanaat etseydin, paran kadar oturabileceğin evi kiralasaydın, yiyebileceğin ve giyebileceğin şeyleri tüketseydin! Biz mi dedik borçlan diye? Hastalıklarına biz mi sebep olduk?”.
Bu da yetmezmiş gibi, şu şekil sözlerle baskılamaya veya teselli etmeye çalışırlar: ”Bak, senin hiç olmazsa emekli maaşın var, işsizleri, fak-fun-fondan, sair yardım kuruluşlarından aldıkları üç beş kuruşla hayata tutunmaya çalışanları bir düşün!”
Yani ölümü gösterirler hep ve sonra sıtmaya razı etmeye çalışırlar. Verdiğim örnekler bağlamında fedakârlık benden, benim gibilerden beklenir yine. ‘Senden daha beterleri var, haline şükret’ demeyi de hiç ihmal etmezler. ‘Şu fakirlik edebiyatından da artık gına geldi…’ derler. ‘Bizim uğraşacak daha ciddi meselelerimiz var…’ gibi sözler, bilgiçlik fışkıran dillerinin sığınağı olan ağızlarının sakızı olmuştur adeta!
Neyse bu ciddi meseleler… derken anladın sen onu! Gündem-ler-e, ağzı açık ayran delisi gibi gündem-ler-den pek bir hoşnut olanların entelelektüel dalaşlarına bir bakarsan anlarsın ne dediğimi; tabii boş teneke ayarında tutunmuyor ve bakmıyorsan hayata!

***

Ben de dedim ki: Boş teneke, öyle mi? Hadi iyi kondurdun yine ama üzerime alınmayacağım senin inadına. Ne yapabilirim, söylediklerinin birçoğunda haklısın(!) çünkü.
Ama sanki ama biraz tepkisellik yok mu bu dediklerinde? İçinde yaşadığın koşullar seni böyle düşünmeye zorluyor olmasın sakın? Mesela emeklisin ama çalışabilir-s-d-in. Mesela etrafındakileri, mesela iktidar ve ona gönül verenleri biteviye eleştirip kırıp dökmeyebilir ve çocukların için sağlam zeminler hazırlayabilirdin. Tutsaydın dilini de kendi kuyunu kazmasaydın!
Binlerce emekli var ama her biri senin gibi değil ki birçoğu çok da güzel geçiniyor. Yani kendi basiretsizliğin, denildiği gibi hesapsız işlerin seni bu duruma düşürmüş olamaz mı?
Hal böyleyken eleştirilerinde ne kadar haklı görülebilirsin? Hem eşya ve olaylar hakkında hep eleştirel dil kullanmak gibi bir mecburiyetin mi var? Bu ahval içinde sübjektif olmadığını, olaylara da objektif baktığını iddia edebilir misin? Tepkisellik ama bir yere kadar değil mi?
Öyle anlaşılıyor ki önyargılısın, bakış açılarının neliğini, doğru yerde durup durmadığını hiç sorgulamıyorsun ve bu konuda bencil olma ihtimalin de fazla!

***

O da cevaben dedi ki: Yahu dostum, Allah aşkına! İnsan denince aklına ne geliyor? Sadece et ve kemikten mürekkep bir varlık mı? Benim duygularım yok mu, akıl ve düşünce dediğin şey ne zamandır duygu denilen kavramdan, hissiyattan beri oldu? Her vasatta bu Dinin Peygamberinin örnekliğinden bahsedip duruyorsunuz, madem öyle bakın onun hayatına, olaylar karşısında gösterdiği tepkilere ve onu destekleyen bir dolu ayetlere, hangi birisi tepkisel veya eleştirel değil? Sanki o hiç üzülmemiş, sanki o hiç kızmamış, sanki o bulunduğu vasatta işlenen zulme, işlenen haksızlığa hiç tepki göstermemiş gibi konuşuyor ve eyliyorsunuz, bu mudur yani?

Peki, ya arkadaşlarının yani ashabının durumuna ne demeli? Hepsi birer süt kuzusu mu idiler? Savaşların dışındaki yaşamlarında gelişen haksızlıklar karşısında sus pus mu oturmuşlar, hiç tepki göstermemişler mi? Sen şimdi arıyı da işin içine kadarsın ama bilindik anlamda Vahiy insana nazil oldu dostum, dağa taşa değil ki. Madem öyle, her biri kafamıza kafamıza vuran ayetleri de eleştireldir, tepkiseldir diye, bize bazı şeyleri hatırlatıyor, açmazlarımızı biteviye yüzümüze vuruyor diye okumayalım o zaman!

Şimdi sen diyorsun ki objektif ol; iyi de anlattığım bir dünya sorunu ben yaşıyorum kardeşim!

O sorunlarımdan başımı kaldırıp sair konulara, o konular üzerinde horon tepenlere nasıl nesnel bakabilirim ki ben? Üstesinden gelemeyeceğim bir işi istediğinin farkında değil misin yoksa?
Sen diyorsun ki tepkisel düşünme ve davranma; iyi de sorunlarıma bigâne bir tavır içinde laf cambazlığının derdine düşen ve üstelik Müslümanlığına toz kondurmayanların umursamaz tavırlarına ben şahit oluyorum arkadaşım!

Sen diyorsun ki eleştirme, eleştirel dili bırak, biraz da yapıcı ol; iyi de neyim ben? Dünya yansa bir kalbur samanı yanmaz sanılan duyarsız, umursamaz biri miyim?

Kaldı ki artık yanacak bir şeyim de kalmadı? Ne yani sövene dilsiz, vurana elsiz mi olmam isteniyor?
Sol yanağıma vurana sağ yanağımı da mı ikram edeyim. Üç maymunları oynamak ne zamandır Dinin gereği oldu! Elbette ki her dediği doğru olan, doğrucu Davut nevinden biri değilim ama nerede kaldı üzerimize vazife kılınan iyiliği emir ve tavsiye etmek?
Nerede kaldı ‘Eleştirmiyorsanız sizde, eleştirinin gereğini yapmıyorsam bende hayır yoktur…’ gibi sözler söyleyen ve her kürsüye çıktığınızda, her söz aldığınızda adaletiyle övündüğünüz ikinci halife Ömer gibi şahsiyet örneklikleri?
Sen diyorsun ki çirkinlikleri değil, güzellikleri gör ve insanları arada bir bu yönde onore ve hatta motive et; iyi de sayın abim, güzellikler zaten olmak zorunda ve zaten karşılığını inandıkları Allah’tan görecekler; fakat şimdi yanan, şimdiki zamanı darda zorda geçiren benim. O güzellik dediklerinle ben müşerref olmuyorsam, oldurulmuyorsam, benim de haliyle, “Bana ne sizin bana yansımayan, bana ulaşmayan güzelliklerinizden?” deme hakkım olmaz mı?

Sen diyorsun ki bakış açın problemli; iyi de güzel kardeşim, seninle ben aynı koşullarda, aynı yerlerde yaşamıyoruz ki. Elbette bakış açılarımız farklı olacak. Yaşımız farklı, kültürümüz, müktesebatımız aynı değil, karakterlerimiz zaten öyle. Ben burada duruyorum, sen orada, olaylar karşısında nasıl birebir düşünmemiz istenebiliyor ki hayret! İstişare, meşveret ve tabii ki anladığımızı iddia ettiğimiz Kur’an’dan, örnek aldığımızı söylediğimiz Peygamber haytından mülhem ortak kabuller elbette ama bu niye hep benden fedakârlık istenerek ileri sürülüyor?

Sen diyorsun ki bencil olma; iyi de bencil olacak, kollarımı içime kapatıp değerlerimden başka sahiplenecek neyim var ki benim, onları da mı heder etseydim? Kirada yaşayan, kira parasını zar zor çıkaran, evine maişet götüremeyen, bunun yanında çocuklarının, yakınlarının, eş ve dostlarının derdine düşmüş biri olarak ben nasıl bencil biri olabilirim?

Git işine dostum, yok böyle bir şey!

Sen diyorsun ki empati kur; ah be güzel kardeşim, keşke o dediğin gerçekleşse de yani şu iktidarda olanlar, şu müreffeh hayat yaşayanlar da benim yerime, sair derdi olanların yerine kendilerini bir koyuverseler ve sonra işin gereğini yerine getirseler de empatinin hakkı bir verilebilmiş olsa. Bak o zaman hiç sıkıntısı olan insan kalıyor mu yeryüzünde.

Ama nerdeee?

Ben deniyorum kendi adıma ve halisünasyon bağlamında geçici bir rehavet yaşıyorum lakin sonra silkeleniyor ve kendi acı gerçeklerimle baş başa kalıyorum. Şunu söyleyeyim, onlar empati kurduklarında geçici bir üzüntü hissedecekler ve sonra kendi lüks, müreffeh yaşamlarıyla baş başa kaldıklarında empati denemesinde bulundukları şahsiyetleri unutup gidecekler yani işin gereğini yapma hususunda hassasiyetlerini ortaya koymayacaklar.

Peki, buna empati diyebilir miyiz şimdi?

Ve empati yani duygudaşlık,  daha ötesi diğerkamlık laf ola beri gele cinsinden türetilmiş, bir kompozisyonu, bir edebi metni zenginleştirmek için dile getirilen kavramlardan mıdır?

Her zaman olduğu gibi sözün sonu niyetine söylersek, Din hayat nizamıdır, yaşama, yaşayan insanlara, düşünce ve eylemlerine, birlikteliklerin neliğine yani her şeye müdahale eder.

Nasıl ki vakti zamanında vahiy an be an olayları çekip çevirmiş, nasıl ki inanan insanlar o istikamette tavır geliştirmiş eylem ortaya koymuşlar ve nasıl ki birbirlerini sahiplenmişlerse, şimdikiler de aynı atraksiyon içinde olmak zorundadırlar.
Aksi halde söylemleri laf ebeliğinden, laf cambazlığından öteye gitmez…
Ve üzgünüm, dediğin gibi olaylara sübjektif bakıyorum!
Ve üzgünüm dediğin gibi objektif değilim!
Ve üzgünüm dediğin gibi empatiyi hiç başaramıyorum!
Ve üzgünüm, dediğin gibi önyargılıyım!
Ve dediğin gibi bu sebeplerle de eleştirelim!
Ve madem öyle sıkıysa bana tavsiye ettiklerini birebir sen uygula!
Ve bakalım gerçekten dediğin gibi davranabilecek misin?
Hadi kolay gelsin!

***

Bütün bu “İsyanlardayım!” durumuna nasıl bir tepki vermem lazım?
Takdir sizin…

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *