Gerçekçi Olmayan Umutlar

Aziz İslam, kabile/hizip/mezhep/ulusal çı­kar ve değerlere hizmet etmek üzere araçsallaştırıldığı için, İslamî bütünlükten söz edemiyoruz. Günümüzde bütün İslami ce­maatler statükolarla/statükoculuklarla bütünleşmiş durumdalar.

İslam toplumlarının, Batılı kavram ve kurumlar çerçe­vesi tarafından işgal ve istila edilmesi; İslam dünyasının düşün­sel ve entelektüel anlamda bir bozgunla karşı karşıya bulunduğunu gösterir. Toplumlarımız, İslamî temeller doğrultusunda yeni model­ler geliştirmeleri gerekirken; ithal devlet, siyaset, ekonomi ve kültür modelleri ile dışarıdan alınan referanslar ve meşruiyet yaklaşımlarıyla kendilerini ifade etmeye çalışıyor; Batı’ya bağım­lılığa süreklilik kazandırıyorlar. Toplumlarımızda kültürel hayat eksiksiz bir kuşatma karşısında bulunduğu için, büyük bir kültürel kokuşma yaşanıyor. Dünyasallaşan kapitalist ekonomi ve kültür kar­şısında, küresel düzeyde yankısı/etkisi olabilecek bir dil, felse­fe, entelektüel birikim, bilgelik birikimi, kültür ve estetik oluşturamadığımız için, yeni bir modelle tarihe giremiyoruz. Bugünün evrenselliği yalnızca piyasanın ve kapitalizmin evrensel­liği olarak somutlaşıyor. Günümüz dünyasına kültürleri etkisiz ha­le getiren, kültürleri yozlaştıran ve çürüten bir ekonomi anlayışı hâkimdir. Sömürgeci projenin “uygarlık” ihraç etme manyaklığının/saçmalığının günümüzdeki yansımasını, Fransız laikliği temelinde tekbiçimli bir evrensellik oluşturmaktadır.

İçerisinde yaşadığımız dünyayı, tarihi, siyasal/kültü­rel gelişmeleri, dönüşüm ve değişimleri, anlama/çözümleme/yorumla­ma ihtiyacı duymayan; bu değişim/dönüşüm süreçlerine müdahale etme niyeti taşımayan, geri çekilmiş, pasif, kararsız, içerik üretme yeteneğini/iradesini kaybetmiş kültürler/uygarlıklar İslam toplum­ları örneğinde izlenebileceği üzere; üretken/aktif/hareketli/dinamik/ değişim-dönüşüm ve yenilenmeye açık kültür ve uygarlıklar tara­fından kolaylıkla sömürgeleştirilebiliyor. Her alanda, yaşamakta bulunduğumuz, zihinsel yenilgilerin günümüzdeki en somut kanıtı, her konuda Avrupa referanslarına ve meşruiyet kaynaklarına başvur­ma ihtiyacı duyuyor olmamızdır. Neoliberal hayat tarzının dayattı­ğı her tür hayâsızlığa “özgürlük” kampanyalarına, neoliberal çerçe­velerle her hangi bir sorunu bulunmayan Müslümanlar da katılabili­yor. Zihinsel yenilgileri kabul etmek, her tür teslimiyetçiliği, her tür zilleti, her tür uzlaşıyı kabul etmekle sonuçlanıyor.

Zihinsel yenilgilerle hesaplaşmayı, bu yenilgileri aşmayı ba­şaramadığımız için, Avrupa merkezci paradigmanın mutlaklaştırılması karşısında sesimizi, bilincimizi, muhalefetimizi yüksel­temiyoruz. Başkaları tarafından dayatılmış düşünce ve hayat tarzlarına katlanıyoruz. Başka türlü düşünmenin, başka türlü yaşamanın meşru ve mümkün olduğunu kanıtlayamıyoruz. Kendi düşüncelerimiz ve eylemlerimiz olmadığı için, içerisinde ya­şadığımız dönemin tarihini yapamıyoruz. Tarihin dışında kalan­lar, tarihi anlayamıyor/ tarihi anlamak için tarihe girmek ge­rekiyor, tarihi yapma cehdi içerisinde bulunmak gerekiyor. Her şeyin mubah sayıldığı neoliberal dünya, ahlaki/hukuki/vic­dani değerlere/ölçülere/ilkelere saygı duymayan, ihtiyaç duymayan bir dünyadır. Her şeyin mubah olduğu bir dünyada savaş­lar/işgal ve istilalar, katliamlar da sıradanlaşıyor, normalleşiyor. Irkçı canavarlıklar, ideolojik canavarlıklar, vahşi sömürgecilikler insanlık vicdanında ciddi bir infial uyandır­mıyor, içerisinde yaşadığımız gösteri çağında siyaset bilgi­ye, bilgeliğe, kültüre, siyaset ve tarih felsefesine ihtiyaç duymuyor. Televizyonların belirlediği hayat tarzları toplumsallaşırken, bu konuda eleştirel bir tavır toplumsallaşmıyor, marjinalleşiyor. Kitleler, magazin dünyasının çapsız/müptezel şöhretlerinin skandallarını büyük bir ilgiyle izleyebiliyor. İlahi ölçülerden bağımsız bir hayat, hazcı bireycilikleri, düşüncesizlikleri, bayağılıkları çoğaltıyor. Nihilist bir öz­gürlük anlayışı savunulabiliyor. Bizler, Müslümanlar olarak tarihi dönüştürmemiz gerekirken, tarih tarafından dönüştürülü­yoruz. Müslüman halklar/toplumlar olarak tarihe niceliksel bağlamda, sayısal varlıklar olarak dâhil ediliyoruz. Düşünce hayatımız, entelektüel hayatımız hızla değişen, büyük altüst-oluşlar yaşayan dünyanın gerisinde kalıyor. Tarihe yeniden girme, tarihi biçimlendirme niyeti, bilinci, çabası olmayan­lar, kendi kendilerini ötekileştiriyor. Koşulları aşma, dönüş­türme niyetimiz, bilincimiz ve çabamız yoksa eğer, tarihe hiç bir şekilde müdahil olamayız. Koşulları aşma, dönüştürme gi­rişimleri, aynı zamanda özgürleşme girişimleridir. Koşullar içerisinde kalarak, koşullarla bütünleşerek konumlanmak aczin ve teslimiyetçiliğin ifadesidir.

İslam dünyası halkları/toplumları özellikle son iki yüzyılı, somut bir politik etkiye, işleve, bilinç ve sorumluluğa sahip olmaksızın, İslam’ı bir maneviyat biçimine indirgeyerek, İslam’ı hukuk/siyaset/adaletten bağımsız bir sevgi/aşk dini olarak algılayarak, eylemsiz bir “din” halinde yaşıyor. Temel tevhidî bütünlük tahrif edildiği için, bütün kavram ve kurum­larımız anlam ve içerik kayıplarına uğruyor. İslami kavram ve kurumlarımıza bugünün tarihi/dünyası içerisinde anlamlı bir yer açamıyoruz. Tevhidî bütünlüğe dayalı, ümmet bilincine dayalı düşünceler, akımlar, yönelişler hızla marjinalleştiriliyor. Müslümanlar pratik gerçekliği olmayan düşünceler doğrultusunda yönlendiriliyor. İçerisinde bulunduğumuz dönemde bütün radikal İslami düşünceler, oluşum ve yönelişler sistematik bir oryanta­lizme maruz bırakılarak etkisizleştiriliyor. 1960’lı yıllarda, iki yüz yıllık emperyal bir egemenlikten sonra İngiltere Ortado­ğu’dan çekildi. Bu tarihten sonra Amerika Ortadoğu’da yerel politikaları kendi çıkarları doğrultusunda yönetmeye başladı. Ortadoğu’da varlıklarını Amerika’nın himayesi altında sürdüre­bilen, kendilerine ait yalnızca bayrakları olan kabileler, Filistin’de halen sistematik olarak sürdürülen Siyonist sömürge­cilik ve Filistinlilere yönelik tehcir karşısında bağımsız bir tepki geliştiremiyor. Amerika ve İngiltere petrolle ilgili çıkarlarını sürdürebilmek adına, Ortadoğu’da istedikleri yöneticileri başa geçirebilmek için her tür darbeyi kışkırtıyor; bugün Irak ve Afganistan’da yaşandığı üzere bütün seçimleri istedikleri doğrultuda yönlendirebiliyor. Hırsızlığı, dolandı­rıcılığı, işkenceyi gelenek haline getiren, vahşi/vicdansız ve merhametsiz emperyal egemenlikler karşısında, İran dışında İslam dünyası ülkeleri, İslamî bir gündem, İslami bir muhale­fet, İslami bir politika ve tavır oluşturamıyorlar. İçerisinde yaşadığımız koşullarda, adalet beklentilerine yanıt veren bir dünya tahayyül etmek mümkün görünmüyor.

Güncel tartışmalar, komünist rakibin tarihten çekilmesiyle birlikte iki-kutuplu dünyanın sona erdiği, yerine kozmopolit ya da çok-kutuplu bir dünya kurulması gerektiği yönünde. Ancak bu tartışmalar sadece Batılı çerçeveleri yansıtıyor. Bugünün dünyası İran karşısında alınan küresel yaptırım kararları dikkate alındığında, bir kez daha iki-kutuplu bir dünya gerçekliğine ve biz/onlar ilişkisi­ne yöneliyor. Modern-seküler tahakküm, başka düşünme, bilme ve algılama biçimlerine hayat hakkı tanımıyor. Modern entelek­tüel tahakküm hakikatin yalnızca modern bilimsel rasyonalite tarafından açıklanabileceği düşüncesini dayatıyor. Sömürgeci bağımlılıklar sebebiyle, sorumsuz ve ahlaksız manipülasyonları, ideolojik ve ırkçı ahmaklıkları gerektiği gibi sorgulayamıyoruz. İslam’a yönelik seküler kavramsal tahakküm ve kavramsal şiddet artarak sürüyor. Gerçekçi olmayan umutlar büyüttüğümüz için, bütün umutlarımız sürüncemede kalıyor. Tek boyutlu geleneksel yorumlar yeni perspektiflere imkân vermiyor. Bencil halklar toplumlar, istikrarsızlık endişesiyle her tür baskıya/faşizme katlanabiliyor. Bencilliği aşamayan bireyler ve toplumlar bu zaafları sebebiyle bir türlü ahlaki yetkinliğe sahip ola­mıyor, bir bilinç değişimi ve siyasal uyanış gerçekleştiremiyor. Günümüz dünyasının gündeminde yalnızca çıkar mücadeleleri var. Bu nedenle, özgürlük/bağımsızlık/direniş mücadeleleri Müslüman­ların bile ilgisini çekmiyor. İslami önceliklerimizi kaybettiği­miz için, bağımsızlık mücadeleleri karşısında bir ölüm sessiz­liği içerisindeyiz. Aziz İslam, kabile/hizip/mezhep/ulusal çı­kar ve değerlere hizmet etmek üzere araçsallaştırıldığı için, İslamî bütünlükten söz edemiyoruz. Günümüzde bütün İslami ce­maatler statükolarla/statükoculuklarla bütünleşmiş durumdalar. Aziz Peygamberimiz Efendimizle ilgili olarak yayınlanan eserler­de, yapılan etkinliklerde, Peygamberimiz Efendimizin, statüko­larla, statükoculuklarla, gelenekçilik, görenekçilik ve muhafazakârlıklarla, gelenekçi/görenekçi/ muhafazakâr kurumlar ve un­surlarla asla uzlaşmayan, devrimci/özgürlükçü Peygamber kişili­ğinden hiç söz edilmiyor. Devrimci Peygamber’in (s.a.v.), statükocu, gelenekçi, görenekçi, sağcı, muhafazakâr izleyici­leri derin bir çelişki oluşturuyor.

Günümüzde İslamî/insani ilişkiler ehliyet, liyakat, nitelik, ahlaki yetkinlik esasına göre değil, kabile biçiminde yapılanan İslami cemaatlerde/gruplarda, kabile reisine ve kabi­le yasalarına sadakat ve itaat esasına göre belirleniyor. Kabi­le/cemaat sınırları dışında yaşayan ehliyet/liyakat/nitelik ve ahlaki yetkinlik sahiplerini kimse fark etmiyor. Her İslamî kabilenin bugün kendisine özgü bir statükosu, hiyerarşisi var. Sözünü ettiğimiz statükolar, hiyerarşiler ilgili kabile için üretilen menkıbe ve rüyalarla meşrulaştırılıyor. Her kabile İslam’ı ve İslam’ın aziz Peygamberini kabile reisinin ve kabile çıkarlarının beklentileri doğrultusunda yorumluyor. Diyalog ve hoşgörü çağrıları da kabilenin çıkarları doğrultusunda yapılıyor. Kabileler kendilerine yönelik hiç bir eleştiri üze­rinde yeni bir değerlendirme yapma ihtiyacı duymuyorlar. Kabile­ler, kendilerine eleştirinin sınırları içerisinde kalarak eleştiri yöneltenlerle kesinlikle “diyalog” kurmuyor, kendile­rine eleştiri yöneltenlere kesinlikle “hoşgörü” göstermiyorlar. Her kabile ebedi kurtuluşa kendisinin istihkak sahibi olduğu­na ilişkin bir söylem geliştiriyor ve bu söylem kurgulanan menkıbelerle destekleniyor. Her kabilenin İslamî bütünden bağımsız, ümmet’ten bağımsız kendine özgü bir jargonu, litera­türü var. Kabilelerin, kabileci bağnazlıkları sebebiyle İslamî bütüne ve bütünselliğe her hangi bir katkıları yok, çünkü her kabile, İslamî bütünü kendisinin temsil ettiğine inanı­yor. Kabileler, kabile çıkarları için, İslamî sınırları ihlal edebiliyor, Ümmet’e ilişkin bir duyarlık yerine, ulusalcı bir duyarlık ikame ediliyor; bütün iktidar biçimleriyle, küçük ya da büyük bütün tiranlıklarla işbirliği yapılabiliyor. Bu kabileler, küçük/büyük tiranlıkların çıkarları doğrultusunda konum belirleyebiliyor.

İslam’ın özü, ruhu, içeriği hiç bir zaman değişmedi, ancak, tarih boyunca iktidar, mezhep ve hizip çıkarları adına İslam’ın yorumu günümüzde olduğu gibi değiştirildi. Bu tür yo­rumlara dayanarak, günümüzde hesabı hiç bir şekilde verilemeye­cek teslimiyetçilikler oluşturuluyor. İslam’ın birbirini tamam­layan pek çok boyutunu ihmal ya da inkâr ederek, tek yorum ve tek boyutu dayatmak, İslam’ın Müslümanlar eliyle değersizleştirilmesi sonucunu doğuruyor. İslam, yalnızca siyasal bir gündeme indirgenemeyeceği gibi, yalnızca fıkhî, tasavvufî bir gündeme de indirgenemez. İslam, yalnızca ceza kuralların­dan/yaptırımlardan ibaret değildir. Sorumlu ve bilinçli tanık­lıklarla yükümlü bulunduğumuz bir dönemde, her tür riskten bağımsız maneviyatçı/teslimiyetçi bir din algısıyla bütünleşmek mazur görülebilir bir durum değildir. Aziz Kudüs’ün yahudileş­tirilmesi karşısında, akıllara durgunluk veren Siyonist cana­varlıklar karşısında, yaşanmakta bulunan aşağılayıcı, utanç verici, ürkütücü sessizlikler, teslimiyetçilikler; sözünü et­tiğimiz her tür riskten bağımsızlaştırılan bir din anlayışı yüzündendir.

İktibas, Haziran 2010

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *