Manevi diktatörlükler

Cihad’ın bir iktidar mücadelesi değil, İslamî bir varoluş mücadelesi olduğu unutuluyor. İslamî bir varoluş mücade­lesi adil ve ahlaki bir dünya, toplum ve hayat için verilecek kültürel ve siyasal bir mücadeledir.

Sömürgeci müdahaleler, etkiler, yaklaşımlar ve modeller sebebiyle Müslüman zihinler, kimlikler, kültürler ve kişilikler çok ağır hasar gördü, çok ağır yaralar aldı. Bu et­kiler bugün de Müslüman zihinler üzerinde tahribatını sürdürü­yor. Oryantalist yaklaşımlar İslamî kavram ve kurumları değersizleştiriyor. Temel İslamî kavram ve kurumlardan, temel İslamî anlam ve amaçlardan bağımsız, neoliberal dünya görüşü ve hayat tarzıyla uzlaşan yeni bir İslam anlayışı oluşturuluyor. Neoli­beral dünya görüşüyle uzlaşmanın, seküler ve materyalist bir dünya görüşüyle uzlaşmak anlamına geldiği unutuluyor.

Tarihsel gelişmelere, güçlere, değişim ve dönüşüm hareketlerine karşı kayıtsız kalan, bu gelişmelere aldırış etmeyen, değişim ve dönüşüm hareketlerini çözümleyemeyen, tarihe müdahale niyeti ve iradesi taşımayan Müslümanlar neoliberal, seküler ve materyalist hayat tarzı ile uzlaşarak tarihe teslim oluyorlar. Şimdiye kadar tarihe maruz kalıyorduk, tarihin dayatma­larından rahatsızdık; simdi ise kendi tercihlerimiz doğrultusun­da tarihe teslim oluyoruz. Tarihin her döneminde idealler ile gerçekler arasında bir bütünlük, bir denge sağlamak gerekirken, Müslümanlar olarak bizler, idealler ile gerçekler arasında bir ilişki kurmayı başaramadık, ideallerle gerçekler arasında bir ilişki kurmayı başaramadığımız için, bugün nerede, ne yapacağımızı bilemiyoruz.

Büyük ve etkili kültürleri/uygarlıkları, kendi dönemlerinin, kendi zamanlarının / çağlarının sorunlarına, beklentilerine, ihtiyaçlarına bütünlüklü yanıtlar veren üretken kadrolar oluşturur. Hangi nedenle olursa olsun üretkenlik durduğunda, gü­nümüz İslam toplumlarında olduğu gibi, kültürler ve uygarlıklar ­da bir tıkanma durumuna girerler, yerlerini üretkenlik yetenek­lerini sürdüren kültürlere terk ederler.

Yeni zamanlar, yeni sorular, yeni yanıtlar ister. İçerisinde yaşadığımız çağı etkileyebilecek çapta kültürel içerikler üretemediğimiz için, yeni gerçeklikleri yan­sıtan yeni perspektifler oluşturamıyor, entelektüel gündeme İslam adına müdahale edemiyoruz. İslam toplumlarında entelektüel bir savaşa hazır olmayan, böyle bir savaşı göze alama­yan, entelektüel savaş/mücadele/mücahede niyeti taşımayan aydınlar/bilginler/entelektüeller, Avrupa referanslarına tut­sak olan, zihinsel bir iklimde yaşıyorlar. Avrupa referanslarına tutsak olan Müslüman entelektüel çevreler, sayısal nicelik­lerin egemenliğini savunarak, çoğunluğu hakikatin yerine koyu­yor, bu nedenle de “demokrasi”yi nihai bir mutabakat kaynağı olarak değerlendirebiliyorlar. Toplumların, toplumsal gelişmele­rin, oluşumların değer sistemleriyle değil, rakamlarla tem­sil edildiği bir dünyada, nicel değerlendirmeler ve yorumlar maalesef meşruiyet kazanıyor. Sayısal niceliklerin egemenli­ği sebebiyle, İslam toplumlarında da İslamî içerik ne yazık ki önemini yitiriyor, önemini yitiren içeriğin yerine biçimler geçiyor. Biçimleri öne çıkaran İslamî cemaatler toplumsal bir tabana sahip olabilirken, içeriklerin önemine inananlar hızla marjinalleştiriliyor.

Her hangi bir şekilde bir propagandaya maruz ka­larak yapılan cemaat tercihleri, bu tercihler doğrultusunda gerçekleşen bilinçsiz/duygusal bağlılıklar hem bireylere, hem de cemaatlere zihinsel anlamda ciddi zararlar veriyor. Körü körüne tercihler yapan bireyler ve cemaatler ciddi kişilik ve nitelik sorunları yaşıyor. Cemaat liderleri tarafından her durumda “itaat” adına kendilerine dayatılan çerçeveleri hiç bir muhakemeye dayanmaksızın, hiç bir kanıta ihtiyaç duymaksızın kabul eden bireyler ve topluluklar zihinsel öz­gürlüklerini yitiriyor, bu özgürlüklerini yitirdiklerini önemsemiyor, bu durumdan her hangi bir biçimde rahatsızlık duymuyorlar. Günümüzde daha çok duygusal propagandanın etkisi altında kalarak cemaat tercihleri yapıldığı için, bu tercih­leri yapanlar akla ihtiyaç duymuyor.

Öğrenmek yalnızca bilmek’le ilgili değildir. Öğrenmek aynı zamanda yapmak/eylemek/yaşamaktır. Hayatımızı, düşüncelerimizi, ilgi ve ilişkilerimizi, tarzımızı ve tavrımı­zı, aklımıza/vicdanımıza ve kalbimize danışarak kendimiz be­lirlemediğimiz takdirde, özgür olmaktan söz edemeyiz. Bilinç­siz kalabalıkların sorumsuz bir parçası olmaktan kurtulabil­mek için, özgürlüğün değerini kavramalı, öğrenmeli ve yaşamalıyız. Özgürlük içerisinde düşünerek, aklederek seçtiğimiz bağlılıklarla bir dava’ya katıldığımızda, bir mücadeleye katıldığımızda her tür fedakârlığa da hazır hale geliriz. Serbestlik ve özgürlük birbirinden farklı şeylerdir. Özgürlüğün ahlaki ve entelektüel sınırları vardır, serbestliğin ahlaki kaygıları yoktur.

Cemaat mensuplarının nasıl düşüneceklerine, nasıl algılayacaklarına, nerede nasıl davranacaklarına, nerede ne tür kararlar vereceklerine cemaat lideri karar verdiğinde, manevi bir diktatörlük söz konusu olur. Siyasal diktatörlükler eylemde bulunma güç ve irademizi yok ederlerken, manevi diktatörlükler her durumda itaat”i savunarak/sağlayarak çıkarlarını ve saltanatlarını sürdürürler. Günümüzde İs­lami toplumlar, siyasal diktatörlüklerden ne kadar muzdaripse, manevi diktatörlüklerden de bir o kadar muzdariptirler. Manevi diktatörler, kitlelerin düşünmeksizin kabul edebilecekleri, öteden beri aşina oldukları görüşleri savunur ve temsil eder­ler. Bu görüşleri temsil etmek her zaman çok kolaydır. Bu görüşler hiç bir risk almayı gerektirmeyen görüşlerdir. Kitlelerin paylaşmayacağı, muhalif, eleştirel, sorgulayıcı ve yeni düşünceleri temsil etmek risk almayı gerektirir, bu tür düşünceler sahiplerini bir şekilde yalnızlaştırır. Manevi diktatörler ve diktatörlükler hiç bir zaman eleştiriye açık değildir. Manevi diktatörlerin yorumları bir şekilde mutlaklaştırılmıştır. Bütün manevi diktatörler kendi yorumlarını nihai doğrular olarak takdim ederler.

Günümüz İslam toplumlarında İslamî radikalizm adına gerçekleştirilen soyut bir dil de, gittikçe büyük bir kültür­süzlüğe dönüşüyor. Tek boyutlu bir söyleme sahip olan taşra radikalizmi, İslam’ı, biçimsel/cezai yaptırımlardan ibaret bir din gibi algılıyor. Devlet mantığına göre hareket eden, milli çıkar mantığına göre hareket eden cemaatler zamanla İslamî özelliklerini yitirerek, ulusal/yerel/tarihsel kültü­rün bir parçası haline geliyor, İslam Ümmetine yabancılaşı­yorlar. Günümüzde Türkiye’de gördüğümüz üzere devlet mantığına göre yapılanan cemaatlerin Ümmete yönelik bir perspektifle­ri, hassasiyetleri, bağlılıkları ve projeleri yok. Bu cemaat­lerin gündemlerinde hiç bir zaman Ümmet yer almıyor. İslamî cemaatlerin ulusal/yerel/tarihsel kültürün bir parçası haline gelmiş olması nedeniyle bugün merkezsiz ya da çok merkezli bir İslam dünyası tablosu ile karşı karşıyayız. Merkezsiz bir Ümmet, bölünmez, bölünemez bir topluluktan, pek çok parçaya bölünmüş bir topluluğa, yerel/bölgesel oluşumlara dönüşmüştür. Bu parçalanmalar nedeniyle Amerika Irak ve Afganistan’da kendi dünya görüşü doğrultusunda bir ulus ve siyasal sistem inşa etme savaşını sürdürebilmektedir. İslam dünyasında gerçekleştirilen yerel ve bölgesel oluşumları, maalesef etnik köken ve mezhep rekabetlerine işaret ediyor, Ulus-aşırı bir varoluş biçimi, düşü­nüş, davranış ve yaşayış biçimi, sömürgeci egemenlikler yoluyla ulusal sınırlara/parçalara, etnik, dilsel, coğrafi mezhepsel bağnazlık biçimlerine hapsedilmiş bulunuyor. Ortak/temel kimliğimizin kaynağı olan Ümmet ne yazık ki, bir fantezi’ye dönüşü­yor. İslam’ın evrenselliğini yansıtan, etnik ve kültürel farklı­lıkları, çeşitlilikleri kapsayan bir çatı olan Ümmet kavram ve kurumu, Müslüman halklar bilinçli bir dayanışmaya ve siyasal bilince sahip olmadıkları için, siyasal bir iradeye dönüşmüyor.

Cihad’ın bir iktidar mücadelesi değil, İslamî bir varoluş mücadelesi olduğu unutuluyor. İslamî bir varoluş mücade­lesi adil ve ahlaki bir dünya, toplum ve hayat için verilecek kültürel ve siyasal bir mücadeledir. Her tür sömürgeciliğe kar­şı direniş, işgal ve istilalara karşı, katliam ve soykırımlara karşı, toplama kampları ve işkenceye karşı sürdürülen çok haklı, çok onurlu ve çok anlamlı direniş mücadeleleri asla “terörizm­le” etiketlenerek karalanamaz. Zulme ve adaletsizliğe tepki ve direniş şiddet değil, ahlaki bir zorunluluktur.

İnsanlığımızı, insani onurumuzu ancak eylemde bu­lunarak somutlaştırabiliriz.

Eylemde bulunmaksızın hiç bir yeniden inşa, yeni­lenme ve değişim gerçekleştirilemez. Emperyalist devletlerin İslam’a ve Müslümanlara yönelik eylemlerinin hiç bir akli ve ah­laki gerekçesi yok. Bütün bu eylemleri maddi/ideolojik/askeri ihtiraslar yönetiyor. Emperyal kibir ve savaş ihtirasları zamanımızı ve insanlık iklimini kirletiyor. Günümüzde küresel gerçeklikler, kendilerini yeniden üretme yeteneğine sahip ol­madıkları için Müslüman mücadele adamlarını, dava adamlarını, entelektüelleri de olumsuz yönde değiştiriyor, dönüştürüyor. Hiç bir ırkçı ve mezhepçi dilin masum olmadığını bilmek ve öğrenmek gerekiyor. Her ırkçılık ve mezhepçilik İslamî varoluş bilincini, insanlık bilincini yaralıyor. Her ırkçılık, her mezhepçilik çok ağır bir ahlaki hastalığa dönüşüyor. Hiç bir ırk özgürlüğü yalnızca kendisi için talep edemez, çünkü özgürlükler bütün insanlık içindir. Bu temel anlayışa karşın günümüz dünyasında Müslü­manlara karşı kurumsal ve profesyonel ayrımcılıklar devam ediyor. Her etnik topluluk başkalarıyla eşit koşullara, im­kan ve fırsatlara sahip olma hakkı talep edebilir. Hiç bir ırkçılık ahlaki ya da insani referanslara sahip değildir. Her bağnazlık biçiminin, her önyargı biçiminin sahibini körleştirdiğini unutmamak gerekir. Farklı etnik topluluklar, farklı mezhepler, farklı cemaatler birbirleriyle konuşarak, birbirlerini dinleyerek, birbirlerini anlamaya çalışarak ahlaki bir sorumluluk ve dayanışma dünyası oluştururlar.

İktibas, Kasım 2010

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *