Ahlaki Kaygıları Olmayan Bir Dünya

Günümüzde, medeniyetler arası bir çatışma yok; çatışma, ötekileştirme ve nefret üreten, ırkçılık üreten, şiddet üreten Batı uygarlığı var.

Bütün kuralların, yasaların, ölçütlerin, referansla­rın, dışarıdan, tepeden ve otoriter bir biçimde dayatıldığı bir dünyada yaşıyor olmak, Müslümanlar için çok sıkıntılı, çok sorunlu ve çok aşağılayıcı bir durumun adıdır. Bizler, Müslü­manlar olarak, İslam’ın en mükemmel din olduğunu savunuyoruz, ancak içerisinde yaşadığımız gerçekler, sözünü ettiğimiz mükemmelliklere çok uzak bir din algısı içerisinde yaşadığımızı gös­teriyor. Her geçen gün maddi değerler tarafından daha çok kuşa­tılıyoruz. Ulusal çıkar pragmatizminin tek ölçüt haline geldiği bir dünyada, hiç bir değer sistemi tarihi etkileyemiyor. Batı dün­yasının, İslam dünyasını baskılayan, engelleyen, istila ve işgal eden gücü, teknolojinin ya da makinenin gücü olmaktan çok, Batı’nın entelektüel gücüdür. Bu gerçeği anlamak gerekiyor, Emperyal iktidar, her vesileyle, dilini, mantığını, söylemini ve tarzını medya aracılığıyla bütün bir insanlığa dayatabiliyor. Emperyal iktidar çok kapsamlı bir biçimde büyük bir enformasyon/bilgi sa­vaşı veriyor, enformasyon/bilgi hâkimiyetini elinde tutuyor. İslamî sözcüklerimizin, dilimizin, yaklaşımlarımızın emperyal iktidar dili karşısında özgürlüğü yok. Emperyal iktidarın ürettiği onayladığı, meşruiyet kazandırdığı ideolojik dil, insanlığı haki­katten uzaklaştırıyor. Bu nedenle, emperyal iktidarın oluşturduğu yalan, çarpık, çirkin, kirli gerçeklikler bir türlü sorgulana­mıyor. Medya çağında her düşünce, kamu’nun dikkatini çekebil­mek için çok yoğun bir şekilde halkla ilişkiler çalışmalarına yöneliyor, bu düşünceleri etkileyici hale getirebilmek için her yolu deneyebiliyor. İdeolojik zamanlarda/dönemlerde her ko­nuda hazır paketlenmiş, klişe yanıtlar vardı, şimdi post-ideolojik çağda paketlenmiş hazır yanıtlar eskisi kadar ilgi görmüyor.

Yirmi birinci yüzyılda sömürgecilik de, ırk ayrımcı­lığı da bütün boyutlarıyla sürüyor, sürdürülüyor. Modern, seküler liberal Batı dünyası, hiç bir zaman ırkların ötesinde ve üstünde olmayı asla başaramadı. Modern/seküler/liberal Batı dünyası, ahlaki kaygıları olmayan bir sistem oluşturdu. Yirminci yüzyılın mirası olan ırkçılık yirmi birinci yüzyılda da etkili bir biçimde varlığını duyuruyor. Yirminci Yüzyılın ırkçılıkların tahribatın­dan farklı bir anlamı olmadığını dehşetle hatırlıyoruz. Srebrenitsa’yı insanlığın, ahlakın, vicdanın bütünüyle sükût ettiği, Nazi vahşetini unutturan Sırp vahşetinin modern dünya tarafından himaye edildiği büyük bir ırkçılık trajedisi olarak unutmuyo­ruz. Sömürgeci bir dil, ırkçı bir dil, faşist bir dil herkese hitap etmez, edemez. Bu sebeple hiç bir ırkçı dil, Avrupa merkezci bir dil, Siyonist ve sömürgeci bir dil, hiç bir biçimde evrenselleştirilemez. Her ırkçı dil çok büyük bir yanlışlıktır. Kül­tür çokluğunu kabul etmeyen, farklı dil ve unsurları baskı altı­na alan, saf kültür ve politika inşa etmek isteyen, dışlayıcı her ulus-devlet yaklaşımı insanlık dışı bir ortam oluşturur. Her ırkçılık arkaik folklorik temellendirmelere ihtiyaç duyar. Farklı’yı, öteki’yi dışlayan, onu düşman telakki eden her yakla­şım patolojik bir durumu yansıtır. Etnik sınırların ötesine geçmeyi başaramayan bir zihniyet, bir kültür, insanlığa hiç bir şey kazandıramaz. Etnik sınırlar içerisine çekilmiş dünyalar patolojik dünyalardır. Her ırkçılık nefreti çoğaltarak, tekrar ederek, kendisini tanımlar. Farklılığı ortadan kaldırmaya çalış­mak büyük bir zulümdür. Bütün toplumların farklı yoğunluklarla da olsa heterojen topluluklar olduğunu bilmek gerekir.

Bizler, Müslümanlar olarak, herkese hitap eden, evrenselleştirilebilen değerleri, anlamları ve erdemleri temsil ediyo­ruz. İslam bütün insanlığa hitap eden, evrensel bir dil iken, Yahudilik, ırkçı niteliği sebebiyle yalnızca Yahudi’lere hitap ediyor. İslam’ın, dinî, kültürel, siyasal alanlarda görünür hale gelmesiyle birlikte, Batı dünyasının İslam hakkındaki tavrı çok büyük bir değişime/dönüşüme uğradı. Bu değişiklikte, kuşkusuz özellikle İran İslam Devrimi be­lirleyici bir rol oynadı. Sözü geçen tarihten beri İslam, Batılı bakış açılarının baskısı altında yorumlanıyor. Modern-seküler-liberal dünya İslam’ın tarihin içerisinde bir iradeye dönüşmesini, kendisine özgü bağımsız bir siyaset oluşturmasını, her tür emperyalist müdahaleye karşı bir di­reniş kültürüne/ahlakına/bilincine sahip olmasını kabul et­mek istemiyor. Modern Batı dünyasının bugün en önemli soru­nu hiç abartmadan söylemek gerekirse, İran’ın bağımsızlığı sorunudur. İslam’ın siyasal bir programı ve sistemi de içer­mesi, emperyal diktatörlüğü derin bir kaygıya sürüklüyor. Bu nedenle, İslamcılığa ve İslamcılara özgürlük alanı tanımı­yor. İslam söz konusu olduğunda “farklılıklara karşı duyar­lılık ve saygı söylemi” gündemden çıkıyor ve açık bir faşizm biçiminde karşıtlık dili sahneye konuluyor, İslamî dünya söz konusu olduğunda birdenbire, fundamentalist bir Hıristiyanlığın söz sahibi olduğu Avrupa karşımıza çıkıyor.

İslam’a ve İslamcılığa ilişkin bütün yorumlar, Batılı­ların bilinçaltında yaşattıkları derin ırkçılığın etkisini taşıyor. İslam’ın tarihin içerisinde bir iradeye sahip olma­sından, İslam’ın siyasal alanda yeni bir söylem, bilinç ve dil oluşturmasından kaygılanan Amerikan ideolojisine, fanatik, aşırı Hıristiyan mezhepleri yön veriyor. Fransisken ve Dominiken milenarizmi Kudüs’ten bütün Müslümanların çıkarılması ve Kudüs’ün bütünüyle Hıristiyanlaştırılması gerektiğini iddia ediyor. Bu nedenledir ki Amerika her durunda İsrail’i bağrına basıyor. İslamcılık Batı’nın çıkarlarına uygun olma­dığı, daha doğrusu bu çıkarlara zarar verdiği için mahkûm ediliyor. Batı’nın çıkarlarıyla uyum içerisinde çalışabile­cek, Batı’ya sadakat izhar edecek “hoşgörülü” İslam özellik­le gündemde tutuluyor, takdir görüyor. İslamcılığın ne paha­sına olursa olsun marjinalleştirilmesi, susturulması, bir şekilde ve her durumda etkisiz bir muhalefet hareketi konumuy­la sınırlandırılması emperyalist bir projedir, bu proje halen İslam dünyası ülkeleri yönetimleri tarafından da içten­likle paylaşılmaktadır. Günümüzde emperyal iktidar İslamcılar­la, Müslüman kitlelerin arasını açmak, taraflar arasında bir karşıtlık oluşturmak istiyor. İslamcı olmak farklı kültürlere, farklı uygarlıklara, farklı dünyalara kapalı olmak, hasım olmak anlamına gelmez, gelmemelidir. Bunun yanında İslamcılığı yal­nızca bir söyleme indirgememek ve kuşatıcı bir program halinde insanlığa tanıtmak/sunmak icabeder. 11 Eylül sonrasının egemen emperyal dili, İslam ile İslamcılığı birbirinden ayırmayı ne yazık ki başarabilmiştir. Bu durum emperyalist dünya için anlaşılabilir bir durumdur, ancak, İslamî entelektüel hayatın İs­lam ve İslamcılık konusunda egemen iktidar dilini paylaşması, anlaşılabilir, kabul edilebilir, mazur görülebilir bir durum değildir. İslamcılık, modern emperyalizme, Siyonizme, kapita­list ve Siyonist sömürgeciliğe, İslam’a yönelik ideolojik/siste­matik her tür şiddete verilen ahlaki bir yanıttır. İslam hiç bir biçimde şiddet içermez, her tür zorlamayı reddeder. Ancak, bir şiddete ve zorlamaya maruz kaldığımızda, buna İslam ahlakı­nın ve hukukunun sınırları içerisinde kalarak gerekli yanıtla­rı vermemizi ister.

İslamcılık tarihsel bir sorumluluğun adıdır. Ahlaki sorumluluklar alarak, tarihsel sorumluluklar ala­rak, insan, hayvani alandan insani alana geçer. Kendi zamanımızın insanı olmak, kendi zamanımıza özgü sorumluluklar almamızı zorunlu kılar. Zamanın sınavından geçmeyi başaramayanlar, zamanın kölesi olurlar.

Müslümanlar kendilerine haksız bir şekilde saldırılmamış olsaydı, adaletsizliğe ve zulme maruz kalmamış olsalardı, şid­dete başvurma ihtiyacı duymayacak, her türlü aşırılıktan sakı­narak ölçülü/dengeli bir yol üzerinde bulunacaklardı. İslam’ın sistematik anlamda çok yönlü bir tehdide maruz kaldığı bir dün­yada, bu durum, “hoşgörü” dili ile gündemden çıkarılamaz. “Hoşgörü” dilinin kuramcıları, cemaat çıkarına dayalı aşırı bir pragmatizmi hayat tarzına dönüştürdükleri için, her tür teslimiyetçiliği bir tarz olarak seçtikleri için, İslamcı dil/söylem ve projeden nefret ediyorlar. İslamcılık karşıtlığı söz konusu olduğunda, ne Siyonistler, ne de Neocon’lar, Neo-nurcularla asla yarışamazlar.

Modern-seküler zamanlarda anlam sistemlerinin çöküşüyle birlikte, insanın sınırlılığının ve sonluluğunun farkında olmayan yeni bir insan tipi ortaya çıktı. Sınırlarının farkında olmayan, sonlu olduğunu düşünmeyen insan için, her tür hezeyan modernlik şemsiyesi altında kendisine yer bulabiliyor. Günümüzde küresel meşru­iyete sahip olan neoliberal düşünceler, farklı düşünme biçimlerine hayat hakkı tanımıyor. Müslümanlar da bugün kendilerine yeni bir konum ararken, neoliberal çerçevelere sığınmak zorunda kalıyor, durum böyle olunca neoliberal düşünce, hayat tarzı bir tür faşizme dönüşüyor. Küresel neoliberal sistem, piyasaların bir ahlaka ve vicdana ihtiyacı olmadığına inanıyor. Günümüz tarihi, bütün toplumları, Türkiye örneğinde de izlenebileceği üzere, emperyal gündem doğrultusunda değişim/dönüşüm/sadakat/itaat baskılarına, telkinlerine, yönlendirmelerine maruz bırakıyor.

Sistem, bir biçimde hepimizi evcilleştirmek istiyor. Müslümanlar olarak ya evcilleşerek, itaat ederek, boyun eğe­rek, ahlaken yok olacağız, ya da direnerek her alanda var olmayı sürdüreceğiz.     Direniş mücadeleleri, statükolara mecbur olmadığımızı, er­demli bir değişimi gerçekleştirebileceğimizi, her zaman İslamî bir seçeneğin imkan dahilinde olduğunu bizlere öğretiyor.

Günümüzde, medeniyetler arası bir çatışma yok; çatışma, ötekileştirme ve nefret üreten, ırkçılık üreten, şiddet üreten Batı uygarlığı var. Ötekileştirici, dışlayıcı, her tavrın, her politi­kanın sonunda bir çatışmaya, karşıtlığa dönüşmesi kaçınılmaz bir durumdur. Tarihin sonu iddialarının dünya gündemini işgal ettiği, Batı dünyasının İslam dünyası karşısında ideolojik zaferini ilan ettiği bir dönemde; bir başka tarihin, bir başka siyasetin ve ba­ğımsızlık bilincinin İran’da hayata geçirilmesi, İran’lı Müslüman­ların, başka türlü düşünmenin, başka türlü yaşamanın ve var olmanın, başka türlü eylemde bulunmanın mümkün olduğunu göstermek üzere, devrim ve direniş dili/kültürü oluşturması, neoliberal egemenlik çağının gündemini yoğun bir biçimde işgal etmeye devam ediyor. İran, ahlaki kaygıları olmayan emperyalist sisteme bir kar­şıtlık oluşturuyor. İran İslam Devrimi’nin, İslamî olmaktan çok, Şii ve İran’lı karakterinin öne çıkarılması İran’ı İslam dünyası ile bütünleşmekten alıkoyuyor. Irkçı dünya görüşlerinde olduğu gibi, mezhepçi dünya görüşleri de kendi kendilerini ciddi bir biçimde kısıtlıyor.

Maddi güç ihtiraslarıyla, tutkularıyla sınırlı dünya gö­rüşlerinin, hayat tarzlarının, çıkar ideolojilerinin belirle­yici olduğu bir dünyada ahlaka/adalete/barışa ulaşmak mümkün görünmüyor. Hatırlatmak gerekir ki; modern-seküler bireyin hiç bir zaman ahlaki bir kimliği olmamıştır. Toplumsal hayatın ve toplumsal ilişkilerin piyasa tarafından düzenlendiği bir dünya­da, bu dünyanın insanı, kazanmak, harcamak ve haz almaktan ibaret bir ilgi alanı içerisindedir. İçsel hayatın çöküşü sebebiyle, modern-seküler birey yatıştırıcı ilaçlarla ruhsal boşlukları aş­maya çalışıyor. İtibarını bütünüyle yitirmiş modern tarih’le il­gili olarak insanlık büyük düş kırıklıkları yaşıyor. Para ve kazanç tutkularının bütün değer kaygılarını silip süpürdüğü, siyasetin yalnızca ideolojiye indirgendiği, kültürlerin yozlaştığı, yoksullaştığı, kimlik ve kişilik parçalanmalarının yoğunlaştığı bir zamanda; direniş bilinciyle, sorumluluğuyla ve ahlakıyla tarihi dönüştürmek, İslamî bir tarih için yeni başlangıçlar yapmak ge­rekiyor. Dünyanın, hayatın, tarihin, zorla/zorbalıkla/barbarlıkla dönüştürüldüğü, büyük adaletsizlikler ve zulümler çağında, Müslümanlar olarak, hepimiz, bilinçli bir öfkeyi eyleme dönüştü­rebiliriz. Karşı karşıya bulunduğumuz aşağılayıcı ötekileştirmeler karşısında ahlaki öfkeyi yükseltememek vicdani körlük anlamı­na gelir.

Tarihe, tarihsel gelişmelere nüfuz etmekte geç ve kayıtsız kaldığımız için, bu geç kalmışlığın ve kayıtsızlığın ağır sonuçla­rına katlanıyoruz.

İslam Dünyası, İsrail’in dokunulmazlığına/küstahlığına/pervasızlığına tahammül edebiliyor. Bu durum kabul edilebilir bir durum olamaz. Modern zamanlar boyunca, emperyalist/sömürgeci baskılara, aşağılanmalara işgal ve istilalara maruz kalan Müslümanlardan, bütün bu uygulamalar karşısında sessiz kalmaları, modern dünyanın dayattığı hayat ve siyaset tarzına boyun eğmeleri, bütün bu dayanılamaz süreçleri “hoşgörü” ile karşılamaları beklenemez. Modern dünya, İslam dünyasını, kültürünü, toplumunu anlamaya ça­lışmak yerine; bu dünyayı, kültürü yönetmek istiyor, bu dünyaya ısrarla ve baskıyla kendi kurallarını dayatıyor. İdeolojik ve ırkçı yaklaşımlar, İslam Dünyası ile modern dünya arasında derin önyargılar oluşturuyor. Ortadoğu’nun Amerikan önceliklerine ve İsrail çıkarlarına göre biçimlendirilmesi, İsrail’i ekonomik/poli­tik/askeri açıdan güçlü kılıyor. Amerika’nın İsrail’le olan ideolojik/stratejik ilişkisi, İsrail’in ekonomik/politik/as­keri istikrarını ne pahasına olursa olsun güvence altında tut­mak, İsrail’in bölgede her durumda askeri üstünlüğe sahip ol­masını sağlamaya yönelik bir ilişkidir. İsrail, her defasında güvenlik gerekçelerini öne sürünce Batı dünyasında akan sular duruyor, Filistin’in ve Filistinlilerin güvenlik sorunları ise hiç kimsenin umurunda bile olmuyor. Halen yapımı devam eden Yahudi yerleşimleri Amerikan yardım fonlarının katkıla­rıyla sürdürülüyor. Ayrımcılığa ve ırkçılığa dayalı sömürgeci Siyonist sistemi Amerika her açıdan güçlü kılmaya çalışıyor. 1999 yılında Birleşmiş Milletler, 149 ülkenin oylarıyla Kudüs’e Yahudi yasalarını, idari ve hukuki sistemini dayatma kararını yasadışı/geçersiz saydığı halde, Filistin’e, Filis­tinlilere ve Kudüs’e reva görülen korkunç haksızlıklar bir türlü durdurulamıyor. Utanç verici gettolarda, toplama kamp­larında yaşamaya mahkûm edilen Filistinliler, Filistin’in coğrafi anlamda da iç bütünlüğünü kaybettiler. Filistinli mül­tecilerin muhtemel bir gelecekte Filistin’e dönmeleri durumun­da iskân edilebilecekleri bir yerleri olmayacak. Filistin nü­fusunun dörtte üçünün mülteci durumunda bulunduğunu, Filistin topraklarının yüzde yetmiş sekizinin Yahudi işgali altında bu­lunduğunu, Kudüs’ün yüzde sekseninin İsrail egemenliği altın­da olduğunu hatırlamak gerekiyor.

Yirminci yüzyılın başlarında Filistin nüfusunun yüzde onunu Yahudiler oluşturuyordu. Basel’de 1899 yılında toplanan Siyonist Kongresinden sonra, Kudüslü Müslümanlar Theodor Herzl’e mektup yazarak “dünyada Yahudileri kabul ede­cek çok boş toprak var, Filistin’i rahat bırakın” uyarısında bulunmuşlardı. Theodor Herzl 1895 yılında Siyonistlerin bar­barlığa karşı uygarlığın temsilcileri olduğunu söylüyordu. Theodor Herzl, Müslümanları barbarlıkla suçlarken, Osmanlı İmparatorluğu himayesini seçen, Osmanlı yönetiminin çok sıcak ilgisiyle karşılanan İspanyadan sürgün edilen Yahudileri unut­muş görünüyor. İslam Dünyası ülkelerinin, İsrail’in 1967 sınırlarına geri dönmesini, Yahudi Yerleşimlerinin kaldırıl­masını, Kudüs’ten geri çekilmesini, Filistinlilerin egemen­lik haklarını tanımasını sağlayabilecek siyasal bir irade ortaya koyamaması çok ama çok düşündürücü bir durumdur.

On sekizinci yüzyıldan itibaren Avrupa’da gerçekleşmeye başlayan teknik gelişmelere ilişkin teknik bilgiler Avrupa’ya İslam dünyasından gelmişti, buna rağmen, İslam dünyası, Avrupa ile arasında yaşanan teknolojik farklılığı/uçurumu aşmayı başaramadı. Bu noktada, değişim ve üretkenlik düşüncesine kapalı olan kültürlerin, geçmişte yaşamaya devam ettiklerini hatırlıyoruz. Değişim ve üretkenlik düşüncesine kapalı olan kültürler, emperyal iktidarın diline, mantığına tarzına kolaylıkla mahkûm edilebiliyor. Anlama, düşünme, ayrım yapma, tercih yapma yeteneğine ihtiyaç duymayan kültürler, yalnızca taklit ve itaat eden kültürler akla da ihti­yaç duymazlar. Akli faaliyet, anlama/düşünme/ayırt etme, tercih yapma etkinlikleri, bir irade koymaya yarayan etkinliklerdir. Manipülasyona açık insanlar, manipülasyona açık kültürler kendilerine ait düşüncelere sahip olamazlar. Modern zamanlar ve tarih boyunca Müslümanlar olarak “ötekileştirildiğimiz” için hep çarpık bir biçimde aşağılanarak tanımlanıyoruz. Ötekileştirildiğimiz için; ne düşüncelerimiz, ne entelektüel birikimimiz, ne eylemlerimiz ilgi görmüyor, yankı uyandırmıyor, dikkat çekmiyor. Günümüzde gündemdeki İslamî tasavvur, daha çok ötekileştirilmiş mantığın/zihnin/konumun ürünü olan bir tasavvurdur. Bir diğer yanda, para ve medyanın, popüler eğlencenin biçimlendirdiği, kitlesel arzulara hitap eden, homojenleştirici, bayağı kültür de insanınızı bilinçten bağımsız sürüler haline getiriyor.

İktibas, Ağustos 2010, sayı 380 (Nisan 2013, sayı 412)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *