…Mış, …miş gibi düşünmek …mış …miş gibi yaşamak

…Mış, …miş gibi düşünmek …mış …miş gibi yaşamak

İşleyişin farkında olanlar istisna, kitleler ve özelde Müslümanlar da simüle edilmiş olay ve olguların büyüsüne kapılmış birer konu mankeni pozisyonundadırlar.

Sözlüklere göre simülakr, bir gerçeklik olarak algılanmak istenen görünüm; simüle etmek, gerçek olmayan bir şeyi gerçekmiş gibi sunmak; simülasyon, benzetim, taklit etme, benzerini yapma; simülatör ise iki yüzlü, numaracı, yalancı anlamlarına geliyor…

Mesela pilotluk, gemi vs. kaptanlığı eğitimi için tasarlanan taklit ortamlar gibi işin teknik tarafı bir tarafa, bu kavramları gündeme getirmemizin sebebi anlamları itibariyle daha çok iktidarların ve onların vazgeçilmez bir aracı olan medyanın neliğine, en önemlisi de bütün bunların karşısında Müslümanların durduğu yere dikkat çekmekten başka bir şey değildir.

“Simülakrlar ve simülasyon/Jean Baudrillard” kitabından mülhem kendi zaviyemizce söylersek, iktidarlar, tabiri caiz yandaş ve muhalif medya iyi bir simülasyon üreticisi yani usta bir simülatör; işleyişin farkında olanlar istisna, kitleler ve özelde Müslümanlar da simüle edilmiş olay ve olguların büyüsüne kapılmış birer konu mankeni pozisyonundadırlar. Yaşadığımız coğrafyada eskiye oranla iktidar eleştirisinin azaldığı bir realiteyse eğer -ki öyle, mevcut iktidarca çok iyi dizayn edilmiş bir simülasyon ortamında, bizi olayların tek hakimi yani iyi birer pilot, iyi birer kaptan vs. miş gibi sanmamızı sağladığı da bir realitedir…

Baudrillar da zaten “Biz çoktan gerçek olanı kaybettik. Günümüzde simülasyon ‘Ben gerçeğim’ ideasında bulunarak, bize kendini gerçek olarak tanıtmaktadır.” şeklindeki tespitiyle durumumuzu tavzih etmektedir…

Her ne kadar Ergenekon vb. dosyalar adı altında derin devlet denilen ve darbeci zihniyete sahip gizli yapılanmaların tasfiyesine dair olaylar söz konusu olsa da yine Baudrillard’ın kitabında global ölçekte söylediği gibi Türkiye dahil çevremizde iktidar kuklalarından yani iktidar… mış gibi yapanlardan başka bir şey yoktur. Çünkü kabul etsek de etmesek de kronikleşmiş ve mekanikleşmiş bir düzen yanılsaması(Baudrillard) toplumu hala yönlendirmektedir…

Küresel hegemonyayı ve yerli işbirlikçilerin gücünü dahası hile ve desiselerini komplo teorileri bağlamında abartmamız, Allah’ın iradesini İslam toplumu adı altında yeryüzünde tecelli ettirmeye namzet Müslümanların güçsüzlüğüne atıf yapmak elbette tartışılabilir bir durumdur ama en azından Cumhuriyetin kurulduğu tarihten bu yana var olan gizli ve açık zalimane işleyişi yok sayma aculluğuna düşmemizin de lüzumu yoktur. Her Müslümanın iyi bildiği üzre, kötülüğü meslek edinmiş insanlar kıyamete kadar vahye rağmen davranacaklardır ve bu sebeple de Müslümanlar olmazsa olmaz cinsinden teyakkuz ve intibah halinde olmak mecburiyetindedirler…

Hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir vakıa vardır ki o da kötülüğü meslek edinmiş insanlar tarafından yönetilen yazılı ve görsel medyanın, konjonktüre göre ve bilhassa derin iktidar yapılarının arzu ve istikameti çerçevesince enformasyonu manipüle ettiği yani dezenformasyona tabi tuttuğu yerel ve küresel haberlerle kitleleri yanılttığı gerçeğidir.

Geçmişte İran-Irak ve Körfez savaşlarında, savaşla alakası olmayan görüntülerin yazılı ve görsel medyaya servis edildiği hala hafızalarımızdadır.

Bu şekliyle medya yani kitle iletişim enstrümanları toplumlara iyilik ve güzellik sunan araçlar değildir. Aksine sahiplerinin ve icraatları sebebiyle rıza gösterdikleri iktidarların menfaati için kitleleri illüzyona tabi tutan ve haliyle başlarına örülen çorabın farkında olmamalarına neden olan araçlardır. Bu bağlamda ilave edersek, medyanın duyguları körelttiği yani “Acaba bugün savaşta, deprem, sel gibi afetlerde, kaza ve cinayet gibi sebeplerle kaç insan öldü?” dercesine haberlerin seyredilmesinin ve insan ölümlerinin adeta numerik ve istatiki değerler kapsamında görülmesinin haberlerin sunuş biçimiyle alakalı olduğu tartışmasız bir gerçekliktir artık.

Zaten Baudrillard da kitabında geneli itibariyle şunları söyler: “İletişim araçlarının yararlı kullanımı diye bir şey olamaz. İletişim araçları, anlamla yanılgıyı birlikte sırtlayıp götürmekte ve bunları diledikleri gibi kullanmaktadırlar. İşte bu araçlardan biri olan televizyon bizi izlemekte, bizi kendimize yabancılaştırmakta, güdümlemekte ve (güya) bilgilendirmektedir.”

Gerçekten de öyledir…

Yazılı ve görsel medyanın yanında internet gibi sanal ortamlar aracılığıyla çelişkili, kirletilmiş yani manipüle edilmiş haberlerden hangi birimiz etkilenmiyoruz ki?

Seyrettiğimiz bir film ve dizi karakterleriyle bütünleşmeyen, senaryonun, oynanan oyunun etkisinde kalıp da gülmeyen, sinirlenmeyen, üzülmeyen ve daha da ilerisi gözyaşlarını tutamayan kaç insanımız vardır? Bu anlamda türlü konuların işlendiği filmlerin gösterildiği sinema salonları da televizyon ekranları da hatta spor müsabakalarının yapıldığı ve konserlerin tertip edildiği yerler de simülasyon ve bana göre onun bir mütemmimi olan endoktirinasyon yani beyin yıkama ortamlarından başka bir şey değildir? Çünkü her birisi bizatihi gerçekliğin zıddıdır. İktidar ve sihirbazlarının ayak oyunlarının farkına varılmasını engellemek amacıyla üretilmiş araçlar ve mekânlardır.

Gündemde olan olaylara istinaden sorarsak, son demlerde özellikle Müslümanların kirli ve taraflı haberler nedeniyle yer yer birbirlerine durduklarına şahit olmuyor muyuz?

Bu da aslında vahyi uyarılara rağmen birlikteliğin, gücün ve dikkatlerin dağılması anlamına geldiği için iktidar ve yandaşlarının istediği bir durum değil midir?

Burada şuna dikkat çekmemiz gerekir: İktidar ve ondan beslenenlerin görevlendirdiği toplum mühendisleri, görevlerini bihakkın yerine getirmektedirler. Gazete ve televizyon ekranlarında ama iktidar lehine ama muhalefet amaçlı tartışılan konulara ve tartışan bilirkişilere(!) dikkat edersek, kendilerini okuyan ve dinleyenleri illüzyona tabi tutmaya çalıştıklarını görmemiz işten bile değildir…

Elbette ki kriterlerimiz bildiğimiz, anladığımız ve samimiyetimiz kadarıyla da inandığımız vahyi değerler, ilke ve prensiplerdir.

Artık iyice anlaşılmalıdır ki vahye rağmen şekillenmiş iktidarların, sistem eleştirisi yapıp kendilerine muhalif tavır geliştirenleri caydırmaya matuf referandum gibi, askeri ve hukuki vesayetin sorgulanmasının karşılığı olarak görülen Ergenekon dosyası paralelinde kendi ilahlarını yemek gibi simülasyon oyunlarına başvurmaları tabiatları gereğidir…

Bu geçmişte zaten böyleydi, şimdi de böyle olması kaçınılmazdır. Bundan sonrasını tahmin etmek de zaten zor değildir. Bu durumda değişen esas aktörler değil, onların yerine geçici süreliğine rol almış ve zamanla asıllarının yerine geçeceğinin sanısına kapılan dublörleridir.

Açıkça söylemek gerekirse, eğer meri hukuk ve sermaye vahyi merkeze alarak şekillenmezse hiçbir zaman vesayet kalkmış olmayacaktır. Her ne kadar kuvvetler ayrılığı diye bir prensipten dem vurulsa da askeri vesayetin, hukuk ve sermayenin vesayetine bağlı olarak şekillendiği de izahtan varestedir. Vahyi ilkeleri keza Peygamber örnekliğini bir tarafa koyup, laik demokratik kabuller çerçevesince ve gündemde olan davalar ekseninde malum vesayetlerin ortadan kalktığını ve bundan sonra da bellerini doğrultamayacaklarını sanmak çok iyi niyetli bir yaklaşımdır ve bana göre isabetli bir durumun karşılığı filan değildir.

Sırası gelmişken, referandum tartışmalarını hatırlatmak isterim. Ne referandum ne de sonrası için verilen vaatler gerçekçi değildi; çünkü bize göre gerçeklik yürürlüğe konulan kanunların vahyin ruhuna uygun olmasını dilemek ve istişari ortamlar vesilesiyle yürürlüğe konulmasını sağlamaktır. Öyle ki bugün var olduğu söylenen ve birçoğumuzu mesut ve bahtiyar kılan görece özgürlüklerin bile, olası bir iktidar değişikliğinde derhal geri alınması ihtimal dahilindedir…

Anayasada ilk kurucu irade hala daha hüküm fermadır, değiştirmeye de şimdilik kimsenin gücü ve niyeti yok gibidir. Nitekim yapılan açıklamalar bizi doğrular mahiyettedir, yarının ne olacağını da Rabbimiz bilir…

Üzülerek ve karşı eleştirileri de göze alarak söyleyelim: İnandığımız vahyi gerçeklikler bağlamında iktidarlara karşı tepkisiz olduğumuz artık bir hakikattir. Gerçeğin tepkisizleştiği yerde de ne yazıktır ki her şeyi gerçekmiş gibi gösteren simülatörler yani kandırıcılar ve tabiidir ki gerçeğin bizatihi kendisiymiş gibi algılanan simülakrlar vardır.

İçinde bulunduğumuz vasatın çarpıklığı anlamak için siyasal, sosyal ve ekonomik işleyişe keza istatiki verilere bakmak bile yeterlidir.

Sonuç niyetine söylersek, vahyi ve peygamber örnekliğini öncelemeyen iktidarlar, Baudrillard’ın konumlandırmasıyla simülatörden başka bir şey değildirler. Kitleleri simülasyon ortamlarında ..mış…miş gibi yaşamaya zorlamaktadırlar ki zaten kendi iktidarları da …mış…mış gibidir; çünkü göbeklerinden NATO’ya, BM, AB ve ABD’ye bağlıdırlar ve bu sebeple de esas irade sahibi değildirdirler.

Bütün bunların komplo teorisinden mülhem olduğunu söyleyenlerden ricam, var olan işleyişin Kur’an’i hakikatler bağlamında tanımını yapmalarıdır.

Yoksa bir takım görece iyileşmelerin olduğunun biz de farkındayız, biz de mazlum ve mağdurlara, zulüm görenlere Rabbimizden yardım diliyor ve zulmün ortadan kalkmasını temenni ediyoruz ama şunu da itiraf edelim ki dua harflerden mürekkep bir durumun karşılığı değildir…

Bugün Müslümanların yaşadığı bölgelerde totaliter ve aynı zamanda kukla rejimlerin, zalim diktatörlerin vs. söz konusu olması ve asırlardır bu durumun devam etmesi; gündemde olanlara istinaden dile getirirsek, alternatif olarak da vahyi umdeler ekseninde gelişen yasalarla biçimlenmiş bir toplum, bir sistem modeli değil de laik demokratik kabullerin ileri sürülmesini “dua” kavramını esas aldığımızda nereye koymamız icap eder?

Nitekim malum coğrafyalardaki liderlerin ABD ve NATO’ya yani küresel hegemonyanın çıkarlarını temerküz edenlere “Biz İslam devleti modelini, şeriatı filan öngörmüyoruz. Arzu ettiğimiz Batıyla barışık, laik demokratik bir yönetim biçimidir ve Türkiye iktidarı da rol modelimizdir.” şeklinde teminat verdikleri hepimizin bildiği gerçeklik değil midir?

Kabul edelim ki böylesi bir durumda empati kurmak ve “Kırk satır mı yoksa kırk katır mı?” sorusuna cevap bulmak gerçekten zor.

İşin içinde “Ya NATO’cusun ya da Esad’cı; ya İrancısın ya da Nusayrilerden yanasın; ya zalimsin ya da zalimlere destek çıkanlardansın!” gibi suçlamalarla karşı karşıya kalmak var.

Gerçekten vahye uygun ve peygamber örnekliğinde karşılığı olan bir başka şık düşünülmüyor, düşünülmesi istenmiyor çünkü…

Ama çok şükür ki müslümanız, zalimliğe, zalimden yana meyletmenin ne anlama geldiğini de iyi biliriz…

İktibas, sayı 401

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *