Ulu’l Emr

Ulu’l Emr

“İslam tabi ki baştan aşağı siyasal bir dindir; devlet olmayı önerir ve mevcut rejim, Müslümanların ûlû’l emr-i değildir. Zaten laik rejim de, kendisini dinî terminoloji ile tanımlamayı kabul edemez.”

Bir Kur’an terimi olan ûlû’l emr, iki kelimeden oluşmaktadır. ‘Ûlû’, iyelik, sahiplik bildiren bir kelimedir ve ‘zû’ ön ekiyle aynı anlamdadır. Kur’an’da pek çok isme bitişerek belli sıfatlara sahip olma durumunu ifade etmek için kullanılmıştır. Mesela ûlû’l elbâb: akıl sahipleri (2/Bakara, 269; 3/Al-i İmran, 7); ûlû’l erham, yakın akrabalar (8/Enfal, 75); ûlû’l ilm: ilim sahipleri (3/Al-i İmran, 18); ûlû kuvveh: güçlü kuvvetli kimseler (27/Neml, 33); ûlû’l ebsâr: basiret sahipleri (24/Nur, 44); ûlû’n na’me: varlıklı, nimet içinde yüzen insanlar (73/Müzzemmil, 11); ûlû’l ecniha: kanatlılar (melekler için) (35/Fatır, 1) demektir. ‘Emr’ kelimesi ise, emir, buyruk, iş, istek, hal, durum, olay, güç, otorite, hüküm, malum şey gibi pek çok anlama sahiptir. ‘Ûlûl emr’ terkibinde ise ‘emr’ iş, yönetme, yetki, emretme gücü anlamlarına gelmektedir.

‘Ûlû’l emr’ terimi Kur’an’da, biri Nisa suresinin 59 ve biri de 83. ayetlerinde olmak üzere iki yerde geçmektedir. Bu ayetlerde şöyle denmektedir:
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de. Eğer bir hususta gerçekten anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve ahirete gerçekten iman ediyorsanız- onu Allah’a ve Rasûlü’ne döndürün. Bu hem hayırlı, hem de netice itibariyle daha güzeldir.” (4/Nisa, 59).

“Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelince hemen onu yayarlar. Hâlbuki onu Rasûl’e veya aralarındaki emir sahibi kimselere götürselerdi, onların arasından işin iç yüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi. Allah’ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı, pek azınız müstesna, şeytana uyup giderdiniz.” (4/Nisa, 83).

Bu ayetler bağlamında, ûlû’l emr konusunda en önemli sorun şudur: ûlû’l emr ne tür bir insanı ifade etmektedir? Bir görüşe göre ûlû’l emr, ehlü’l-hal ve’l-akd olan âlimler topluluğudur. Bunlara aynı zamanda icma ehli denmektedir. Bu durumda Nisa suresinin 59. ayeti icma-ı ümmetin hüccet olduğunun da açık delili sayılmaktadır. Fahreddin Razi bu görüşü hararetle savunanlardan biridir.

İkinci bir görüşe göre, ûlû’l emr âlimlerdir. Fahreddin Razi’nin ehlü’l-hal ve’l-akd âlimler görüşüyle bunun arasında önemli bir fark vardır. Bu ikinci ûlû’l emr tanımına göre, yöneticilik vasfı olsun olmasın, fetva veren ve insanlara dinlerini öğreten bütün ilmiye sınıfı ûlû’l emr sayılmaktadır. Hasan Basri ve Mücahid gibi âlimlerin bu görüşte oldukları rivayet edilmektedir. Ehlü’l-hal ve’l-akd olanlar ise, yöneticiyi belirleme yetkisine sahip olanlardır.

Üçüncü bir görüşe göre ûlû’l emr seriyye komutanlarıdır. Bu cümleden olarak tefsir kitaplarında ayetin Abdullah b. Huzafe, Halid b. Velid gibi komutanlar hakkında indiğine dair rivayetler bulunmaktadır. Bu rivayetlerden birine göre Ammar b. Yasir, komutan Halid’den habersiz olarak bir düşman askerine eman vermiş, Halid ise Ammar’ın bu tasarrufunu kabul etmemiştir. Konu Rasûlullah’a (sav) intikal ettiğinde, bir daha böyle yapmaması hususunda Ammar’ı uyarmıştır. Fakat bu rivayetler birtakım çelişkiler içermektedir.

Rafızîlere göre ise ûlû’l emr masum imamdır.

Bizce ûlû’l emrin kim olduğunun en iyi cevabı, yine ayetlerin kendilerindedir. 59. ve 83. ayetin anahtar kelimelerine müracaat ettiğimizde, ihtilaf çözülecek, ûlû’l emrin kim olduğu anlaşılacaktır.

Nisa suresinin 59. ayetinin anahtar kelimesi ‘itaat’tir. Ayet ‘etîû’ emir fiilî ile başlamaktadır. ‘Etîû’ emri çoğul sîgasıyla gelmektedir. Emrin muhatabı mü’minlerdir. Mü’minlere, itaat etmeleri emredilmektedir. Emrin hemen ardından, itaat edilmesi gereken merciler sıralanmıştır: Allah, Rasulü ve ûlû’l emr.

İslam’ın esasını Allah’a itaat oluşturur. Din demek Allah’a itaat demektir. Allah’a nasıl itaat edileceğini Kur’an, efradını cami ağyarını mani şekilde açıklamaktadır. Allah’ın dışındaki itaat mercileri, Allah’a itaat ile değerlendirilir. Ûlû’l emre itaat, Allah’ın rızasına aykırı alanları kapsamaz. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Ûlû’l emr, bu sıfatı, Allah’a itaat etmekten almaktadır. Allah’a itaat etmeyen, mü’minlerin ûlû’l emr i değildir. Peygamber (a.s) ûlû’l emre itaatin ancak maruf işlerde vacip olduğunu belirtmiş, Allah’a isyanı (günah/masiyet) emretmesi durumunda ûlû’l emr e itaat edilmeyeceğini bildirmiştir.

Hâkimiyet yani hüküm koyma tamamen Allah’a aittir. Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyi ve hükmedilmeyi istemek, Allah’ın hükümlerine tam teslim olmak, Allah’tan başka hüküm koyucu kabul etmemek, beşerî kanunları Allah’ın hükümlerine tercih etmemek, Allah’a itaat etmek demektir. Allah’a bu şekilde itaat olmadan, yapılan ferdî veya toplumsal ibadetlerin bir değeri olmayacaktır. Hüküm koyma yetkisini, yegâne otorite olan Allah’a tahsis etmeyen kimselerin dindarlık görüntüleri ne kadar da iğretidir!

Rasûl’e itaat, kendisi hayatta iken, bir Peygamber olarak emirlerini yerine getirmek, çağrısına uymak, onunla birlikte hareket etmekti. Rasûlullah (sav) öldükten sonra ise ona bizatihi itaat etmek imkânı ortadan kalkmıştır. Fakat bu durumda da, onun sünnetine tabi olmak, ‘ona itaat’in yerini almaktadır. İslam’ın temel kaynağı Kur’an’ın fiiliyata geçirilmesinden ibaret Peygamber’in sünneti, bütün Müslümanlar için bağlayıcıdır. Kendisinin aramızda olmadığı bu günümüzde Peygamber’e itaat, savaşta, barışta, yönetmede, toplumsal sorunların çözümünde, beşeri münasebetlerde, ahlakta, ibadette, muamelatta, hukukta ve benzeri alanlarda, Peygamber’in davranış ilkelerini esas almak ve o ilkeleri hattı hareketimiz için belirleyici kılmakla gerçekleşebilir.

Peygamber’e itaat, Allah’a itaatin bir gereği ve sonucudur. Peygamber’in, itaat edilmeyi hak eden bir merci olması, Allah’ın elçisi olmasından kaynaklanmaktadır. Allah’a itaat etmenin somut biçimi, Peygamber’e itaattir. Allah’a itaat, Peygamber’e itaat ile anlaşılır. (4/Nisa, 80). Allah’tan gelen hükümler sadece Rasûlullah’ın şahsında bilinir. Onun dilinden kelimelere ve cümlelere dönüşür. Onun bedeniyle ete kemiğe bürünür, onun yaşam tarzıyla uygulanabilirlik kesbeder.

Peygamber’e itaat ettiği iddiasında bulunan bir müslümanın hareketleri, Allah’a itaatin sınırlarını aşamaz. Bir başka deyişle, herhangi bir ‘sünnet’ algısı eğer Allah’ın açıkça bilinen emir ve nehiylerine aykırı düşüyorsa, o sünnet, sünnet olamaz. Dolayısıyla Peygamber’in sünneti olduğu ileri sürülen olayları, bir de Kur’an’la doğrulamamız gerekmektedir.

Peygamberden sonraki itaat makamı, Müslüman olan emir sahipleridir.

Ûlû’l emr deyince akla ilk gelen, İslami bir yönetimin başkanı olmakla beraber, Müslümanların herhangi bir işinin başında olan herkes ûlû’l emrdir. Yukarıda değindiğimiz gibi, ûlû’l emrin ulema demek olduğunu iddia edenler varsa da bu, birçok açıdan tutarsız bir görüştür.

Nisa suresinin 58. ayetinde “Allah size mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor! Şüphesiz Allah her şeyi işitici, her şeyi görücüdür.” buyrulmaktadır. (4/Nisa, 58). Bu ayetteki emanetler, idari işler ve komutanlık tayini gibi yönetimle alakalı görevlendirmeler olarak anlaşılmıştır. Ayetin ikinci cümlesi bu anlamayı teyid etmektedir. Ayet, yöneticisi ve yönetileniyle bütün bir İslam toplumuna, idari görevleri, ehil kimselere vermelerini ve adaletle hükmetmelerini emretmektedir. Bu ayetten hareketle İslamî iktidar sahiplerinin, yönetim kadrolarına, liyakate göre adam tayin etmelerinin Allah’ın emri olduğu hükmünü kolayca çıkartabiliriz. Müslümanlar hem bu yolla, hem de başka alanlarda adaleti sağlamakla mükelleftirler.

59. ayette ise yönetilen kimselere, liyakate göre seçilmiş yöneticilere itaat etmelerinin farziyeti bildirilmiştir. Adalet esasına göre, o işe ehil olduğu için tayin edilen yöneticilere itaat etmek, aklın da gereğidir.

58. ayet, ‘ûlû’l emrin ulema değil, yetki sahibi yöneticiler olduğu yorumunu haklı çıkartmaktadır. Ulema, ilmiyle, vaaz ve irşadlarıyla toplumu uyaracak, halkı yönlendirecek, toplumun Müslümanlaşması için ilmiyle çaba sarf edecek kimselerdir. Fakat ulema itaat makamı değildir. Çünkü itaat, gücü elinde bulunduran resmi otoriteye olur.

Nisa suresinin indiği sıralarda (Medîne’de) ulema diye bir sınıf mevcut değildi. Henüz mektep-medrese gibi kurumlar oluşmamış, ilim dalları ortaya çıkmamıştı. Dolayısıyla, belirli bir ilim dalında yetişmiş ‘âlim’ adı verilen bir zümre söz konusu değildi. Müslümanların bilgi kaynağı Kur’an’dı. Ensar ve Muhacir adı verilen ilk Müslüman zümreler, Kur’an’la bilgilenmekteydiler. Belki Kur’an’ı az bilen ya da çok bilenden, Kur’an hafızı olandan ya da olmayandan bahsedilebilirdi ama ‘âlim’ diye bir zümreden bahsedilemezdi. Bu sebeple, ûlû’l emri ‘ulul ilm’ gibi anlamanın makul bir sebebi yoktur. Kaldı ki, Kur’an’da ‘ulul ilm’ terimi ayrıca kullanılmaktadır. Eğer ûlû’l emr ile ilim sahipleri kastedilseydi, terim o şekilde kullanılabilirdi. Şu halde, ‘emir sahipleri’ni ‘ilim sahipleri’ olarak anlamak uzak ve zorlama bir yorumdur.

Ûlû’l emr teriminin geçtiği iki ayetten ikincisi olan Nisa suresinin 83. ayetinde, ister korku, isterse güvene dair bir askerî haber alan bir kimsenin (asker), bu haberi rast gele yaymasının doğru olmadığı, bu haberi ya Peygamber’e ya da emir sahiplerine iletmesi gerektiği belirtilmektedir. Yukarıda değindiğimiz gibi, o günkü Medîne’de ve Peygamber’in ordusunda ‘ilim sahipleri’ (ulema) diye bir sınıf olmadığı gibi, alınan bir askerî duyumun, (Peygamber’e ve/veya) ilim sahiplerine iletilmesi de anlamlı görünmemektedir. Çünkü bir insan ilim ehli olabilir ama yetki/otorite sahibi değilse, bir askerî bilgiyi değerlendirme imkânı da olmayacaktır. Fakat Peygamber’in tayin ettiği herhangi bir müfreze komutanı veya onun tayin ettiği herhangi bir yetkili, elbette o bilgiyi, kendisinden bir üstteki yetkiliye iletecektir ki bu da o günkü şartlarda Peygamber (a.s)’dır. Dolayısıyla Nisa suresinin 83. ayeti de ‘ûlû’l emrin ulema olmayıp, yetki sahipleri olduğu görüşünü desteklemektedir.

Emir sahibi olmak yani hükmetme makamında olmak, itaat edilmeyi gerektirir. Fahreddin Razi, ûlû’l emrin yöneticiler olarak tercüme edilmesi durumunda, ayete yeni bir ilavede bulunulmuş olacağını ileri sürmektedir. Ona göre yöneticilere itaat etmenin kesin vücubiyeti yoktur. Allah’a ve Rasûlü’ne itaat farzdır ama yöneticilere itaat etmek farz değildir. Yöneticilere ancak, haklı ve hakkın yanında oldukları sürece itaat farz olur. Ancak icma ehline itaat etmek, tıpkı Allah’a ve Rasûlü’ne itaatin farz olması gibi farzdır. Âlimler yöneticilerin amirleri sayılırlar. Bu görüşleriyle Razi’nin ne kadar iyimser düşündüğü anlaşılmaktadır. Sanki bir ulema konseyinin yönettiği ideal bir devleti hayal ediyor gibidir. Hâlbuki ümerânın (yöneticiler) olduğu gibi, ulemanın da daima haklı ve hakkın yanında olacaklarının bir güvencesi yoktur. Nice zamanlar ulema, yönetici sınıfın güdümünde ve emrinde olmuştur. Yöneticilerin haksızlığını tasdik etmeyen ilim adamları çok zaman, bunun bedelini canlarıyla ödemişlerdir.

Dolayısıyla Razi’nin, “yöneticilere itaat etmek farz değildir” sözünü anlamak mümkün değildir. Çünkü yöneticilere itaat etmenin farz olmaması, düzen ve uyum içinde bir toplum hayatının ortadan kalkmasıyla eş anlamlıdır.

Yöneticilere itaatin farz olması, ‘bizden’ olmalarıyla sınırlıdır. Ayette “ve uli’l-emri minkum” buyrulmaktadır. “Sizden olan emir sahipleri” demektir. Ayetin indiği döneme göre düşünecek olursak, Peygamber (a.s)’ın Müslümanların içinden tayin ettiği, kendisi de Müslüman olan herhangi bir emîr ve komutana itaat etmek vaciptir. Bir ‘emr’in var olduğu yerde, o emre nezaret edecek bir yetki sahibi de olacaktır. Peygamber’in tayin ettiği bir yetki sahibine itaat etmemek, Peygamber’e itaat etmemekle eş anlamlı olmaz mı?

Allah’a itaat etmek “etîullah” sözleriyle emredilmiştir. Peygamber’e itaat de müstakil olarak zikredilmiş (ve etîu’r-Rasûl), ûlû’l emre itaat ise, ayrıca ifade edilmemiş, Rasûl’e itaat emrine atıf yapılmıştır. Ayetin bu şekildeki söz dizimi, ûlû’l emre itaatin mutlak olmadığını, Allah’a ve Peygamber’in sünnetine bağlı kalması şartıyla mukayyet olduğunu göstermektedir.

Emir sahibi ‘bizden’ yani Müslüman olmakla beraber, gayrı meşru bir emir vermiş de olabilir. Yani ûlû’l emrin mutlaka her konuda hakkaniyetli ve meşru tasarruflarda bulunacağını kimse garanti edemez. Böyle bir durumda ise o emîre itaat edilmez. Çünkü Allah’a isyan durumunda, itaat şartı kalkar. Peygamberimizin zamanında bir komutanın, sırf yetkisini kanıtlamak amacıyla, askerlere ateş yaktırdığı ve o ateşin içine girmelerini emrettiği rivayet edilmektedir. Müslümanlar ise, “biz ateşe girmemek için İslam’ı seçtik, sen bize ateşe girmemizi emrediyorsun!” diyerek, komutanın bu gayrı meşru emrini dinlememişlerdir. Medîne’ye döndüklerinde durum Peygamber (a.s)’a anlatılmış ve o da, Müslümanların tavırlarını tamamen haklı bulmuştur.

Nasıl ki Cenabı Hak anne babaya, onlara ‘üf’ bile demeyecek kadar itaatkâr davranmayı emretmekle beraber, Allah’a ortak koşmayı emretmeleri durumunda, itaat etmemeyi çocuklara emretmekteyse (31/Lokman, 15), emir sahipleri için de aynı ilkenin geçerli olduğu çıkarımını yapmamak için bir sebep yoktur.

Burada konunun, belki de en önemli meselesine değinmek icap etmektedir. Şöyle ki: ‘Sizden olan emir sahipleri’ günümüzde kimlere tekabül etmektedir? Müslümanların laik-demokratik rejimlerde ûlû’l emirleri var mıdır? Bu toplumlarda ûlû’l emir nasıl bilinecektir? Eğer ‘var’ deniyorsa, Müslümanlar o ûlû’l emri ne zaman ve nasıl seçmişlerdir? Ûlû’l emrin ‘sizden’ yani biz Müslümanlardan olması, günümüz devlet sistemlerinde, sırf yöneticinin ‘müslüman’ olması olarak mı anlaşılmalıdır? Bir yöneticinin, Müslüman olduğunu beyan etmesi ve Müslümanların yaptığı bazı ibadetleri yapıyor, bazı nişaneleri taşıyor olması, o yöneticinin ûlû’l emr olduğu anlamına gelmekte midir? Laik-demokratik bir rejim, bütün kurumlarıyla, ideolojisiyle ve hukuk sistemiyle aynen duruyorken, ‘dindar’ yönetici değişip, yerine dindar olmayan, hatta dine açıkça düşmanlık yapan bir başka yönetici geldiğinde, ûlû’l emirlik vasfı ne olmuştur? Bu soruların cevapları sahih bir şekilde verildiği takdirde ûlû’l emr kavramı da netlik kazanacaktır.

Bir rejimi İslamî ya da gayrı İslamî yapan, onun yöneticisi değil, rejimin ideolojisi ve hukuk düzenidir. Bunu hâkimiyetin kaynağı olarak da ifade etmek mümkündür. Bir devletin hukuk düzeni gayrı İslamî bir ideolojiye dayandığı müddetçe, o devleti namaz kılan, belli haramları işlemeyen ‘mütedeyyin’ kimseler yönetmekle, o devlet ‘İslamî’ olmaz. Dolayısıyla bu ayetteki ‘sizden olan ûlû’l emr’i günümüz şartlarında bir tek yönetici değil de, bir yönetim mekanizması, devlet düzeni olarak düşünmek icap eder. Yasaları Allah’ın indirdiği hükümlere dayanan bir devlet, İslamî devlettir. Allah’ın, itaat etmeyi farz kıldığı ûlû’l emrin böyle bir devlet düzenine tekabül ettiğini kabul etmek gerekir.

Burada önemli olan, Müslüman bir toplumu yöneten devletin, Allah’ın ‘sizden’ tanımına uygun olabilecek şekilde İslamî olmasıdır. Sözü edilen böyle bir yönetimde Allah’tan başka hiç kimse yüceltilmeyecek, her iş Allah’ın adıyla ve Allah’ın rızası esas alınarak yapılacak, icraatın makbul olup olmamasını, Allah’ın rızasına muvafık olup olmaması belirleyecektir.

Devletin resmi ideolojisi ne olursa olsun (İslam veya İslam dışı), zalim, fasık ve kâfir yöneticiler ûlû’l emr değildirler. Çünkü ûlû’l emrin Müslüman olması ve İslam adına yönetmesi esastır. Allah, kendisinin indirdiği hükümlerle hükmetmeyenleri kâfir, zalim ve fasık saymışken, zalim, fasık ve kâfir yöneticilere itaat etmeyi emrettiği düşünülebilir mi? Peygamber (a.s)’dan sonra Ebubekir ve Ömer gibi Müslüman emîrlerin yönetimi, ‘bizden olan ûlû’l emr’ tanımına birebir uyan örneklerdir.

Emevi ve Abbasî devletleri döneminde, halkın zalim ve günahkâr da olsa, kendilerini yöneten ‘İmam’a itaat etmelerinin gerekliliğine dair fetvalar verilmiştir. Bunun için birtakım hadisler uydurulmuş, Kur’an ayetleri o doğrultuda tevil (tahrif) edilmiştir. Hâlbuki Allah’ın ‘sizden’ diye kayıt altına aldığı yöneticiler, fasık ve zalim kimseler olamaz. Peygamber (a.s) da, Müslüman adını taşımakla beraber, kâfirler gibi yaşayan ve İslam toplumunu fısk ve fücura sevk eden sözde emirlere itaat etmeyi emretmiş olamaz. O kimseler olsa olsa ‘hırsız mütegallibe’ (Zemahşerî) olarak tanımlanabilir.

İşin gerçeği böyle olmakla beraber, her devirde, ister fasık, isterse zalim ve kâfir yöneticiler, kendilerinin meşru İslamî hükümet oldukları propagandasını yapan bir din adamları (Bel’am/Samirî) sınıfını istihdam etmişlerdir. Saraya yakın bu tür dâîler, ücret karşılığında, zalim ve kâfir yöneticileri halka benimsetmek görevini yapmışlardır. Bununla beraber, ihlâslı ilim adamları, mümkün mertebe sultanların sofrasından uzak durmayı salık vermişlerdir. Çünkü bir ilim adamanın ‘bâb-ı âlî’ ile teması, oldukça riskli bir ilişkidir. Hiçbir zalim sultan, kendisine destek verilmemesinden hoşlanmayacaktır.

Son yıllarda dünya çapında yükselen liberal felsefe doğrultusunda, İslam’ın bir devlet dini olmadığı, devletsiz de İslam’ın pekâlâ yaşanabileceği, Kur’an’ın bir devlet modeli önermediği gibi tezlerle, İslam’ı tamamen bir dua dini, kişi ile Tanrı arasında bir vicdan meselesi yapmaya çalışan modern saray uleması sınıfını herkes yakından izlemektedir. Bu nev-zuhur ücretli ‘ulema’ sınıfı, iki büyük günahı birden işlemektedir. Biri, bu şekilde, İslam’ın devlet dini olmadığı şeklindeki Samirîce propaganda, diğeri de, mevcut rejimin ûlû’l emr olduğuna dair propagandadır. Oysa İslam tabi ki baştan aşağı siyasal bir dindir; devlet olmayı önerir ve mevcut rejim, Müslümanların ûlû’l emr-i değildir. Zaten laik rejim de, kendisini dinî terminoloji ile tanımlamayı kabul edemez. Kim ücretini hangi makamdan beklemekteyse, o makamın rızasına uygun şekilde fetva verecektir. Ücretlerini Allah’tan bekleyen ilim sahipleri, Allahtan başka hiç kimseyi ilah edinmedikleri için, Allah’a, peygamberine ve -varsa- ûlû’l emre itaat edeceklerdir. Ücretini ‘saray’dan bekleyen ilim sahipleri ise, kalemlerini elbette (Beyaz) sarayın siyasî anlayışı doğrultusunda kullanacaklar, Allah’ın ayetlerini az bir pahaya satacaklardır.

Din’i istismar eden sadece, ücretli ilmiye sınıfı değildir. Laik-demokratik rejim de, mesela terörle mücadele edilen yerlerde, halka dağıttığı propaganda yazılarında kendisini, itaat edilmesi gereken ûlûl emirmiş gibi lanse etmekte hiçbir beis görmemektedir. Oysa ûlû’l emr, Müslümanların, seçmek/ikame etmekle ve itaat etmekle mükellef oldukları İslami yönetim merciidir.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *