Deve de Değiliz Kuş da!

Deve de Değiliz Kuş da!

Doğruları en yalın haliyle, eksiltmeden ve artırmadan, ‘ne derler’ diye düşünmeden, belki fayda verir diye ve en önce de Rabbimize ‘okuduk’ şeklinde bir mazeretimiz olması için tekrar tekrar hatırlatacağız!

Bir önceki yazımıza devam ederek, konuyu biraz daha açalım istedik! Hatırlarsanız ‘devekuşu’ örneklemesi ile sorumluluktan kaçan, sorumluluğunun, kendinin, sınırlarının farkında olmayan ve kabul ettiği ve iddiasını taşıdığı değerlerin kapsamı dışında hareketlerine cevazlar bulan bir düşünüş ve davranış biçimine değinmiştik! Niteliği netleştirilememiş, kapsamı belli olmayan, başı ve sonu tespit edilememiş, farkı fark edilemeyen, safiyeti izhar olunmamış, genelimize sirayet etmiş ve daha kötüsü genlerimize yerleşip genetik hale dönüşme tehlikesi taşıyan, ‘tutarsızlık ve savruluşlar’ mevzubahis edilmişti!

Keşke, haksızlık ettiğimizi kabul edeceğimiz ‘Haksızlık ediyorsunuz; sebebi de şu, şu, şudur..’ denilen bir sonuç ortaya çıksa idi! İsterdik ki, ‘Ne deveyiz, ne de kuş, biz devekuşuyuz!’ diye haykırılsın! Tespitimiz çürütülsün, doğrusu ortaya konulabilsin! Maalesef, tersine akışın devam ettiği, renksizliğin gittikçe arttığı, endişelenip aklımızı başımıza alarak ‘Bu gidiş nereye?’ diye kaygılandığımız, etki oluşturabilecek, ses getirecek, ‘çok şükür’ dedirtecek, ümidimizi artıracak bir farkındalık oluşturulabilseydi!

Herkesin, hepimizin hata etme, yanılma, yanlış yapma ihtimali mevcuttur! Yanılmaz olan, tek doğrunun sahibi yalnız ve ancak Allah’tır! Bize düşen, bu doğruya olan yakınlığımızı istendiği biçimde ve en yakın kılabilme çabamız, doğruyu temsil kabiliyet ve niteliğimizdir. Bu mesele ‘ihtilafta rahmet vardır’ anlamında salt ilmihal/fıkıh meselesi değildir! Mesele, hak ve hakikat yolunda Allah’ı razı edecek, dünya ve ahiret saadeti sağlayacak kulluk vazifemizin tüm boyutlarını kuşatan, imtihan olgusunun dışında düşünülemeyecek, muradı ilahiyi kavrama, hareket fıkhı, akil baliğ olduktan emaneti teslim edene değin bir ömür çerçevesindeki mücadele ve mücahede biçimi ile alakalı bir durumdur!

‘Teşehhüde işaret parmağını kaldırıp kaldırmama’ meselesini, ‘meshin müddetini’, ‘pire kanının hükmünü’ dinin aslı mesabesinde görüp bunu dahi gruplaşmaya döndüren, mezhebini dininin önüne geçiren, kardeşliği cemaatine hasredip kapıları kapatıp, dışarıdakileri dışlayan anlayış elbette azımsanmamalı ve işimizi zorlaştıran unsur olarak görülmelidir! Dahası ‘şefaat ve vesile kavramlarının yanlış anlaşılması, iman amel bütünlüğünün gereksiz görülmesi, kelimei şehadetin dille ikrarının ve tekrarının kafi görülmesi, zikir ve sabır gibi kavramların bağlamının dışında algılanması..’ vb. daha aslî sorunların aşılamamış, böyle bir endişenin dahi hasıl edilememiş olması daha büyük sorunlar olarak karşımızdadır! Peygamber ve misyonu, Kur’an algımız, din ve ibadet olguları, iman ve teslimiyet meseleleri gibi, ortak noktamız gibi duran ve fakat gerçekte ayrılığımıza gerekçe gösterilen meseleler; halledilmeden, bir endişe dahi taşınmadan, sanki yokmuşçasına derin dondurucularda duruyor; en ufak bir girişimde ısıtılarak öne sürülüyor, anlamak, düşünmek şöyle dursun, ayrılığı, gruplaşmayı destekler mahiyette, cemaat/grup menfaatlerine feda edilecek durumda görülüyor! Yanlışı sahiplenmenin farkına keşke geç olmadan varılabilse! Keşke teferruat sayılacak ve rahmet bilinebilecek fıkhî farklılıklar aramıza duvarlar örmese! Daha öncesinde paranteze alınabilecek, beraber hareket etmemize engel olmayan hususlar, belirlenebilip, bunların farkına varılabilip süreç baltalanmasa!

Bu bahse konu olan hususlar, genel algıda yarıyı geçecek oranda bir yekûn tutmakta ve kendimizden kaynaklı olan engellerimiz noktasında azımsanmayacak, hafife alınamayacak, görmezden gelinemeyecek etki oluşturmaktadır maalesef! Ancak bu yazının konusu ve ağırlığı, genel algı içinde yarıdan çok az gibi duran ve fakat etki ve çekim alanı olarak daha yoğun bir kısmı oluşturan engellerimiz; bizi deve miyiz, kuş mu ikilemine düşüren; niteliği öncelediğini söyleyen, kaynaklara yönelimi salık veren, tevhidden ve ümmetten bahseden, iman amel bütünlüğünden dem vuran, reaksiyonerlikten, faydacılıktan, eklemlenmekten uzak durulmasından bahseden, gelenekçiliğin ve modernizmin dogma ve dayatmalarından, kavram, kuram ve kurumlarından sakınılmasını vs. önceleyen çevrelerin söylemleri ve eylemleridir öncelikle! Kendimizi de dışarıda tutmadan, sözü dinleyip en güzeline uymayı şiar edinmekle emrolunmuş bir mensubiyeti savunurken, her doğrunun her yerde söylenmeyeceği gerçeği bir tarafa, dokuz köyden kovulmayı göze alarak, hak ve hakikat uğruna ulaşabildiğimiz doğruları vurgulamak, tekrarlamak; yanılma ihtimalimize binaen doğruları dinlemeye hazır olarak, ‘en güzeline uymak’tan başka yolumuz ve çaremiz mi vardır? Doğruları en yalın haliyle, eksiltmeden ve artırmadan, ‘ne derler’ diye düşünmeden, belki fayda verir diye ve en önce de Rabbimize ‘okuduk’ şeklinde bir mazeretimiz olması için tekrar tekrar hatırlatacağız! Eleştiriye hazır olacak, eleştirilerimizi kardeşlik hukuku içinde sunacağız! En büyük yanlışlarımızdan biri de eleştiriyi sanki şahsımız hedef alınıyormuş, altımızdaki zemin boşaltılıyormuş gibi algılamamızdır! Kimse fikriyatından başlayarak yapıp ettiklerine kadar, ‘acaba’ deyip bir yanlış anlayış ve uygulayış içinde miyiz diye düşünmüyor!

Her yolun Ankara’ya çıkmadığını yaşanan onca acı tecrübe dahi bizlere gösterememiş ki aynı hesabın peşinde sürükleniyoruz! ‘Sabit ayak nedir, nerede olmalıdır; değişken nedir, nasıl olur, şartları nelerdir; asrın idraki ne demektir, ona nasıl İslam söyletilebilir; yapılan her işten Allah razı olur mu, bunun dayanakları ve göstergeleri nelerdir..?’ benzeri sualler muhataplarını beklemektedir!

Hiçbirimizin kendince yeni bir ‘deve’ ve ‘görev/işlev’ tanımı yapma lüksümüz yoktur, olamaz! Bize hidayet rehberi sunulmuş, hak ve hakikat ulaştırılmış, elçinin şahsında en güzel olan en güzel biçimde örneklendirilmiş ve yaratıcının karar verip bizden elçisi vasıtasıyla uymamızı istemiş olduğu, nelerden razı olup nelerden olmayacağını bildirdiği hususlar açıklanmış iken bizlerin tercih hakkı olabilir mi? Bu manada eğer ihtilafta rahmet varsa(!)-ki konumuz ilmihal değildir-, tevhidden hareketle vahdete nasıl ulaşılacaktır? Amaç ile araç arasındaki ilişki nasıl olacaktır? Doğru bilgi, fikir ve düşünce ile metod ve yöntemlerimiz arasındaki irtibat nasıl sağlanacaktır?

Sadece Hz. Muhammed ve ashabının bize miras bıraktıkları ‘hicret’ şartları doğru okunsa, doğru anlaşılsa, bu ilk adım olarak iyi bir başlangıç olacaktır! Hislerimiz ve beklentilerimiz, dualarımız ve temennilerimiz hep iyiden yana olabilir, ama mutlaka eylemlerimiz de buna muvafık olmalıdır! ‘Allah’ın dilemesi’; bizim yapıp etmelerimizle, taleplerimizle ve eşyanın ve özellikle sosyal olayların ve olguların doğasına uygun davranışlar sergilememizle alakalıdır! O dilerse, sonuçlarını halkedecek, dilerse imtihan olgusu gereği erteleyecektir! Biz sebeplere sarıldığımız, süreci doğru işlettiğimiz zaman sonuç ne olursa olsun ‘sevap’ ve ‘rıza’ ile karşılanacağız. Ancak süreci doğru işletmeyip, sebepleri dikkate almadan ve ‘kendimizce’ hareket edecek olursak, bırakınız rızaya ermeyi, sevap kazanmayı, aksine muaheze edilmemiz söz konusudur!

Tarihin doğru örnekliklerinden (başta peygamberler tarihi) doğru mesajı alarak ve en güzel yöntemi seçerek; doğruları/tek doğruyu/Kur’anı/kelimei tevhidi/tevhid, ahiret ve adalet vurgularını/ulûhiyet, rububiyet ve kulluk meselesini yaşadığımız zamanın şartlarına eklemlenmeden sunmalıyız! Bu bize belli ilkeler çerçevesinde genel bir esneklik/değişkenlik(başkalaşım değil!)sunuyor olsa da sınırsız bir serbestlikten, her yolu mubah gören bir açık uçluluktan, araç ve yöntemlerdeki olabildiğince çeşitlilikten, yapıp etmelerimizin mesuliyetinden muaf olmaktan söz edilemez!

Kelimenin tam anlamıyla pasif devrimle; kurumlara yerleşmeyi kafi gören, açılan alanlara göre konumlanan bir algı ile yetinip ve daha önemlisi Hz. Muhammed’in Habeşistan’a hicret etmeyip orayı kalıcı yer edinmemesini hiç dikkate almadan, ‘Orada niye kalınmadı sanki?!’ dercesine, sistemin muhafazakarlar eliyle hava almasına, kendini tahkim etmesine, bağışladığından daha çok alanı kedine açmasına aldırmadan onun maraz ve hastalıklı yapısını bir nevi pansuman tedavisine tabi tutmaya aday olunmasına bilmem ki ne demeli?! Teşbihte hata olmazsa, ‘Bedir’ arefesinde üzerlerine gelen orduyla savaştansa daha kolay ve yakın hedef olan ‘kervan’ tercihi gibi bir durumla karşı karşıyayız sanki!

Simdi başımızı ellerimizin arasına alarak ‘işimizin ne olduğuna’ karar vermenin tam zamanıdır! Bu cevap; iman iddiamızın niteliği, tercihimizin rengi, hedefimizin yönü(dünya/ahret), ihlas/samimiyet ve ihsan beyanımız, ibadet kavramına yüklediğimiz anlam, kaynaklarımızla ve kavramlarımızla irtibatımız, Kur’an kıssalarının hidayet eksenli vurgularını dikkate alışımız gibi bileşenlerden oluşan net ve saf bir ilan olmalıdır!

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *