Demokrasiye karşı “İslam Partisi”

Demokrasiye karşı “İslam Partisi”

8.8.1991 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde özetlenerek yayımlanan röportajın, yayımlanmayan kısımla birlikte tam metni.

PORTRE ERCÜMEND ÖZKAN

1938’de Mucur’da doğdu. Ankara Üniversitesi’nde Hukuk ve Arap-Fars dilleri eğitimi gördü. 1967, 1983 ve 1985 yıllarında TCK’nun 163. maddesine muhalefet nedeniyle tutuklandı. Toplam 10 yıl 3 ay hapis, 2 yıl gözaltı ve ömür boyu kamu hizmetlerinden yasaklanma cezası aldı. 1960’da İslami Kurtuluş Partisi ile ilişki kurdu. 4 yıla yakın bir süre bu partinin Türkiye sorumluluğunu yaptı. 1981 yılından bu yana İktibas Dergisi’ni çıkarıyor. Halen İslami Parti’nin kuruluş çalışmalarını yürütüyor. Evli ve 5 çocuk babası.

Sertuğ Çiçek/08 Ağustos 1991/Cumhuriyet Gazetesi

ANKARA – Türkiye’de “laik-demokratik rejimi, kitlesel mutabakatla lağvedip İslam devleti kurmayı” hedefleyen İslami Parti’nin kuruluş çalışma­ları son aşamaya geldi. Parti ku­rucularından aylık İktibas Der­gisi Genel Yayın Yönetmeni Ercümend Özkan, resmi başvuru için henüz tarih belirlemedikle­rini bildirerek, “Ancak, kurulu­şumuz fazla gecikmeyecek” de­di. Demokrasinin “Kuran’la çeliştiğini” ifade eden Özkan, insan hakları konusunda da “İnsanlara nelerin hakkımız, ne­lerin görevimiz olduğunu yara­tıcımız Allah’ın bildirdiğine ina­nıyoruz. Bu yüzden insan hak­larını esastan reddediyoruz” di­ye konuştu. Özkan, Atatürk ve arkadaşlarını “İngiliz muhibi (dostu)” olmakla suçlayarak, kuracakları düzende “laik; demokratik ve sosyalist herhan­gi bir kirliliğe yer bırakmayacaklarım” söyledi.

İslami Parti’nin kuruluş çalış­maları konusunda Cumhuriyet’in sorularını yanıtlayan Özkan, partinin genel olarak İslam’ın belirlediği ilkeler çerçevesinde oluşturulacağım belirtti. Anaya­sa Mahkemesi’nin Türkiye Bir­leşik Komünist Partisi’ni (TBKP) kapatma kararına kar­şın, “kapatılacaklarını bile bile” kuruluş başvurusu yapacakları­na dikkat çeken Özkan, şöyle konuştu:

“Partimizin hedefi, Türkiye’den başlayarak insanımıza İsla­m’ı anlatmak; ana kavramlarını açıklayarak benimsemelerini ve katılımlarını sağlamak; nefislerindekileri, İslamdakilerle değiş­tirmeleri sonucu ulaşılacak kit­lesel mutabakatla laik-demokratik rejimi lağvedip İslam devletini kurmaktır. Bu çağ­rı sadece Müslümanlara değil, bütün insanlara yapılacak ve ulaştırılacaktır.”

Parti kuruluşu için çalışmala­rın devam ettiğini bildiren Öz­kan tüzüğün esasları itibarıyla hazırlandığını, program çalış­malarının sürdürüldüğünü kay­detti. İçişleri Bakanlığı’na baş­vuru için bir tarih belirlemedik­lerini belirten Özkan, “Sanıyo­rum, ön başvuru fazla gecikmeyecektir” dedi.

Özkan, demokrasinin “insan­ları isteklerine, arzularına uyma­ya yönlendiren bir siyasi rejim” olduğunu belirterek, “Kuran, başından sonuna kadar insanların hevalarına (isteklerine, arzu­larına) uymaktan uzaklaştırıp Allah’a teslim olmaya çağıran bir kitaptır. Bunun için de de­mokrasinin Kuran’la tam bir çe­lişki arzettiğine inanıyoruz” di­ye konuştu. Sosyalizmin, kapi­talizmin acımasız bir şekilde uygulanmasına tepkî olarak doğ­duğunu savunan Özkan, insan hakları konusunda da özetle şunları söyledi:

“İnsan hakları, insanların dünyaya gelirken beraberlerinde getirdiği varsayılan hürriyetlerin toplamının kullanılmasıdır. Biz bunu esastan reddediyoruz. Zi­ra biz insanlara nelerin hakkı­mız, nelerin görevimiz olduğu­nu yaratıcımız Allah’ın bildirdi­ğine inanıyor ve insanları bun­lara teslim olmaya çağırıyoruz. Nefislerimize uyarak hevamızla tespit edeceğimiz şeylere itibar etmemiz, kendimizle Müslüman olarak çelişkiye düşmektir.”

İslami Parti’nin, dünya görü­şünü anlatmak için başka ideo­lojilerin tanımlarına gereksinim duymadığım söyleyen Özkan, Türkiye’deki siyasi partilerin tü­münün Batı güdümünde oldu­ğunu ileri sürdü. “Bunların tü­mü esas itibarıyla bu rejimi ka­bul edenlerin ya da kabule zorlananların partileridir” diyen Özkan, konuşmasını şöyle sürdürdü: “Türkiye uzun bir zamandan beri Batı’nın çekiciliğine kapıl­mış, giderek de güdümüne gir­miştir. Düşünürleri, aydınlan, askerleri, ekonomistleri ve yöneticileri ile bir zamanlar Alman hayranı kadroların elinde bir koca miras kaybedilmiştir. Da­ha sonra ortada rakipsiz kalan İngiliz muhibleri (sevenleri, dostları), Türkiye Cumhuriyeti­ni kurmuşlardır. Türkiye 30 yıl­dan beri de Amerikancılığın hâ­kim bulunduğu bir ülke duru­mundadır.”

RP ve IDP yöneticilerinin “Allah’a teslim olmadıklarını” savunan Özkan, “Demokrasiyi ve onun kurallarını, yöntemleri­ni kabul edecek, bunlara göre davranacak ve yine de ‘Allah’a teslim olmuşluğunuzu’ söyleye­ceksiniz. Bu, olmaz, olamaz” dedi Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yaşanan olayları da, “Türkiye Cumhuriyeti’nin ırkçı­lığa daha yakın milliyetçi politikalarının birikerek gelen so­nuçlarından bir kısmı” olarak nitelendirdi.

Bu röportaj 8.8.1991 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde yayınlanmıştır.

***

Cumhuriyet Gazetesinden Sertuğ ÇİÇEK’in sorularına Dergimiz Editörü Ercümend ÖZKAN’ın cevaplarının tam metnini sunuyoruz:

LAİK, DEMOKRATİK, SOSYALİST KİRLİLİKLERDEN UZAĞIZ

Soru: İslâmî Parti kurma çalış­malarınız ne aşamadadır? Partinin tüzüğü, programı hazırlandı mı? Hazırlandıysa genel olarak partinin ilkeleri, hedefleri ne olacak?

Cevap: İslâmî Parti kurma çalış­malarımız tüzük ve program hazır­lama aşamasındadır. Tüzük, esasla­rı itibariyle hazırlanmıştır. Prog­ram henüz tamamlanmamış olup, istişarelerimiz sürmektedir.

İslâmi Partinin ilkeleri genel olarak İslâm’ın belirlediği ilkeler olacaktır. Allah’ı kendisi ve sıfatları itibariyle birleme demek olan tevhid akidesi Kur’an kalkışlı olarak açık ve anlaşılır şekilde belirlenip, insanımıza sunmak esas olarak üzerinde durduğumuz şeydir. Yine Kur’an kalkışlı olarak insanımıza iyi işlerin(salih ameller) kaçınılma­sı gereken şeyler(münker)den ve yapılması gereken şeyler(ma’ruf)le emretmek olduğu ve bunların doğ­ruluk, samimiyet, Allah içinlik, in­sanların nefıslerindekileri İslamdakilerle değiştirmeleriyle Allah’ın toplumun hâlini değiştirmesinin mümkün olacağını, ve her müslümanın birer güzel örnek oluştur­ması, bunun için de Kur’an’ı ahlak (düşünce ve davranışlar bütünü) edinen peygamberimizi örnek edin­mesi gerektiğini anlatmak. Kendi nefislerimizi de unutmadan ve en yakınımızdan başlayarak bütün in­sanlığa İslâmı bir bütün olarak sun­mak, Partimizin esas ilkelerini teş­kil etmektedir.

Bunu yaparken laik-demokratik, sosyalist herhangi bir kirliliğe yer bırakmamak, insanları hevâlarıııa uymaktan uzak durmaya ça­ğırmak, yukarıdaki bütünü tamam­layan şirk ve küfürden uzak kalın­masını sağlayacak açıklamalar yap­mak da hedeflerimiz arasında yer almaktadır.

Emperyalizmin her türünün oyunlarından halkımızı haberdar etmek ve nasıl korunulacağını göstermek. Emperyalistlerin oyunları­nı açıklamak, yerli işbirlikçilerin bu oyunlara katılmalarından kitle­leri bilgilendirmek ve kitlesel bilin­ci ayakta tutmak.

Ezcümle Partimizin hedefi, Tür­kiye’den başlayarak insanımızı İs­lâm’ı anlatmak, ana kavramlarını açıklayarak benimsemelerini ve ka­tılımlarını sağlamak, nefislerindekileri İslâmdakilerle değiştirmeleriyle ulaşılacak kitlesel mutabakat­la laik demokratik rejimi lağvedip İslâm Devleti kurmaktır. Bu çağrı sadece müslümanlara değil, bütün insanlara yapılacak ve ulaştırıla­caktır.

Soru: Partinizin kuruluşu için İçişleri Bakanlığına ne zaman baş­vuracaksınız?

Cevap: Şu anda kesin tarihi be­lirlemiş değiliz. Lâkin sanıyorum bu başvuru fazla gecikmeyecektir. Dilekçemize ekleyeceğimiz tüzüğü­müz ve programımızla bakanlığa beyanda bulunurken bir de basın toplantısı yapacak, tüzük ve prog­ramımızın birer nüshasını basın mensuplarına da vereceğiz.

Soru: İslâmî Parti olarak de­mokrasi, sosyalizm ve insan hakla­rına ilişkin tanımlarınız nedir?

Cevap: Bizler İslâmi Partililer olarak demokrasiyi, onun teorisyenleri gibi anlıyor ve tanıyoruz. İnsanları hevâları(istekleri, arzula­rı)na uymaya yönlendiren bir siyâ­sî rejim olduğu için de açıkça Kur’an ile çelişki halinde görüyo­ruz. Zira Ku’an başından sonuna kadar insanları hevâlarına uymak­tan uzaklaştırıp Allah’a teslim ol­maya çağıran bir Kitabtır. Bunun için de demokrasinin bu ilkelerle tam bir çelişki arzettiğine inanıyo­ruz. Bu itibarla da dünyayı ifsad eden(bozan) bir düşünce tarzı ve yaşam biçimi olarak değerlendiri­yoruz.

İflas etmiş olmasına rağmen sosyalizmi, kapitalizmin acımasız bir şekilde uygulanmasına karşı doğan bir tepki olarak değerlendi­riyoruz. Temel kabul ettiği diyalek­tiğini ve bunun üzerine kurduğu kavramlarını eşyanın tabiatına ve insanın fıtratına aykırı görüyoruz. Eğri dine ve dinlerin en çok eğriltildikleri zamanındaki görüntüye ba­kıp bütün dinleri bir üst yapı kuru­mu olarak görmesi de dahil bir çok yanılgılar içinde boğulmuş olarak görüyoruz, örneğin Kur’an’a bak­ması gerekirken müslümanların o günkü görüntüleri ile iktifa eden bir kafanın yanılmaması mümkün değildir. İslâm’ın keyfiyet sınırlama­sı getirerek mülkiyet sahibi olmayı terbiye ediciliğinden haberdâr olamayan marksistler, kemmiyet sı­nırlamaları getirdikleri mülkiyete öylesine bir darbe vurmuşlardır ki ağacı kökünden kurutmuşlardır.

İnsan hakları kavramına gelin­ce; bu kavramı, dünyaya tanıtan de­mokrasinin kuramcılarının da de­diği gibi, insanların dünyaya gelir­ken beraberlerinde getirdiği varsa­yılan hürriyetlerin toplamının kullanılması olarak değerlendiriyor ve esastan reddediyoruz, yine insanı hevâsına uymaya yönlendiren de­mokrasiler açısından olmazsa ol­maz olarak görüyoruz. Zira biz in­sanlara nelerin hakkımız, nelerin görevlerimiz olduğunu Yaratıcımız Allah’ın bildirdiğine inanıyor ve in­sanları bunlara teslim olmaya çağırıyorken, nefislerimize uyarak hevâmızla tesbit edeceğimiz şeylere itibar etmemiz kendimizle müslüman olarak çelişkiye düşmek olur­du.

Allah’ın bildirdiği haklarımız ve görevlerimiz fıtratımıza uygun düş­tüğünden bunlar insana doyum ver­mektedir. Biz, dünya görüşümüzü anlatmak için başka ideolojilerin tanımlarına kesinlikle ihtiyaç duy­mayan bir dine, İslâm dinine men­subuz. O ki, dışından bir şeyin itha­lini gerektirmeyecek bütünlük ve tamamlıktadır.

Soru: Türkiye’deki siyâsî parti­leri nasıl değerlendiriyorsunuz; ANAP, SHP, DYP, RP, IDP, TBKP ve HEP konusundaki görüşleriniz nelerdir?

Cevap: Bu siyâsî partilerin tümü esas itibariyle bu rejimi kabul edenlerin ya da kabule zorlananla­rın partileridir. Bu partiler laik-demokratik esaslar üzerine kurulu partiler olduğu gibi tümü de batı güdümündedir.

Türkiye uzun bir zamandan beri batının çekiciliğine kapılmış gide­rek de güdümüne girmiş düşünürleri, aydınları, askerleri, ekono­mistleri ve yöneticileri ile bir za­manlar Alman hayranı kadroların elinde bir koca mirası kaybetmiş, daha sonra ortada rakibsiz kalan İngiliz muhibleri Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuşlardır. Türkiye otuz yıl öncesinden beri de Amerikancı­lığın hâkim bulunduğu bir ülke du­rumundadır. Türkiye’deki siyâsî partiler bugüne kadar bütünüyle yukarıda açıklanan siyâsî yakınlı­ğın etkisinde kalmış ve hattâ güdü­müne girmiş partilerdir. Zaten ken­dine has dünya görüşlerini kaybe­den, ona güvenini yitiren insanlar dayanacakları güçlü bir varlığa ihti­yaç duyarlar. Türkiye’yi yönetenler için bu yabancı güç bir zamanlar Al­manya, onu takiben İngiltere ve şimdi de Amerika olmuştur. Biz, dayanılacak güç olarak yalnızca Al­lah’ı biliyor ve yalnız O’na sığınıyo­ruz.

Değişen dünya siyâsî konjonk­türünde Türkiye bugün İslam’a kar­şı olmaktan çıkarak, İslâmizasyon politikalarının uygulandığı bir ülke haline gelmiştir. Bu politikalar Tür­kiye için; gelişen köktenci İslâmcılık karşısında üretildi. Bu suretle köktenci İslamcılık, geleneksel İslânıcıltğa omuz verilerek savulmak istendi. İslâmizasyon Türkiye için yeni bir politika olmakla birlikte Birinci Dünya Savaşı sonrasından beri İngilizlerin özellikle de Suudî Arabistan ve sonra Pakistan’da uy­guladığı bilinen bir politikadır.

Enver Paşanın başında bulun­duğu Almancı ekibin savaşı kaybetmesi ve devleti bitirmesinden sonra rakibsiz kalan İngiliz muhibbi M. Kemal, Türkiye’de İslâm’ı bütü­nüyle silmek, tüm değerleriyle hayatın dışına atmak ve yerine batı­nın değerlerini koymak için kök­tenci değişiklikler yaptı ve Stalinist yöntemlerle bunları uyguladı. İsmet İnönü’nün sürdürdüğü bu politika­lar İkinci Dünya Savaşının sonun­dan itibaren dünya siyâsî liderliğini eline geçiren Amerika’nın, İngilte­re’nin yerini almasıyla yeni bir bo­yut kazandı. Ortadan kaldırılamayacağı anlaşılan İslâm, bir uzun süre de komünizm tehdidi ile başbaşa bırakıldı. Ve Marksizmin iflasının ilânını takiben İslâmizasyonun al­ternatifsiz olduğu açığa çıktı.

CHP ve DP İngiliz muhibbi kim­selerin kurdukları partiler idi. Amerika 27 Mayıs 1960’da Türkiye’deki İngiliz yandaşlığına siyâsî kadrolar düzeyinde son verdi ve eğitip, beyinlerini yıkadığı askerle­rin eliyle iktidarın Amerikancılara yolunu açtı. AP kadroları gençti ve İkinci Dünya Savaşı yıllarının genç­leri idiler. Uzun sayılacak bir süre iktidarda kaldılar. İnönü’nün elin­den alınan CHP, Ecevit’in yöneti­minde bir süre varlık gösterdi. Lâkin 12 Eylül’ün ikinci Atatürk’ü Evren, bu köklü İngiliz yanlısı parti­yi kökünden kurutucu ameliyeler yaptı. Bütün mallarını, İş Bankası’ndaki % 27’lik hisse ve gelirleriy­le birlikte hazineye intikal ettirdi. Bu suretle Atatürk’ün partisi so­nunda SHP olarak ormandakinin benzeri gibi görünmesine rağmen saksıdaki ‘bonsai’ gibi durmakta­dır.

ANAP, 12 Eylülcülerin siyâsî kadroları olarak sekiz yıldan beri iktidardadır. Diğer partilerin konumları da Türkiye’deki batı gü­dümlü siyâsî rejimi sürdürmeye yö­nelmiş kadroları ile gözler önünde­dir. Türkiye’de şu anda bütün alanlarda uyguladığı politikalarla Ame­rika’ya tam bağımlılık iktidardadır. 12 Eylülcülerin partileri, 27 Mayısçıların partileri, 12 Martçıların ve Özel Harb Dairesi’nin partileri siyâ­sî arenadadır.

Biz bu partilerin hiçbirini Türki­ye’nin hâli ve istikbâli için hayırlı görmüyoruz. Türkiye ve halkı için değil, batı için çalışan siyâsî kadro­lar olarak değerlendiriyoruz.

Soru: Kamuoyuna yaptığınız açıklamalarda RP ve IDP yönetici­lerinin “Allah’a teslim olmadıkları­nı” söylüyorsunuz. Anlatmak iste­dikleriniz nelerdir? 

Cevap: Müslümanım demek; Al­lah’ın elçisine bildirdiği vahiyler­den oluşan Kur’an’ın içeriğine tes­lim olmak demektir. Şayet bir kim­se veya parti bu Kitab’takilerin ba­zılarına teslim olur, bazılarına olmazsa Allah’ın dinine bütünlüğünü koruyarak teslim olduğunu iddia edemez, örneğin Kur’an’daki dü­şünceleri kabul edecek, fakat tevhi­di metodu reddederek küfürle uzla­şacak, uyuşacaksınız, bu teslim olmuşluk değildir, olamaz. Gayenin vasıtayı meşrulaştırdığını söyleye­cek ve makyavelist gibi davranacak ve yine de teslim olmuşluğunuzu belirteceksiniz; bu kesinlikle teslim olmuşluk, müslüman olmuşluk de­ğildir, olamaz. İslâm meşru amaçla­ra ancak meşru vasıtalarla varılabi­leceğini özellikle vurgulayan bir dünya görüşü iken, bu partiler bu­nun tam tersi makyavelist metodu uygulamaktadırlar. Bu halde nasıl Allah’a teslimiyetten bahsedebilir­ler? İslâm “miskâl ağırlığındaki ha­yır ve miskal ağırlığındaki şerrlerin hesabının sorulacağını” söylüyorken, bu bütünlüğü gözden ırak tut­manın adı müslümanlık olamaz.

Demokrasiyi ve onun kuralları­nı, yöntemlerini kabul edecek, bun­lara göre davranacak ve yine de “Allah’a teslim olmuşluğunuzu” söyleyeceksiniz, bu olmaz, olamaz. Demokrasi yalnız seçim değildir; bir düşünce tarzı ve yaşam biçimi­dir ki ayrılmaz bir şekilde dinin dünyadan ayrılmasını emreden laiklik, demokrasiyi tamamlayan ana unsurdur.

Bu itibarla biz laik-demokrasileri İslâm’a esastan aykırı görüyor ve ucundan kıyısından da olsa benim­seyenleri “Allah’a teslim olanlar” olarak niteleyemiyoruz.

Soru: Son günlerde Güneydoğu Anadolu bölgesinde yaşanan olaylar; PKK, Çevik Güç ve Saddam Hüseyin hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

Cevap: Güneydoğu Anadolu Böl­gesinde yaşanan olaylar Türkiye Cumhuriyeti’nin ırkçılığa daha yakın milliyetçi politikalarının birike­rek gelen sonuçlarından bir kısmı­dır. İnsanlar hangi milliyetteki an­ne babadan dünyaya geleceklerine kendileri karar vermediklerine gö­re varsa yoksa Türk, Türk, Türk di­ye tekerler durursanız elbette ki Türk olmayanların akıllarına da kavmiyetlerini düşürürsünüz. Müs­lüman olduğu onbir asırdan beri bu kavimlerin ne Türklükleri ne de Kürtlükleri akıllarına bile gelme­mişken, şayet bugünlerde diğerine nisbetle öbürünün rötarlı da olsa kavmiyeti aklına düşürülmüşse bu­nun suçlusu yalnızca kavmiyetini en son hatırlama durumunda bıra­kılanlar olamaz. Beyinsizce bir dü­şüncenin sonucu siz gidip bir tek Türk’ün bile bulunmadığı Hakkâ­ri’nin dağlarına “Ne mutlu Türküm” diye yazılar yazdırın ve sonucu bekleyin… Bekleyin ki göresiniz bu­gün olanları. Oradaki bu yazıyı okuyan insanlar Kürtseler, elbette ki bu yazıları “Ne mutlu Kürdüm” diye okuyacaklardır, okumakla da kalmayıp söyleyecekler ve durdu­ğun yerde senin de, kendilerinin de başlarına iş açacaklardır. Kaldı ki mutluğun Türklükle, Kürtlükle uzaktan yakından alâkası bulunmadığını bilebilmek fazla akıl da iste­memektedir.

Aslolan Türk veya Kürt olmak mıdır, insan olmak, İslâm olmak mıdır? Elbette ki insan olmak ve İslâm olmaktır aslolan. Gerçek bu olunca insanları insan olmaları açı­sından ele almak gerekir. Türk ve­ya Kürt olarak ele alırsanız bugün­kü manzara kaçınılmaz olarak kar­şınıza çıkar ve siz de içinde çıka­maz olursunuz.

Biz Türkiye’deki insanları İslâm açısından değerlendiriyor, dil fark­lılığından başka bir anlamını görmediğimiz ırkı açısından ele almı­yoruz. Bizim ırki sorunlarımız ol­madığı gibi ırkçılık sorunumuz da yoktur müslümanlar olarak. İslâm esas itibariyle ırkı sorun edinme­yen bir dünya görüşü ve yaşam bi­çimidir. Bu ülkeyi içinde yaşayan Türk’ü, Kürd’ü ve diğerleriyle bir­likte düşünüyor ve ele alıyoruz. Bi­zim için insanların önce insan ol­maları önemlidir; dilleri, renkleri ve mahallî kültürlerinin farklı olu­şunu bir zenginlik olarak değerlen­diriyoruz.

PKK, yukarıda da değindiğimiz gibi ırkçı bir politikanın geri tepen tezahürü, insanlara yapılan zulme gösterilen zalimce bir tepkisidir.

Çevik Güç’ü özellikle İran’daki İslâmî Devrim’den sonra Ameri­ka’nın bölgeyi denetleyebilmekte karşılaştığı zorlukları yenebilmek için tasarladığı fakat kurulması Körfez Savaşı sonrasına kalan bir, bölgeyi denetleme kulesi ve kara­kolu olarak görüyoruz. Var olanla­ra ilave bir güç.

Amerika, İran’daki İslâm Devrimi’ni başarısız kılmak ve böylece bölge ve dünyadaki etkinliğini yavaşlatabilmek için alet olarak kullandığı Saddam’ı bu defa Kuveyt’in işgaline yeşil ışık yakarak tekrar kullanmış ve bölgede çıkardığı bu yine krizi çözme bahanesiyle varlı­ğını yeniden isbat gereği duymuş­tur. Bölgede özellikle müslümanlara gözdağı vermeyi amaçlayan Amerika, Irak’ı pes ettirerek bunu şimdilik başarmış gibi görünüyor. Amerika’nın Kürtleri filan düşün­düğü yoktur. Çevik Güç ile bölgede bir yeni karakol, bir yeni gözetle­me kulesi ve âcil müdahale birliği bulundurmayı amaçlıyor. Amerika, herkesi olduğu gibi Kürtleri de yal­nız çıkarları için düşünür. Nasıl ki Kurt, kurdu düşünürken bile “düş­se de yesem” diye düşünürse öyle düşünür.

Saddam Hüseyin ise; Baas’ın Irak’ı ele geçirdiğinden beri Irak’ın gördüğü en şovenist yöneticisidir. Irkçı beyinsizlerin akibeti Onu da bulmuştur, yüzü koyun yere seril­miştir. Saddam’ı hiçbir açıdan bir müslüman olarak tasvip edemeyeceğimiz gibi, Onun leşini yere seren gücü de, bu gücün bölgedeki “Çevik Güç”ünü de tasvib etmiyoruz. Bu türden üslere topraklarımızda yer verenlerden günün birinde bu hal­kın hesab soracağından da eminiz.

Saddam, Irak için bir pisliktir, temizlenmelidir. Lâkin bir pislik bir başka pislikle temizlenemeyeceğinden, Amerika tarafından da temizlenemez.

Konuyu meşhur bir benzetme ile bağlamak istiyorum: Adamın bi­rine gelip “Senin bostana bir camuz, bir de hoca girmiş!” demişler. Adam hemen: “Aman camuz dur­sun, siz öncelikle hocayı çıkarın!” demiş. Biz de buna telmihan diyoruz ki: “Ortadoğu’da müslümanların bostanlarına bir Bush gir­miş; bir de Fahdlar, Saddamlar. Mü­barekler, Özallar girmişler. Aman Bush sonraya kalsın, siz önce Fahdları, Saddamları. Mübarekleri, Esatları. Kral Hüseyinleri ve Özalları çı­karın bostanınızdan!”. Zaten bunlar olmasa idi, Bush bostanımıza nere­den ve nasıl girebilecekti ki!..

Bu konuda fazla söze gerek duymuyoruz.

Bu mülakat Ercümend Özkan’ın tasvibiyle 8 Ağustos 1991 günü Cumhuri­yet Gazetesi’nde özetlenerek yayınlanmıştır.

(İktibas, eylül 1991, sayı 153)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *