Türkiye ve Dış Dünya

Türkiye ve Dış Dünya

Evet, ülkeyi, ekonomiyi düzeltenlerin ellerinden kurtarabilsek, galiba asıl düzelme böyle olacak..

Ercümend Özkan

YILLAR İTİBARİYLE TÜRK LİRASI VE DOLAR DEĞERLERİ 

1924’de      1  Dolar     90 kuruş (2. İnönü Hükümeti)
1930’da      1  Dolar    1.30 TL (Türk Par. Kor. Kan)
1946’da      1  Dolar    2.80 TL (7 Eylül Develüasyonu)
1958’de      1  Dolar    9.00 TL (4 Ağustos Develüasyonu)
1970’te       1  Dolar    14.85 TL (70 Develüasyonu)
1974’te       1  Dolar    14.06 TL (20 Temmuz/Kıbrıs Harekatı)
1977’de      1  Dolar    19.25 TL (Aralık 77)
1979’da      1  Dolar    35.00 TL (Temmuz develüasyonu)
1980’de      1  Dolar    70.00 TL (24 Ocak)
1980’de      1  Dolar    80.00 TL (12 Eylül)
1983’te       1  Dolar    273.97 TL (1. Özal Hükümeti)
1984’te       1  Dolar    300.00 TL (Günlük Kur ayarlaması)
1986’da      1  Dolar    755.00 TL (Aralık, yıl sonu)
1987’de      1  Dolar    1.018.00 TL (Aralık, yıl sonu)
1989’da      1  Dolar    2.000.00 TL (Mart Ayı)
1989’da      1  Dolar    2.172.00 TL (Konvertbıl 9 Ağustos)
1990’da      1  Dolar    2.670.00 TL (Körfez Krizi – Ağustos 2)
1991’de       1  Dolar    3.070.00 TL (17 Ocak Körfez Krizi)
1991’de       1  Dolar    5.080.00 TL (Yıl sonu)
1992’de      1  Dolar    8.555.00 TL (Yıl sonu)
1993’de      1  Dolar    14.458.00 TL (Yıl sonu)
1994’de      1  Dolar    17.250.00 TL (Çiller develüasyonu)
1994’de      1  Dolar    30.625.00 TL (13 Temmuz hazinenin borçlanması)
1994’de      1  Dolar    39.933.00 TL (7 Nisan)
1995’te      1  Dolar    40.700.00 TL (Ocak başı)

Türk lirasının yıllar içerisinde kaybettiği değeri yukarıdaki listede görüyorsunuz. 1924’lerin savaşlardan çıkış, yokluk yılları olmasına rağmen 1 TL, 1 dolardan yüksek değerdedir. İkinci dünya savaşı yıllarında da yine dolar karşısında Türk lirası yüksek değerini korumaktadır. Lakin özellikle çok becerikli Turgut Özallı yıllarla, Çillerli, Demirelli yıllar Türk Lirasındaki değer düşüşünün rekorlar kırdığı yıllar olarak önümüzde durmaktadır.

Evet, ülkeyi, ekonomiyi düzeltenlerin ellerinden kurtarabilsek, galiba asıl düzelme böyle olacak.. Ama baltaya sapı veren bu millet olduğuna göre, kesilmelerinin de önüne geçmeyi düşünmüyor ve hakettiği şekilde yönetiliyor değil midir?

TÜRKİYE VE DIŞ DÜNYA 

Cumhuriyet Türkiyesi dış güçlerin hazırladığı ortama uygun olarak kurulmuş ve düzenlenmiştir. Bu düzenleme başlangıçta tek partinin iktidarı olarak öngörülmüş ise de zaman içinde ele-güne karşı birden fazla parti bulundurmak gereği duyulmuş, 1931’de iktidarda bulunan partiden hiçbir farkı bulunmayan, bulunması da istenmeyen Serbest Parti tek adamın istediği istikamette kuruldu. Lâkin üç ay içinde bu partiye girenlerin, ilgi gösterenlerin sayısındaki izdiham kendi eliyle kurdurttuğu partiyi kendi eliyle kapatma durumuna getirdi kurucusunu.. Ve bir onbeş sene daha ikinci dünya savaşı da bahane edilerek ikinci bir partinin kurulması ertelendi. Böylece kurulduğundan itibaren tam 23 sene tek parti olarak kaldı ve stalinist metodlarla bugünkü yeni düzen kuruldu. 

Bu düzen tamamen despotluğa dayalı bir düzendi. Varlığını yasaklara dayamış ve yasaklarını çiğneme temayülü gösterenleri ezmeyi kendi hayat sebebi saymıştır. 

Bu düzen Türkiye’de yalnız Kürtçe konuşmayı mı yasaklamıştı? Hayır!.. Bu yasak yasaklardan biri idi sadece.. Uzun yıllar radyolarda Türk Müziğinin çalınması yasaklanmıştı. Yasakçıbaşı kendi özel hayatında rumeli türküleri başta olmak üzere her türlüsünü dinliyor fakat milletini batı terbiyesi ile terbiye edebilmek için yalnızca batı müziği çaldırıyordu. Böylece Türkiye halkı batılı olacaktı. Diğer yandan dinini kendi diliyle bilmesi, öğrenmesi ve ibadet etmesi gerektiğini söylüyor bunun için ezanı türkçeye çevirerek işe başlıyordu. Tam onbeş yıl boyunca bu satırların yazarının da yaşadığı ve şahitlik edebileceği günlerde ezan türkçe okundu: Hani ‘Tanrı uludur. Yoktur O’ndan başka tapacak.’ diye başlayan ezan okundu durdu. Ezan türkçe olursa camiye gidecekler sandığınız kimselerin hiçbiri ezan anladıkları dilden okunduğu halde camilere uğramadılar. Uğramadıkları bir yana batılı gibi olabilmek için camilere kiliselerdeki gibi ayakkabı ile girilen ve oturulan sıralar konulmasını önerdiler, lâkin gerçekleştiremediler. 

Milletin geleneksel olarak okuduğu ve sevabına nail olacağını sandığı Kur’an’ı arapçasından okumayı yasakladılar. Uygulamada binlerce insan Kur’an’ı yüzünden okuduğu için eziyet gördü, sıkıntıya sokuldu. Ezanı yanlışlıkla arabça okuyanların üzerine jandarmalar gönderildi. Karakolların at tavlalarında bütün bir köylüyü önüne katıp getiren jandarmalar olmadık eziyet yaptı köylülere… Zaten yok yoksul olan Türkiye köylüsüne tarh edilen vergileri ödemek mümkün olmadığından ortaçağ avrupasında kralın koyduğu vergileri ödeyemeyen köylülere yapılanlar yapıldı ve romalıların esirlere taş yollar yaptırdığı gibi şoseler yaptırılmasında çalıştırıldılar. Hem de 6 lira yol vergisini veremeyecek kadar yoksul Türk köylüsünü bu altı lira karşılığı tam tamına 1 ay ücretsiz çalıştırarak taş kırdırdılar, kürek mahkumları gibi taştan yollar yaptırdılar. Bu durumdaki Türkiye’yi idare eden tek adam ise bu yoksul ülkede halkından toplayabildiği paralarla halkını batılı yapabilmek için İngiltere’den bir gemi dolusu fotör şapka getirtiyor ve önce devlet memurlarının, sonra da halkın bunları giymesini istiyordu. Kasaba ve kasaba irisi şehirlerde yeni rejim kendi sosyetesini devlet memurlarından ve mutegallibe esnaftan oluşturuyordu. Bunlar kasaba hayatındaki yaşam tarzını değiştiriyor, içkili, danslı toplantılar düzenliyorlar, camiye gitmekten sakınıyorlar, kravat takıyorlar, iskarpin giyiyorlardı. Hanımlarıyla katılmak zorunda bırakıldıklarından hanımlarını da getiriyorlar ve batılı olabilmeyi kolaylaştırmak için hanımları değiştirerek dans etmeleri isteniyordu. Fakrından yiyecek ekmeğinin parasını bulmaktan aciz haldeki halk ise bir başka dünyada yaşıyor; efendim nerde, ben nerde hallerindeydi. Kendi bağında, bostanında yetiştirdiği ürünlerle tam bir kapalı aile ekonomisi, kıt kanaat yaşıyordu. Bu durumuna rağmen devlet ondan askere alıyor, vergi alıyor, hastasına bakmıyor, ihtiyaçlarıyla ilgilenmiyor, sefilleri oynatıyordu halkına… Devlet kapısında bir işi olanın vaydı haline.. Zira devlet dairesinin dış kapısına bile destur ile yaklaşılabilirdi. İçeri girebilmek müdürü görebilmek hiçten mümkün değildi. Halk kim oluyordu da devletin, koskoca memurunun, müdürünün huzuruna çıkabilecekti. Ne cür’etle bunu yapabilecekti. Çiftçinin, köylünün durumu kasaba halkına nisbetle tümden perişandı. Zira ezici çoğunluğu okuma yazma da bilmediğinden devlet kapısına kilometrelerce uzaktan bakabiliyor, mahkemelerde eğile büküle, kafasından çıkardığı şapkasını nereye koyacağını bilemez halde süklüm püklüm duruşmalara çıkabiliyordu. Davası tarla, hudud davası da olsa, bir hak-hukuk davası da olsa durum böyle idi. 

Halk bu durumda iken Çankaya ne durumda idi dersiniz!. Çankaya başlangıçta bir bağ evinden ibaretti. Lâkin aşağılarda, Ulus’ta birkaç muhkem bina vardı. Bunlardan biri de meşhur Ankara Palas’tı. Ankara Palas, Cumhuriyetin yüksek sosyetesinin her gün toplandığı ve yeni hayat tarzının provasını yaptığı bir mekandı. Burada başta M. Kemal olmak üzere başbakan, bakanlar, meşhur sofrasının kadeh arkadaşları, milletvekilleri, pek yeni de olsa palazlanmaya başlayan tüccardan ileri gelenler, gazetelerin ileri gelen yazarları v.s. gecelerini gece ederlerdi. O yılların Ankara’sı yalnızca şimdiki samanpazarı, atpazarı, bugünkü Sümerbank’ın arkasında bulunan Karaoğlan çarşısı, ilk meclis binası, Ankara Palas ve istasyon binalarından ibaretti. İstasyonun yanında bulunan ve özel olarak yaptırılan eski adı Gar Gazinosu olan bina da sosyetenin, ikinci sınıfının gece mekanı idi. 

M. Kemal Cumhuriyet’in ilk yıllarında her gün bir levhalık söz söylüyor ve de memleketi böylece yüceltiyordu. Bunlardan biri de o günlerde söylediği “Köylü, milletin efendisidir” büyük lafı idi. Çevresinde ne kadar yaltakçı ve kadeh arkadaşı var ise bu sözün büyüklüğünü belirtiyor ve de bu sözün sahibinin, bu sözden daha da büyük olduğunu konuşuyordu. Günlerden bir gün yine aynı hayatın gecelerinden diğerlerine benzeyen bir gecede içkiler içilmiş, danslar edilmiş, sigara dumanları içeriyi boğulma noktasına getirmişti ki biraz hava almak için dış kapıya çıkma ihtiyacı duydular ve yanındaki yarânı ile dışarıya merdivenlere indiler. Kafalar çakırdı. Temiz hava da çarpmıştı. Ankara’nın en muhkem binalarından Ankara Palas’ın duvarlarının dibi, devlet dairelerindeki işleri veya mahkemelerdeki duruşmaları için Ankara’ya bir gün önceden gelip, fakrından han parası verecek durumda olmadığı için eşeğinin başına biraz arpa koyduğu saman dolu torbasını takıp, kendisi de çoban kepeneğine bürünüp, ertesi günü mahkemedeki duruşmasına varabilmek için ilk geceden uykuya dalan insanlarla doluydu. 

Ankara Palas duldası büyük bir bina olduğundan duvarlarının dibinde yatan onlarca aynı durumda insan bulunurdu her gece. İşte böylesi bir gecede dışarı hava almak için çıkanlar başta M. Kemal olmak üzere temiz havanın çarpmasına uğramışlardı. Ki çakırkeyf Ratip Tahir Burak duvar diplerinde kepeneklerine bürünmüş, uykuya dalmış köylüleri görür görmez acele ile merdivenlerin tümünü inmiş ve duvar dibinde yatan uykuya dalmış köylülerden birinin kepeneğini tutup üç defa etek öper gibi öperek başına götürmesi ve bunu yaparken de “Efendimiz!. Efendimiz!.. Bu ne hal!..” demesi, çakırkeyf M. Kemal’i ağzından çıkan sözlerle, yaptığı işlerin çelişkisini düşündürmüş olmalı ki bu sözün sahibi o günden sonra hep ikinci sınıf işlerde kullanılmış ve gözden düşmüştü. 

İSTANBUL SURLARI 

Demokrat Partinin iktidarda olduğu yıllarda, mecliste uyuklayan bir milletvekilinin yapılacak limanlarla ilgili konular görüşülürken uyandığı ve “Kayseri’ye de liman yapılsın” dediğini o yılları yaşayanlar bilirler. TBMM öyle bir meclistir ki bütün cins insanlar oradan mı çıkar, yoksa bütün cins insanlar oraya mı seçilirler doğrusu tavuk-yumurta hikayesini düşündürüyor bize… 

Batı Trakya’da ve Bosna’da müslümanlardan kalan eserlerin Yunanlılar ve Sırplar tarafından imha edilmesine misilleme olarak İstanbul’daki Bizanslılardan kalma İstanbul Surlarını yıkmayı önermiş Asiltürk… Üstelik de keskin zekası ile İstanbul’un göbeğinde yıkılan surlardan açılacak binlerce dönüm araziye zaten nüfusunun tıka basalaştığı İstanbul’a toplu konut dedikleri, kimsenin de ne idüğünü doğru dürüst bilmediği konutlar kondurmayı önermiş. Ne zekâ dersiniz!. Doğrusu böyle akıllıları bulundukça Türkiye kolay kolay batmaz ve de âdil düzene çıkar.. 

Biz hep söylüyoruz; Müslümanlar, düşünce ve tavırlarında Kur’an’ı değil tepkilerini baz alıyorlar, tepkisel davranıyorlar. Zira kendisinde İslam bulunmayanlar kaçınılmaz olarak karşısındakilerden gördüğünün tersini yapmaktan başka alternatif sahibi olamazlar. Demek ki müslüman kardaşımız Oğuzhan beye göre biz müslümanlar ne yapacağımızı, nasıl yapmamız gerektiğini Sırplar ve Yunanlılardan öğreneceğiz. Zira onlar bir şeyler yapmasa idiler biz de burada ne yapacağımızı bilemeyecektik. Yunanlılara ve Sırplara bizleri tavırsız bırakmadıkları için Erbakan türünden teşekkür mü borçluyuz ne? Hani Gümrük Birliği’ne girmemize engel oldukları için Yunanlılara teşekkür ediyordu ya hazret.. 

Allah Kur’an’da; yeryüzünü gezip dolaşmamızı, bizden önce gelip geçenlerin başlarına nelerin geldiğini görüp ibret almamızı, sonunda bizlerin de akibetinin onlar gibi olacağını buyuruyor. Bu sebeble de insanların az çok akıllı olanları başka kavimlere mirasçı olsalar da onlardan kalanlara dokunmamışlar ve ibretliklerinin devamlılığı süregelmiştir. Zaten böyle olmasa idi, yeryüzünde bizden öncekilerden eser kalmayacak ve bizlere de Allah boş yere, gezin dolaşın ve sizden öncekilerin halini görün buyurmayacaktı. Zira böylesi bir tavsiye için yeryüzünde bizden öncekilerden hiçbir şey kalmamış olacaktı. Asiltürk ne dediğini biliyor mu dersiniz! Beyanını bugün tekzib etmiş değil, tam tersine bir beyanda bulunmuş Oğuzhan bey.. Birileri çıkıp İstanbul Surlarını yıkacağız deseler imiş, kendileri ve mensup oldukları partileri buna ilk karşı çıkanlar olurlarmış.. Kaldı ki İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı da Oğuzhan beyin teklifine sahip çıkanlardan oldu. Bu mızrağı koyacak çuvalı nereden bulacaklar doğrusu bilemiyoruz. 

İnsan bir beyanda bulunurken, dokuz boğum olması gereken boğazını kontrol etmeli değil mi? Bir partinin, hem de en yakında iktidar olacak bir partinin genel sekreteri, yani başbakan adayı böyle olursa, gerisini kolayca düşünebilirsiniz. 

Ya rabbî!.. Bizden önce gelip geçmiş kavim(toplum)lerin halini görüp ibret alabilmemiz için onlardan kalan izleri, eserleri sen koru ki idrakimiz gelişsin. 

GÜMRÜK BİRLİĞİ 

Türkiye yıllar önce avrupalıların aralarında entegrasyon için yaptıkları gümrük birliği anlaşmasına ileride girebilmek ve avrupa ile bütünleşmek için teşebbüste bulunmuş ve kendini otuz seneden fazla zamandır buna hazırlamaktaydı. Gele gele o gün geldi ve Gümrük Birliği’ne alınıp alınmaması ile ilgili oylamada bazı sebebler gösterilerek bu girme isteği şimdilik 95’in Mart’ında yapılacak toplantıya kaldı. 

Batının gösterdiği insan hakları gibi, demokratikleşme ve bazı ekonomik ilerlemeler kaydının şart koşulması ve geciktirilmenin sebebleri olarak gösterilmesinin ardında -bizim kanımız odur ki- başka sebebler bulunmaktadır. 

Bilindiği gibi ve adından da anlaşılacağı gibi Gümrük Birliği ya tarafların hepsinin birbirinden aynı nisbette, aynı şeyler için gümrük alması veya hiç gümrük almamasıdır. Bir ülke hududları içinde üretilen mal, ülkenin her yanında gümrüksüz olarak alınır-satılır ise malların bu muameleye tâbi kılınacağı hududların genişleyerek Birliğe dahil ülkeler sınırları içinde aynı muameleye maruz kalması, yani nakliye vesair gibi fiyat belirleyen şeylerin dışında yalnızca başka ülke malı olmasından kaynaklanan gümrüğün alınmaması suretiyle anlaşmaya dahil ülkelerin sınırları içinde aynı şartlarla -gümrüklenmemiş olarak- alınıp satılabilmesine imkan tanıyan durumdur. 

Biz konuya yalnız bu açıdan baksak bile Türkiye nüfusu, artış hızı bakımından Avrupa ülkelerinin toplamından daha fazla olan, dinamik genç nüfusun yoğunluğunda kendisi ile yarışılamayan ve fışkırıp gelen bir ülkedir. 

İnsanları teşebbüs ruhu taşımakta kimselerden geri kalmayan, bir de resmî engeller olmasa yapamayacağı şey bulunmayan insanların ülkesidir. Eriştiği nokta, hükümetlerin engellemelerine rağmen, ayağında bukağı vurulu olduğu halde yarış kazanan koşucu gibi olan insanların ülkesidir. Bu durumdaki insanların ülkesinde pazarı bulunan, fiyat rekabeti mümkün olan, kalitesi belli standartlara ulaşmış malları satabilmekte kimse güçlük çekmeyeceği gibi Türkiye hiç sıkıntı çekmez. 

Gümrük Birliği’nin uygulanmadığı şu günlerde dışarıya satabileceğiniz hemen her şey için alıcı ülkeler ‘kota’ uygulamaktadır. Yani mallarınızı belli miktarlarda almakta fazlasını satmanıza imkan vermemektedir. Böyle olunca da önünüz kapanmaktadır. Gümrük Birliği halinde ise hangi iş alanlarında maharetli iseniz daha başlangıçtan patlamalar yapacaksınız demektir. Dünya çapında varlık gösteren Tekstil sanayiinde Türkiye, hele de gümrük birliğine dahil olursa önünü kesebilecek yoktur. Yıllık yalnız tekstilin girdisi 20 milyar doları geçecek durumdadır. Tarım ürünlerinin, yan sanayiin, enerjisinin ve sair temel mal ve maddelerin ve bunlara dayalı sanayi ürünlerinin giderek çoğalacağı, kalite temel mal ve maddelerin ve bunlara dayalı sanayi ürünlerinin giderek çoğalacağı, kalite yüksekliği, fiyat düşüklüğü gibi hususlar da göz önünde bulundurulursa görülür ki -işin siyâsî yanı bir tarafa- Türkiye’nin lehinedir. Hangi hesablarla bilinmez buna şiddetle karşı çıkmayı, Türkiye’yi düşünmek olarak nitelendirenleri anlamak güçtür. Belki bir iç politika avantajı olarak kullanmaktan öteye bir anlam taşımamaktadır bu tavır. 

GÜNER ÜMİT VE PATAVATSIZLIK

Gevezeliğin, çenesi düşüklüğün insanların başlarına belâlar açtığını bilmeyen yoktur. Bu cümleden olarak birkaç gün öncesinde Star TV’nin Turnike Programı yapımcısı Güner Ümit, her zamanki gibi çenesi düşüklüğünü sürdürürken, ağzından çıkan laf dünya kadar insanın tepkisine yol açtı. Nerede ise 5-6 bin kişi Star televizyonunun bulunduğu binanın önünde gösteri yaptı ve sloganlar attı. Sivas’taki gibi yine polis gelmedi, zira jandarmanın yetki alanı içinde imiş, televizyonun bulunduğu İkitelli semti. Jandarmanın da gelmesi gecikince -yine Sivas’ta olduğu gibi- olanlar oldu ve göstericilerden bir kısmı geri dönüp, Star’ı taşlamaya, camları, kapılarını kırmaya, ellerindeki kürek ve kazmalarla her şeyi yıkmaya -yakmaya değil- çalıştı ve dünyanın parası harcanmış bir binayı harabe yığınına döndürdüler. Her zaman olduğu gibi jandarma ve polis lütfedip yetişti, ama iş işten geçmişti. Olanlar olmuştu, tıpkı Sivas’taki gibi… 

Bu mes’ele bize birçok şeyi düşündürttü. Birincisi ‘Yalanlardan medet umma’ denilen şeyin ne gibi sonuçlar çıkarabildiğinin bir örneğini gördük. Anadolu’yu ifsad eden ve Osmanlı Devleti’ne bir türlü rahat vermeyen Şah İsmail ve başları kırmızıya bağlanmış adamları-kızılbaş-nın, Osmanlı başka yerlerde İslam’ı yaymak ve hududlarını genişletmek için seferde olduğu günlerde Tokat’ı, Sivas’ı, Erzincan’ı karıştırması ve bu şehirler ahalisinin Osmanlı’ya karşı isyanını sağlaması bilinen tarihi vakıalardandır. Osmanlı elbetteki göz yumulmayacak olan bu davranışlara karşı cevap vermiş; Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail’in üzerine yürümüş, Şah İsmail Tebriz’e kaçmış; Yavuz Sultan Selim, Tebriz’e yürümüş ve almış, fakat Şah İsmail yine kaçmış ve Tahran’a varmıştır. Şia ile Sünnîler arasındaki bu çatışma o derecelere varmıştır ki Şah İsmaillerin İran’ı (şiâsı) Osmanlı Devletine karşı Papalıkla bile ittifaka varan davranışlarda bulunmuştu. Bu, ikisi de müslümanım diyen iki ayrı gücün yapmaması gereken bir işti, fakat yapılmıştı. Bunlar tarihte kaldı demek istiyoruz. 

İşte bu Osmanlı-Safevî (sünnî – şiî) çatışması sonucunda her iki taraf da taraftarlarını diğerlerinin etkisinden korumak için kendilerine göre tedbirler almış ve ‘büyük yalanlar’dan medet ummuşlardı. Bütün yanlışlıklarına rağmen, sapmalara rağmen müslüman olan taraflar birbirleri hakkında yalanlar uydurmuşlar ve bu yalanlardan medet ummuşlardı. Taraftarlarını korumak ve öteki taraftan etkilenmesini önlemekti amacı ama başvurdukları yalana başvurma yöntemi İslam dışı idi. İslam adına İslam dışılıklar yapıldığında ise ortaya çıkacak sonuç elbetteki insanları yaklaştıracak yerde uzaklaştıracaktı. 

Bu yalanları icmâlen ifade edersek son cümle de, tarafların birbirlerini kâfir ilan etmeleridir. Şiilerin büyük çoğunluğuna göre bütün Sünnîler kâfirdir, zira tâ başlangıçlarda Ali’nin hakkını (!) elinden almışlar ve Ali ahfâdının peşini bırakmamış ve her hakkını (!) isteyişlerinde başlarını ezmişlerdir. Emevîler olarak anılan bu Sünnîler(!)’i takiben Ali’nin hakkının peşinde olduğunu söyleyerek Emevîlerin elinden iktidarı alan Abbâsîler de yine bu hakkı (!) Ali’nin sülâlesinden esirgemişler ve zulme devam etmişlerdir. Bu konularda pek kısa olarak özetlemeye çalıştığımız bu bilgileri tarihe başvurarak genişletmek mümkündür. 

İşte iki taraf birbirlerini bu denli kerih gördükten sonra halklarına da kerih (kötü) göstermeye çalışmış ve kendi insanlarının gözünde karşı tarafı küçük düşürerek, küçük göstererek etkisizleştirmeye uğraşmışlardır. Şiîlerin sünnîleri küçük düşürmek için sürekli olarak, herkesin bir pislik olduğunu bildiği YEZİD’i sünnîlerin baştâcı ettikleri yalanını uydurmalarıyla başlayan ve ‘Sünnîler Necistir’lere vardırılan yalanları ile Şîîler Sünnîlikten korunmaya çalışılmıştır. Buna karşılık da Sünnîler kendi taraftarlarını şiâ etkisinden korumak için çeşitli yalanlar uydurmuşlar ve itikattaki sapmaları bir yana, olmayan şeyleri onlara yakıştırarak insanların gözünde şiâyı kötü göstermenin yolunu bulduklarını sanmışlardır. Bu o dereceye varmıştır ki ‘Mum söndürme’ türünden tamamen uydurulmuş ve iftiradan başka bir anlam ifade etmeyen sözlerle şiiler tümüyle okkanın altında tutulmaya çalışılmıştır. Hattâ Osmanlı ulemâsı(!)ndan bazıları kitablarına ‘Bir şiînin (Alevinin) doğrudan müslüman olmasının mümkün olmadığını, ancak müslüman olmadan önce ehli kitab birinin dinine girmesinin gerektiğini ve bundan sonradır ki ancak müslüman olabileceği yalanını dahi uydurmuşlardır.

Biz yaştakiler bu kültürlerle büyüdük. Çocuk yaşlarımızın kültürü bu idi. Onbeş yaşından beri yaptığımız Kur’ânî araştırmaların bizi getirdiği nokta ise, ne Sünnîliğin ne de şiîliğin İslam olmadığı ve müslümanlığın yalnızca Kur’an’a dayanmakla olduğu kanısıdır. Peygamberimizin de Kur’an’ı ahlak edinen bir insan -Allah’ın elçisi- olduğunu kesin olarak bildiğimize göre, biz Şiîliğin de Sünnîliğin de müslümanlıktan sapmaları ifade eden şeyler olduğu kanısındayız. Ve umuyoruz ki insanlar kendilerini ‘MÜSLÜMANIM’ diyerek tanımlasınlar; şiî’yim veya sünnîyim diye değil. 

Güner Ümit’in de bu halkın çocuğu olduğu, anasından-babasından işittikleri ile büyüdüğü, taşıdığını söylediği dini ile ilgili herhangi bir merak taşımadığından da bu ana-baba kültürünün ürünleri ile hareket ettiğini görüyoruz. Bu kültür temelsizdir, asılsızdır, uydurmalara dayanmaktadır. İnsanlar ana-babalarından-atalarını üzerinde yürür buldukları yol’dan giderlerse Güner Ümit’lerin vardıkları yerlere varırlar. Bu ise vahim sonuçlar doğuracak bir yerdir. 

İnsanların yasakçı olmamaları gereği üzerinde duranlar, Güner Ümit’e böylesi bir yasak koyulmamasını da savunabilirler mi? Aslâ savunulacak yeri yoktur bu söylenen sözlerin. Buradan hareketle söyleyelim ki Türkiye’de Salman Rüştîleri, Teslime Nesrinleri savunan avanaklar, bunların eser diye ortaya attıkları iftiraların yayınlanmasını savunanlardır. Güner Ümit olayı gösterdi ki, bu aklı kısaların iftiralarına serbestlik verilemez. Verilirse küçük veya kalabalık bir toplum küçük düşürülür ve o toplum da küçük olmadığını göstermeye çalışır. Star’ın taşlanması olayında görüldüğü, Sivas olaylarında görüldüğü gibi.. Allah ne kadar büyük!.. Hem de kendilerine en yakın bir insanın ağzı ile kendilerine yapılmış iftirayı terennüm ettiriyor ve ders alınması için ne anlamlı bir örnek veriyor bizlere.. Aziz Nesin’in ve kafadar arkadaşlarının Sivas’ta müslümanları tahrik etmesinin sonuçları, nasıl karşı çıktığımız sonuçlar ise, elbetteki G. Ümit’in zevzekliğinin yol açtığı densizliğin sonuçları da bu denli karşı çıktığımız sonuçlardır. Her ikisi de İslamî deyimle bir ‘haddi aşma’dır. Ki Allah kullarını sürekli olarak ‘haddi aşmak’tan sakındırmakta iken… 

Siz tutunuz bir yandan Selman Rüştî denilen birinin kitabında “Peygamberin hanımları Mekke’de genelevlerde çalışıyorlardı” demesine özgürlük isteyiniz ve bunu insanlık adına yaptığınızı belirtiniz, diğer yandan da Ümit’in densizliğine kızınız. Olacak iş midir bu? Niye bu çifte standart? Neden böyle davranıyor şu insanlar? Neden başkalarına olunca göz yumuyorlar da, kendilerine gelince basıyorlar yaygarayı? Hz. Muhammed, Alevîlerin Allah’ın elçisi kabul ettikleri ve böyle inandıkları kimse değil midir ki Selman Rüştî pisliğinin kitabındaki bu iftiraya ses çıkarmıyorlar, çıkarmadılar ve hattâ nerede ise savunanların yanında göründüler? 

Türkiye, üzerinde zorla tutulmaya çalışılan laik-demokratik rejiminin sonucu olarak buralara gelmiş, getirilmiştir. Laiklik insanları günah işleme korkusundan uzaklaştırmış, demokrasi ise utanmayı unutturmuştur. Allah’tan korkmayan ve kulundan utanmayanların ise yapamayacakları şey yoktur. Her rezilliğin yapılabildiği, her iftiranın uydurulabildiği, namusun anlamının kaldırıldığı bir toplumda ancak bugün Türkiye’de görülenler görülür. Hem bu rejime sahib çıkacak hem de Evren’in Cumhurbaşkanı iken Elaziz’de yaptığı konuşmada söylediği gibi ‘İnsanların neden her şey için çıkar bekledikleri’ni anlayamazsınız. Hem Laikliğe, demokrasiye sahib çıkacaksınız hem de insanların başkalarını düşünen ve onlara yardım eden insanlar olmasını bekleyeceksiniz, bu mümkün mü? Hiç mi akletmiyorlar? Askeri sivili ile bu ülke halkı kaybettiği şerefini, kaybettiği yerde, terkettiği İslam’da bulabilirler. Ve bu yönde gelişiyor toplumdaki aramalar. Kitleler giderek İslam’a yaklaşıyor ve onu anlamaya, yaşamaya çalışıyor. Siyasal sistem buna engel olmak istese de bu gelişme öylesine bir gelişme ki hiçbir güç önünde duramayacaktır. 

İşte bu gelişmelerin olgunlaştığı günler geldiğinde ortada ne sünnî (!), ne şiî (!) kalmayacak ve kendilerine ‘Müslüman’ diyen insanlar olacaktır. Kur’an’a yönelmenin kaçınılmaz sonucu budur. 

Herkesin diline, eline ve beline hakim olmasını söylemleştiren alevîler söylemlerine uygun hareket etsinler ve peygamberleri Hz. Muhammed’in hanımlarına iftira edenlere karşı çıksınlar. Ki kendilerine edilen iftiralara da karşı çıkılmasını bekleyebilsinler. 

(İktibas, sayı 193)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *