İşimiz Zor (2)

İşimiz Zor (2)

Yeni ve farklı bir tebliğ dili, tutarlı ve kuşatıcı bir örneklik/davranış biçimi geliştirebilmeliyiz. Sözü eğip bükmeden, sözün en güzeli ile öğüt vererek, yumuşak ve fakat incelikli, etkili bir dil…

İşi anlayıp, niçin ve ne yapacağını idrak edenler için ‘nasıl’ sorusu önem kazanıyor demiştik! İşimizin zorluğu da burada düğümleniyor dersek yanılmayız! Zira Mekkeli müşrikler de Allah’ı bilip dururken, O’nu razı etmek adına belirli davranışlar (kurban, namaz, hac, hacılara ikram..) sergileyip, belirli bir kavramsallaştırma (şefaatin O’na ulaşmada bir aracılık olması, putların vesile kılınması..) içinde Allah’ı razı edeceklerini düşünüyorlardı! Bu zamane zamanların geleneksel algı içindeki çoğunluğunun hali de maalesef hayli sorunlu!

Allah’ın gönderdiği tamamlayıp razı olduğu son din ve onun kaynağı kitap ne diyor, ne istiyor, nasıl yapılmasını istiyor? O günde üretilenler, zanlar üzerine bina edilenlerle, bugün çoğunluğun ta oralardan beri kopyalayıp buralara, bugünlere hiçbir endişe taşımadan, sorgulamadan, tahkik etmeden, aksine üstüne daha yenilerini ve geleneğin de modernini ekleyerek aktardıkları ne diyor, nasıl bir algı oluşturuyor?

Şimdi biz ‘neyin nasıl’ olması gerektiğini kavrayıp, bunu bir tebliğ vazifesi (toplumun değişimi için kendini değiştirmekle işe başlayıp, burada kalmadan, toplumun dönüşümünü kendi dönüşümünün bir gereği ve kalıcı/sürdürülebilir kılınması için şart bilmek) ile ulaşabildiğimiz herkese ulaştırmak için sürece dahil olurken karşılaşacağımız olası zorluklardan bahsediyoruz.

Yoksa ‘işin ne olduğu, ne olmadığı’ konusunu biraz hızlı geçtiğimizi farkındayız! Esasen başa dönüp en az bir yazıyı bu konuya ayırsak iyi olurdu! Dedik ya en başta ortak bir kabulden hareketle, işin aynı paralel de anlaşılıp nüans farklarına takılmadan, sergilenen pratikler açısından işimizin zor oluşunu öne almış, buna yönelmiş durumdayız! Tekrar edecek olursak; ‘imtihan olgusu gereği, kulluğu yalnız Allah’a hasrederek, O’nun rızasını kazanmak’ konusunun ‘nasıllığı’ meselesidir işimiz!. Bu eksende, kişiliklerin, zihinlerin, kimliklerin, tasavvurların, beklentilerin, algıların, duyguların, amellerin islah, ihya ve inşa edilmesidir! Bu noktadan başlayarak ve en son bu noktaya ermek için, ana eksen son vahiy Kur’an-ı Kerim ve onu açıklayıp örneklendirmekle mükellef son elçi Hz. Muhammed’in sahih sünneti ve siretidir.

Farklı zamanların farklı meşguliyetleri ve algıları olabilir, ancak ana sapma noktası genelde aynı olmaktadır: Eksen sapması da denilebilecek bu noktada, din algısı, Allah tasavvuru, ahiret bilinci öncelikle karşımıza çıkmaktadır. Yok, sosyal olaylar, yok zamanın şartları, yok hükümlerin değişimi, yok nasıl idare edileceği ve kimlerin idare edeceği meselesi, yok kavramlara yüklenecek anlamlar, yok ekonomik meseleler, yok hareket metodu, yok hâkimiyet meselesi, yok halifelik.. bir sürü yan meselede enerji yitirilip duruluyor! Bunlar elbette önemli, ihmal edilmemesi, beraber yürünecek yolda asgari müştereklerin sağlanması, ileride çıkacak çekişmelerin en başta önleminin alınması anlamında dikkat edilmesi gereken hususlardır. Ancak hepten enerjimizi bitirip tüketmemize, gereksiz tartışmalarla kendimize fren, engel, ayak bağı olmamasına dikkat edilmelidir.

Meseleye, insan hakları, özgürlük, çağın ihtiyaçları vb. açılardan bakarak, demokrasi, liberalizm, kapitalizm, sosyalizm vb. kavramlarına sözüm ona geçici birer mevzi kazanma unsuru olarak yaklaşarak, tepeden inmeci metodu güya çar olarak görmeyip görece faydaları için parlamenter sisteme eklemlenerek, bireysel değişim denerek bireyselleşmeye fırsat sunularak.. hiçbir meselemizi halledemeyiz. Ta en başından birlikte yola koyulacak vasatın önünü tıkamış oluruz. Mesele, hakimiyet olgusu, ilahlık ve rablik yetkisi, kulluk/ibadet mercii, dinin Allah’a hasredilmesi, kendi kavramlarımıza dönmek, faydacılık, eklemlenmek ve müdahane tavırları, şirk ve tevhid hususları, Allah’ın boyası/ renklerin belirginleşmesi ilkesi etrafında şekillenmekte, belirginleşmektedir.

Âkif’in ‘Asrın idrakine söyletmeliyiz İslamı’ dediği husus, muhatabın algı, bilgi birikim seviyesi, duygu ve düşünce özellikleri, çağın öne çıkan fikrî hastalıkları, meşguliyet ve mensubiyetleri gibi hususlarda kuşatıcı bir bakışla, o tezlerin farkında olup, onlara gereken cevabı anlaşılacak dille ve yöntemle sunmak, ancak bunu mutlaka ve mutlaka ‘Yalnız Kur’an’dan alarak ilhamı’ titizliği ile yapmaktır. Mesele, Ma’bud ile abd/kul, yaratan ile yaratılan, hükmeden ve hükme ram olan, sonsuz bilgi sahibi ile bildirileni, donatımı kadar bilebilen,  baki olanla fani olan, yegane güç ve kuvvet sahibi olanla zayıf ve aciz olan, rızkın, mal ve mülkün tek sahibi ile rızka muhtaç olan.. arasındaki farkın fark edilip, bu farkı ortaya çıkaracak davranışları dosdoğru bir şekilde sergileyebilmek, fark ettirebilmektir.

Yeni ve farklı bir tebliğ dili, tutarlı ve kuşatıcı bir örneklik/davranış biçimi geliştirebilmeliyiz. Sözü eğip bükmeden, sözün en güzeli ile öğüt vererek, yumuşak ve fakat incelikli, etkili bir dil; alttan almayan, algıları alt üst edecek kifayette, muhatabın kalbine ve zihnine işleyecek bir iletişim dili geliştirmeliyiz. Buna paralel ve sözün gücünü de artıracak, muhatabın teslimiyetine vesile olacak kalitede bir teslimiyeti izhar eden, görenlere Allah’ı ve İslam’ı hatırlatacak nitelik ve netlikte, ‘haliyle kâli’ bütünleşmiş birbirini nakzetmeyen bütünlükte bir yöneliş, eylemlilik, davranış takviyesi anlamında mücadelenin en güzel biçimi bulunmalıdır, sergilenmelidir. ‘Bu her nabza göre şerbet’ anlamına alınabilse de burada önemli olan bireysel algı ve tezahürlerden, bireylerden, olaylardan çok olgular üzerinde, genel geçer kabuller ve eğilimler üzerinde bir tefakkuh ile sadra şifa olacak çareyi, en uygun dozda sunabilmektir. Zorlamadan, nefret ettirmeden, ilişkiyi atıl bırakmadan, yılmadan; bir süreklilik ve tedricilik içinde!.. Çelişkisiz, akıllara ve gönüllere hitap ederek, gerçeği olanca açıklığı ile faydacı düşünmeden, pazarlık konusu yapmadan, her konuda tek af istenecek ve sığınılacak, güvenilip sakınılacak mercinin Allah Teâlâ olduğunu öne çıkararak!.. Buradaki ‘fıkhı’ da amellerimizin, ibadî görevlerimizin, klasik manada ‘içindeki ve dışındaki’ gibi tasnif edilecek, ilmihal konusu meseleler değildir! Farkındayım, aslında aralarını ayırmadan, formel ibadetler ile salih ameller bütünlüğünü yakalayarak ibadeti, inanan bireyin kişisel ve topluma yönelik olarak Allah’ın razı olacağı,  hayatının her an ve mekanını kapsayan tüm yönelişinin adı olarak tesmiye edebiliriz. Bu manada bir tebliğ fıkhından, ıslah, ihya ve inşa faaliyetlerinin içeriğinden, fiiliyata geçirilmesine kadarki tüm boyutlarından, örneklik ve şahitlik metod ve yöntemine kadar -esasında bunun da esasları Kur’an’da ve resulün örnek hayatında bulunabilir, peygamberler tarihinin serencamından, türedi olmayan ilkeleri ve hidayet eksenli ipuçları yakalanabilir- hayatın içinde ve hayat rengini vermek amaçlı bir hareket/eylemlilik/mücadele fıkhından bahsediyoruz! Zamana uymadan, zamanın gereklerini dikkate alarak!.. Bir hedef etrafında birleşip, bir program ve düzen dahilinde, kendi ayrıntılarımızı paranteze alıp, asgari müştereklerde azami titizlik göstererek -bu asgari müşterek öylesine kuşatıcı ve kapsayıcıdır ki onun dışında en azından paranteze alınamayacak, hiçbir konu yoktur!-, olanca gücümüzle ve birbirimize kenetlenerek, tevhid için hak ve hakikate uyarak, adaletle ve hikmetle sürece koyulmalıyız.

Zararın neresinden dönersek kârdır ve hiçbir zaman geç değildir! Bu tarihte gerçekleştirilmiş, tekrarlanabilir bir durumdur! ‘Kader’ diye geçiştirip, ‘Allah dilerse..’ diye işin içinden sıyrılamayız! Biz diler ve gereğini yaparsak Allah dileyecek ve biz sebeplere sarılırsak O vesilelerini yaratacaktır! Bu sonuç odaklı olmak, süreç doğru işlediğinde Allah illa da zafer/sonuç nasip edecek anlamında da değildir! Dillerimizde çokça yer bulduğu veçhile biz ‘seferden ve süreçten’ sorumluyuz gerçekten de!

Gayret bizden Tevfik Allah’tandır!

DEVAM EDECEK

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *