Anıtkabir olayı

Anıtkabir olayı

Evet Cumhuriyet Türkiyesi her yanıyla gariplikler ülksesidir. Bu ülkenin insanı nefislerindekileri Kur’an’dakilerle değiştirmedikçe de bu gariplikler sürüp gidecektir…

Ercümend Özkan

İsmini, kardeşlerini, sülâlesinin isimlerini, hanımını toplumun hemen tanıyıverdiği Vanlı bir delikanlı durup dururken Türkiye’nin en büyük delisi oluverdi. Bütün deliliği de 10 Kasım günü mutad olarak yapılan, ne anlama geldiğini de kimsenin tartışamadığı ve kendilerinden öncekileri üzerinde buldukları yolda yürümekten başka bir anlamı olmayan ziyaretleri sırasında Cumhurbaşkanına elindeki Kur’an’ı göstererek, ‘ölüler bir şey duymaz, sizler bu kitabtaki hükümlerle hükmetmeye bakın’ demekten ibaret. Hiçbir zaman kımıldamayı beceremeyen yargı hemen cezasını kesinleştiriverdi. Adalette bu ne çabukluk. Geciken adaletin mahzuru kadar bu denli hızlı adalet de mahzurlu değil mi?

Bütün gazeteler, televizyonlar ve resmî ağızlar bu delikanlının ardında bir örgüt aramaya ve deli olduğunu yaymaya başladılar. Örgütsüz bir şey olur mu imiş. Bu delikanlının münferiden hareket edebileceğini bir türlü kabullenemiyorlar. Örgüt çökertmeye çok arzulu polis, yok ise bile icad eder ve icad ettiği örgütü de çökertir. Zira geçim kaynağı budur.

Oldum olası kendi halkına karşı işlev üslendirilmiş olan asker ve polis sürekli olarak içinden çıktığı halkı baskı altında tutmak ve batıdan yönünü çevirmesine engel olmakla görevlidir. Bunu düşmanın kendisi yapsaydı normal görülür ve ülke insanı da ona göre bir çare düşünürdü. Lakin ‘Vatan Kurtaran Arslanlar ve Adamları’ yapınca işin içinden çıkmak zorlaşıyor.

Vaktiyle beş vakit abdest alması ve namaz kılmasından ötürü kendisine “Günde beş vakit sebebsiz yere ellerini yüzünü ve kollarını yıkaması ve yere yatıp kalkması” gerekçesi ile hakkında “DELİ RAPORU” verilen bu ülke insanları daha başka ne gibi sebeblerle deli sayılmaktadır biraz düşünelim. Örneğin devletin malını çalmayan, boğazına geçirmeyenler, sahtekarlık yapmayanlar, dürüstçe işini yapanlar, namuslu insanlar deli değil midir bu laik-demokratik ülkede? Namusuna düşkün erkek ve kadınlar deli oldukları, deli sayıldıkları için ırzlarına tecavüzü defetmek için müdafaada bulunduklarından cezalandırılmakta değil midirler bu ülkede? Namusu ve dürüstlüğü ile çalışanların “Deli Sayıldığı Ülke” Cumhuriyet Türkiyesi değil midir? Şimdi de elinde tabanca tüfek bulunmayan, ne Cumhurbaşkanına ne de orada bulunanlardan herhangi birine tecavüzde bulunmayan, mermer kabre de herhangi bir tecavüzü bulunmayan yalnızca elindeki Kur’an’ı göstererek gerçeği ifade eden ve Kabirlerden, ölülerden bir şey beklemeyin diyerek bir hurafenin, bir Cumhuriyet hurafesinin karşısına çıkan bu delikanlı mı delidir, yoksa ona olmadık hakareti yapanlar, cezalandırıverenler mi delidir, üzerinde düşünülmeye değer bir konu değil midir sizlerce? Bu soruları kendinize sorunuz. Alacağınız cevaplar önünüzü aydınlatacaktır.

Evet Cumhuriyet Türkiyesi her yanıyla gariplikler ülksesidir. Bu ülkenin insanı nefislerindekileri Kur’an’dakilerle değiştirmedikçe de bu gariplikler sürüp gidecektir. Bu gariplikler mevcut siyâsî partilerin hiçbirinin son veremeyeceği türden garipliklerdir. Bir doğruyu gösterdiği veya hatırlattığı için teşekkür alması gerekenlerin cezalandırıldığı bir ülkedir Türkiye… Devleti dolandırmayanların, dürüst olanların, namusu ile çalışanların “Deli” olduğu, her türlü pisliği yapanların “Akıllı” sayıldığı bu ülkede daha ne müddet bu haliyle yaşayabilir dersiniz!.

TÜRKİYE VE GELİŞMELER

Başbakan ve Dış İşleri Bakanı Kazablanka’daki İslam ülkeleri zirvesine katıldı. Bu zirvede ne kadar en aşağılarda bulunan varsa, onlar bulundu. Zira halklarına ihanetteki yöneticilerin yükseklerde (zirvelerde) olması mümkün değildir. Kurulmuş oyuncaklar gibi yalnızca kendilerinden istenileni yapanların halklarının hal ve istikballerini düşünebilmeleri mümkün değildir. Nitekim bu zirve (!) de böyle oldu. Ekonomi filan bahane idi. Ortadoğu’da Amerika’nın isteği yönünde herkesin kendi mevzilerinde hareket edenlerin bir toplantısı idi ve bu kendi mevzilerinden istenileni yapanların entegrasyonu gözden geçirildi.

Kazablanka Amerika’nın siyasetinde yapıldı. Daha da ötesi Kaddafi’nin görüşme isteği ile ilgili olarak Amerikan Dış İşleri Bakanına bilgi verildi ve ‘olur’u alındı. Yalnızlığın kendisini sıktığı Kaddafi bu fırsattan yararlanarak Amerika’ya işmar etmek istediğini gösterdi, Çiller vasıtasıyla…

Mısır’a geçen Başbakan ve onlarca dış işleri danışmanı ve Dış İşleri Bakanı, Ortadoğu’da güvenilir bir Amerikan adamı olan Mübarekle görüştü. Ve İsrail-Amerika beraberliğinde Ortadoğu’da gelişen köktenci İslam (Kur’an’daki İslam) cereyanlarının halkları sarması karşısında neler yapılabileceğini görüştüler ve sonunda ‘Terör’e karşı MİT-MOSSAD işbirliği’ kuruldu. Bu terör hemen aklınıza geldiği gibi PKK terörü değildir. PKK terörünün tezgahlayıcısı Cumhuriyet Türkiye’sinin yönetimidir, istihbaratıdır. Kamuoyuna karşı, bizler gelişen İslam’a karşı ittifak kuruyor ve yeni tedbirler alıyoruz diyebilmekten sakınanlar ön sırada içine İslamcı hareketleri alan bir yuvarlak terör lafının arkasına sığınmışlardır. Ne de olsa bir yandan ‘Ezan hayranlığı, bayrak meftunluğu’ olduğundan ve bunlara oy için ve koca kitleleri yönetebilmek için ihtiyaç bulunduğundan açık olabilmek hiçbir zaman oya ihtiyacı olmayan M. Kemal dönemindeki kadar mümkün olmadı. Zaman ve zaman içindeki gelişmeler yöneticileri daha kapalı olmaya, daha tevilli konuşma ve hareket etmeye zorladı. Bu zorlama giderek daha da artmaktadır. Bunun için tedbir alınmaktadır. Bu gelişmeleri durdurmak, saptırmak, yok etmek düşüncesi ile bir araya gelmelerin görüşmeleridir bu görüşmeler.

Kudüs’te ‘Vaadedilmiş Topraklara gelmekle mutluyum’ diyecek kadar ne yaptığının farkında bulunmayan bir Amerikan kolej öğrencisi seviyesini aslâ aşamayan Çiller, iyi kötü dünyanın farkında olan M. Soysal’ı epey sıkıntıya soktu, ikide bir eteğinden çekme ihtiyacı duyan Soysal, Çiller’i sıkıntılandırdı. Bu sıkıntı ise bildiğiniz gibi ‘Devleti yönetme ciddiyetsizliği’ gerekçesine dayalı istifa ile sonuçlandı.

“Türkiye’yi hiçbir zaman ehil eller yönetmedi, ben de dahil” diyen Demirel gördüğünüz gibi ara sıra da doğruyu söyleyebilmektedir. Yerine saltanat yoluyla oturttuğu müennes şehzadesinin de babasından farkı bulunmadığını görmeyen kaldı mı?

Çiller Türkiye’de “Biz gidersek ezan susar” demekte, Türkiye dışında ise “Biz gidersek İslamcılar gelir” demesi ile tanınmaktadır. Bu politika, Türkiye’yi yöneten laik-demokratların vazgeçemedikleri iki yüzlü (takiyyeli) politikadır. İçeride halktan oy alabilmek için müslümanlara ‘ezan rüşveti’ verenler gerçek yüzlerini Türkiye dışında daha açık gösteriyorlar ve onların yardımlarına mazhar olabilmek için “Biz gidersek İslamcılar gelir” demekte ve böyle geçinip gitmektedirler. Bu ülke halkının siyâsi aklının gelişmemişliği sürdüğü sürece, daha çok Çillerler bu tür politikalar uygulayacaklardır. Demirel de başbakan iken, partisine oy alabilmek için “Türkiye, müslümandır ve müslüman kalacaktır” türünden yuvarlak laflar ederek 25 yıl, iktidarını müslümanım diyen bu halkın oylarıyla sürdürdü. Aynı Demirel, “Ben var iken şeriat gelemez” diyen Demirel’dir. Bu lafı Demirel Türkiye dışında da etmiş olabilir. Nitekim İngiltere’ye yaptığı bir günlük gezide Batı kültürünün Ortaasya’ya geçiş köprüsü olmasına hazırız’ dememiş mi idi. Demirel yukarıdaki sözünü Türkiye’deki laiklerin ileri gelen ve laik-demokratik rejimin “ehl-i hâl ve’l akd”lerine söylemişti ki endişeleri izale olsun.

Evet tekrar tekrar söylüyor ve yazıyoruz. Bir ülkenin insanları çocuk yaşta iken, öcü’den korkan çocuklar gibi yaşları ilerlediği halde hala öcü’den korkuyorlarsa o ülke halkında bir gelişmemişlik, bir durağanlık var demektir. Kırk yıl önce Adnan Menderes, seçtirip Meclise soktuğu elinin altındakilerden Ahmet Gürkan’a “Bir teklif hazırla ve Meclise ver de ezanı Arabçaya çevirelim” demiş ve bunu yapmıştı. Sanki ezanın Türkçe olmasını isteyenler 15 yıl boyunca Türkçe okunan ezana kulak verip camilere dolmuşlar gibi… Evet kırk yıl önce Menderes bunu yapmış ve 10 yıl boyunca işi götürmüştü. Ondan sonra kendisine yol açılan Demirel aynı yolu izledi ve İmam-Hatip savunucusu, Kur’an Kursları taraftarı oldu ve bir yirmi yıl da o götürdü işi… Arkasından 12 Eylül’ün sivil temsilcisi Turgut Özal, Cumalara giden ilk laik-Demokrat Türkiye’nin Cumhurbaşkanı olarak halk kitlelerinin oylarını aldı. 12 Eylülcüler, 82 Anayasası için kabul oyunun az çıkacağı korkusu ile, her zaman yönetip yönlendirdikleri tarikatlar ve cemaatlarla pazarlık yaptı ve abâ altından sopa göstererek onları anayasalarına oy vermeye iknâ etti. Süleymancılara ‘Ya Anayasaya topluca evet oyu verirsiniz, ya da Kur’an Kurslarınızı kapatır ve hazineye intikal ettiririz’ tehdidi ve her Kur’an Kursuna bir Atatürk resmi asma ricaları sonuç verdi ve yıllardır yapabildikleri binalar ellerinden çıkmasın için evet oyu verdiler 82 Anayasasına.. Menzilcilerinden, İskenderpaşa Camii şeyhinin cemaatına kadar hepsi evet oyu verdi bunların Anayasasına. Bunun karşılığını da gördü İskenderpaşacılar. 12 Eylül’ün kudretli generallerinden oluşan Millî Güvenlik Kurulu (Bakanlar Kurulu yerine kaim) 12 Eylül’den bir buçuk ay sonra vefat eden ve hayatında iken Süleymaniye Camiinin haziresine (mezarlık olan bahçesine) gömülmesi için özel karar çıkardılar. Zira böylesi yerlere gömülebilmek için Bakanlar Kurulu Kararı veya bunun yerine kaim bir yüksek mevkiin evet demesi gerekmektedir. Daha sonra Özal’ın annesinin de aynı yere defni için Özal hükümetinin kararına ihtiyaç olduğu gibi… İnsan sanır ki insanlar ahirette bu dünyadaki ölülerinin gömüldükleri yerlere göre muamele göreceklerdir? Kâfirlerle savaşlarda şehid olanların bırakınız gömüldükleri yerleri, cesetlerinin bile ne olduğu çoğu kez bilinmez. Kabirleri belli değil diye başka muamele mi göreceklerdir ölüler! Aslâ… Zira insanlar ölmeden önce yaptıkları ile hesaba çekilecekler ve hesapları görülecektir. Yarın bakmışınız Demirel de öldüğünde ‘Cumhuriyet Evliyâları’ için icad olunan Özalların gömüldüğü yere gömülür ve doğrudan cennete gider (!) ne dersiniz! Tansu’nun sağlıklı olduğuna bakmayınız. Ölümün kime ne zaman erişeceğini yalnız Allah bildiğine göre bu ezan sesi hayranı, Türk Bayrağı kurbanı ama İslam’dan öcüden korkar gibi korkan kızcağız da bu Cumhuriyet evliyalarının kabirlerinin bulunduğu yere gömülür. Ve de transit olarak cennete gider.

Türkiye’yi yönetenler ellerinden geldiğince bu ülkeyi İslam’dan uzaklaştırmak ve gavurluğa yaklaştırmak için çalışıyorlar. Bunun başlangıcı Cumhuriyet değildir. Osmanlının son zamanı bu uygulamaların zeminini oluşturmuştur. Zemin sağlam olunca da üstüne çıkılması kolay olmuş ve bugünlere gelinmiştir.

Müslümanlar hâlâ İslam’a karşı olanlardan bir şeyler bekleyip durmaktadırlar. Bu cümleden olarak daha dünkü gazetelerde (12.12.1994) yayınlanan bir haber dikkatleri çekmektedir. Fethullah Gülen’in TMYT kanunu ile ilgili olarak Çiller ile konutunda 3.5 saat görüştüğü ve bu kanunun olduğunca yumuşak hükümler içermesi ricasında bulunduğu, bu talebinin reddedildiği, Türkiye dışındaki okullarına Tansu Çiller okulları adının verilmesinin de rüşvet olarak teklif edildiğini yazıyor gazeteler.

Günlük gazetelerinden ‘Hak istenmez, alınır’ başlıkları atanlar, hep verilecek hakların peşinde bu hakların dilencileri olmuşlardır. Fakat onların bu onur kırıcı dilencilikleri yine de sonuçsuz kalmış ve tersyüz edilmişlerdir.

Türkiye’yi yönetenler son yıllarda özellikle de Bosna konusu dünyanın gündemine girdikten bu yana Türkiye dışında İslamcı, Türkiye içinde İslam karşıtı olarak görünmek durumunda kalmışlardır. Gerçek yüzlerinin açığa çıkmasında bu tür olayların çoğalmasının büyük rolü bulunmaktadır. Şu günlerde Çeçenistan, daha dün Azerbaycan, Kırım müslümanları, Makedonya müslümanları gibi konular Türkiye’yi idare edenleri İslam girdabına çekip durmaktadır. Yöneticiler ise bu girdaba kapılmamak için Batı’ya sımsıkı yapışmaktan başka bir yol bulamayacaklardır. Nitekim görülen odur ki Türkiye’yi yönetenler yönettiklerinde meydana gelen değişme ve gelişmelerin sonucu giderek çıkmaz sokağa doğru, çağlayana doğru yol almaktadırlar. Askeri ile sivili ile durum bunu göstermektedir. Orgeneral Güreş’in emekli olduktan sonra verdiği beyanlar insanı düşündürüyor. Neden böylesi demeçleri vazifeleri başında iken vermez veya veremezler? Oturdukları koltukların altında onların böylesi konuşmalarını engelleyici çiviler mi var acaba? Doğruları söyleyebilmek için Türkiye’de resmî görevlerde bulunmamak gerekmektedir. Resmiyet doğruların söylenmesi ve işlenmesine manidir. Zira Türkiye’de resmiyet Batı’ya aittir ve batının tekelindedir. ABD’nin yeşil ışığını görmeden iktidar yüzü göremeyecek olanların oturdukları makamları kendileri hak etmiş değil, ABD onlara ikram etmiştir. Borç verenden alınan para borç alınanın isteğine rağmen kullanılamaz. Borç verenin istediği yönde kullanılabilir ki borç alabilme devam etsin. Batı’dan alacaklarınızla Batı’ya karşı olacak ve Batı’ya karşı davranacaksınız, bu olacak iş değildir.

Türkiye’yi yönetenlere oturdukları koltukları veren Batı olduğu gibi, ne yapacaklarını söyleyen de batıdır. Borç veren de batıdır ve verdiği borcu talimatı ile veren de batıdır. Kapatma konumundakilerin hâli ne ise içinde bulunduğumuz durum da budur. Halkın verdiği oylar mı, onları hiç sormayın! Zira halk ‘bul karayı al parayı’cıların önünüze koyduğu boş yüzüklerden birini seçerek kazanacağını sandığı gibi bir kumarın ahmak oyuncuları durumundadır. Yüzüğü dolusunu gösterip, boşlarını önünüze seren üçkağıtçıların kaybetmesi mümkün müdür? Elbette ki hep kaybedenleri oynayacaktır bu halk… Uyanmadıkça, bu sisteme entegre bütün partileri oy verilmeyecek partiler olarak görmedikçe, hiçbirine oy vermedikçe elbette daha çekeceği çok şey vardır. Belâsını kendi eliyle davet edenlerin kimselere suç bulmaya hakkı olur mu? Akıllı olalım. Bakalım kim kimdir, ne yapıyor ve yapacak. Neler yapmış, düşünceleri ve yaptıklarıyla kamuoyunun önündekileri bile düşündükleri, söyledikleri ve yaptıklarıyla değerlendiremeyen bir halk bugün yaşadığından daha beterine layık değil midir?

Toplumun içinde yaşadığı çıkmazdan kurtulabilmesi, dertlerinin azalması ve giderek yok olması ve düze çıkma ancak bu toplumun içindeki fertlerin nefislerindekileri Kur’an’dakilerle değiştirmesiyle mümkündür. Kimse bunun aksini gösteremez, söyleyemez. Söyleyenler de boş konuşmuş olurlar. Layık oldukları yönetilmeyi hak eden toplumlar elbette ki daha iyi yönetenler için daha iyi olmak zorundadırlar. Kötülerin yönetimleri kötü olur. Kötüler iyi yönetmezler. Kötüler kötüleri seçerler. Seçtikleri kötüler de kötülük yapmayı sürdürürler. Bu süreç böyle devam eder gider. Sona erdirmenin tek yolu önce kendisinden başlayarak insanların, özellikle de müslümanım diyenlerin kendilerini iyileştirmelerinden geçer.

Neyin nasıl yapılacağını Kur’an anlatıyor. Yeter ki sizler ona kulak veriniz. İnanınız ki çözüm Kaf Dağları’nın ardında değil, elinizin altındadır. Siz görünüz bunu, bakınız hemen anlayacaksınız. Uzaklarda, ulaşılmaz yerlerde sanmayınız çözümü!.. Önümüzde duruyor. Belki çok uzaklarda sanılarak arandığından olacak bir türlü ulaşılamıyor. Burnunuzun dibinde duruyor inanınız aradığımız ve muhtaç olduğumuz çözümler…

ÇEÇENİSTAN VE BOSNA

Rusya ile geleneksel düşmanlığımızın sona ermesi ikimizin de aynı dünya görüşüne sahib olmasından başka türlü mümkün değildir. Bu sebeble tarih boyunca olduğu gibi güçlü veya güçsüz zamanında da olsa Ruslarla oldum olası hele de müslüman olarak bizlerin hep sorunu olagelmiştir.

Bosna’da Bihaç’ın BM askerlerinin ve Nato’nun icazeti ile bugünkü hâle getirilmesi bütün dünyanın gözleri önünde cereyan etmektedir. Suçların bir niteliği de gizli işlenmeleri idi. Laik-demokrasi suçun bu özelliğini de değiştirdi ve alenen işlenir hâle getirdi ki bu suretle alenen işlenen işlerde ayıp/günah olmadığından(!) suçlarını da suç olmaktan çıkarmış bulunuyorlar. İnsanların Allah ile (dinleri ile) arasını açarsanız onları günah tanımaz, yani yaptıklarının ahirette hesabını vermeyeceğine yol açarsınız. Ayıp tanımazsanız bu takdirde bu dünyada insanlardan utanıp çekinerek bazı şeyleri yapmaktan sakınma da kalkar. İşte günahın ayıbın kaldırıldığı laik-demokrasi dünyasında insanların gerek ülke içinde gerek ülke dışında azgınlığının önüne geçmek mümkün olmuyor. Haklı olan güçlü olmuyor, güçlü olan haklı olduğunu sanıyor ve öyle davranıyor.

Kubbesinin başına çökmesinden sonra dağılan SSCB’nin ana unsuru Rusya, Federasyon olarak varlığını sürdürmeye çalışıyor. Ayranı olmasa da içmeye, bilmem ne ile gitmek istiyor bilmem ne etmeye… Yiyecek ekmeğinin olmaması, kadınlarının kazancı da olmasa tümden aç kalacaklarını düşünmeden küçük gördüğü fakat her biri birer çetin ceviz olan müslümanların tepesinden gölgesini eksik etmek istemiyor. Cumhuriyet Türkiye’sinin ordusu-askeri de içeride kendi halkına karşı kullanılmak üzere bulunduğundan hiç mi hiç çekinmiyor. Cumhuriyet Türkiye’sinin nesinden çekinsinler ki… Varlığımı koruyacağım diye varlık sebebi nesi varsa tümünü ayaklar altına atan bir devleti kim kaale alır? Ne dostun, ne düşmanın böylesi bir devlete önem vermediğini her gün karşılaştığınız olaylar göstermiyor mu?

Evet minicik, müslüman nüfusu 1 milyon olan, ikiyüz bin de Rus nüfusa sahip Çeçenistan; rus askerlerinin, tanklarının 1968 Prag istilası gibi istila edilmeye başlandığı günlerini yaşıyor. Rusların kimseden çekinecek halleri yok. Zira bu davranışlarına Amerika yeşil ışık yakıyor ve kendisi için tehlike olmadıkça, Ruslar varsın çevrelerindekilere nasıl muamele ederse etsin, serbest bırakmış ve seyrediyorlar. Avrupa’nın da özellikle konu müslümanlar olduğunda nasıl gavurluklarının tuttuğunu bilmeyen, görmeyen yoktur.

Gerek Bosna’da, gerek Çeçenistan’da müslümanların ezilseler bile, ezeni de iflah olmaz halde bırakacaklarını göreceğiz. Ali İzzet Begoviç’in bir güzel sözünü almadan geçmek mümkün değildir. Diyor ki Begoviç: “Kaybedilmiş kurtuluş savaşları yoktur.” Bu cümlenin altını çiziniz ve hem Bosna, hem de Çeçenistan için sonunu düşününüz. Komşu İnguşların da Çeçenistan safında Ruslara savaş ilan etmeleri göğüs kabartıcı bir tavırdır. Müslümanlar onurlarını korumaya çalıştıkça büyüyorlar. Onursuz yaşayanlar düşünsün!..

(İktibas, sayı 191-192)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *